ÜMİT ŞİMŞEK
Adalet ve merhamet, birbirinden çok farklı, hattâ yer yer birbirine ters düşen iki kavram gibi gözükse de, İslâm inancı içindeki yerleri açısından ele alındığında, birbirinden ayrı düşünülmesi mümkün olmayan, bilâkis birbirini tamamlayan iki büyük hakikat olarak belirecektir. Ancak her ikisinin de kapsama alanları son derece geniş olduğundan, bir makale çerçevesinde bu hakikatleri çeşitli yönleriyle incelemenin mümkün olamayacağı aşikârdır. Bu bakımdan, biz de burada, bu iki büyük hakikatin yaratılış ile ödül ve cezada birbirini tekmil edecek şekilde tecellî edişi ile hayatımızdaki yansımalarına kısa bir şekilde göz atmakla yetineceğiz.
Âlemlerde rahmet
Kâinata, özellikle canlılar âlemine baktığımızda gözümüze çarpan en yaygın ve en muhteşem manzara, yavrular ile anne ve babalar olacaktır. Merhametin ve şefkatin en yoğun bir şekilde ve aklın almayacağı bir zenginlikle yaşandığı bu alan, yeryüzünün her köşesinde her an sayısız mucizelere beşiklik etmektedir. Yerin altında ve üstünde, denizlerin karanlıklarında, ormanların derinliklerinde, dağların tepelerinde her an yüz binlerce canlı türünün sayısız bireyleri hayata gözünü açmakta, gözünü açtığı anda da hemen başının üzerinde onun için hayatını hiçe sayarcasına bir fedakârlıkla kendisini koruyup kollayan, besleyip büyüten bir anne ve/veya baba bulmaktadır. Tek bir sözle özetlenecek olursa, hayat, bütünüyle, bu sayısız canlı fertlerinde sayısız kere sayısız tecellîlerini gösteren bir rahmet hakikati sayesinde var olup gitmektedir. Yavruların yumurtadan veya anne karnından çıktığını biliyoruz; ama onları ve anne-babaları birbirine bağlayan merhamet nereden çıkıyor? Bu, hayatın kendisi kadar merak edilmeye değer bir sorudur ve bunun tek bir cevabı vardır:
Yüce Allah yüz rahmet yarattı, bunun bir parçasını yeryüzüne indirdi. Mahlûkat, işte bu bir parça rahmet sebebiyle birbirine merhamet eder; hattâ, yavrulu hayvan, yavrumu ezerim korkusuyla ayağını yavrusunun üzerinden kaldırır. Geri kalan doksan dokuz rahmeti ise, Yüce Allah kendi katında alıkoymuştur; kıyamet gününde onu yüze tamamlayacak ve onunla kullarına rahmet edecektir.[1]
Allah gökleri ve yeri yarattığı gün yüz rahmet yarattı ki, o rahmetlerden her biri gökle yer arası kadardır. Bu rahmetlerden bir tanesini yeryüzüne indirdi. İşte bu bir parça rahmet sebebiyle anne yavrusuna, vahşi hayvanlar ve kuşlar da birbirine merhamet eder. Kıyamet günü geldiğinde bu bir parça rahmetle diğer rahmetleri tamamlayacaktır.[2]
Hayatta hükmeden bu hakikatin kaynağını merak ettiğimiz gibi, bunu bize açıklayan Elçinin kim olduğunu da merak etmez miyiz?
Onu bize gönderen, “âlemlere rahmet” olarak gönderdiğini söylüyor,[3] mü’minlere çok düşkün, çok şefkatli ve çok merhametli[4] bir elçi olduğunu söylüyor. O elçiyle beraber gönderdiği kitabı da “mü’minlere hidayet, şifa ve rahmet”[5] olarak niteliyor.
Kitap ise, kendisini indireni, geçmiş ve gelecek bütün rahmet müjdelerini taşıyan Rahmân ve Rahîm isimleriyle tanıtmaya başlıyor ve bu isimleri bütün sûrelerin başında tekrar tekrar bize hatırlatıyor.
İşte, rahmet hakikati hakkında ne söylenecekse, Âlemlerin Rabbi tarafından bizzat, kitabı ve elçisiyle bildirdiği, kâinatın ve hayatın sayısız dillerle bilfiil şahitlik ettiği şekilde ve istikamette söylenecektir.
Ya adalet?
Kâinatın ilk olarak var oluşunu rahmet hakikati açıklarken, yeniden yaratılışı açıklayan en önemli hakikatlerden biri de adalet hakikati olarak karşımıza çıkıyor. Bunu Kur’ân’dan öğreniyoruz:
Hepinizin dönüşü Onadır; bu, Allah’ın hak olarak verdiği sözdür. O, mahlûkatı önce yaratır, sonra da iman edip salih amel işleyenleri adaletle ödüllendirmek için onları tekrar diriltir.[6]
Eğer “Yeniden diriltiliş ve ödüllendirme İlâhî rahmetin eseri değil miydi?” diye merak edecek olursanız, acele etmeyin. Kur’ân, bir başka âyetinde de Allah’ın “iman edip salih amel işleyenleri lütuf ve ihsanıyla ödüllendireceğini” haber veriyor.[7]
Eğer rahmet ve adalet birbiriyle bağdaşmayan zıt kavramlar olsaydı, bu iki ifadeyi birbiriyle bağdaştırmakta epey güçlük çekerdik. Fakat İlâhî isimler ve sıfatlar bir şeyde tecellî ederken, birbirinin tecellîsini zenginleştirecek ve tekmil edecek şekilde tecellî ederler. Bu yüzden, biz bir canlının beslenmesini sadece rızık vermeden ibaret bir fiil olarak değil, rahmet, ihsan, lütuf, kerem gibi birçok sıfatın beraberce tecellî ettiği muhteşem bir yaratılış sahnesi olarak görürüz. Bir prizmada kırılan ışıkta bakış açımıza göre değişik renklerin ön plana çıkması gibi, bizim bakış açımız ve maksadımıza göre, İlâhî fiillerde de farklı isimleri ön planda görmemiz mümkündür.
Hem rahmet, hem adalet
İşte bu sebeple, “İman edip salih amel işleyenler adaletle mi, yoksa lütuf ve ihsanla mı ödüllendirilecek?” sorusunun doğru cevabı “Her ikisiyle birden” olmalıdır. Çünkü daha başka âyetlerden de anladığımıza göre, hiç kimseye bir haksızlık edilmeyecek, hiç kimsenin zerre kadar emeği zayi olmayacak, çalışan ile çalışmayan veya çok çalışan ile az çalışan kimse aynı muameleyi görmeyecektir.[8] Bütün bunlar, manzaranın adalet yönünü açıklar.
Diğer yandan, kötülük ancak misliyle cezalandırılır, hattâ bazı kötülükler kısmen veya tamamen affa uğrarken iyilikler kat kat ödüllendirilecek,[9] onun da ötesinde rıza-i İlâhî ve rüyetullah gibi İlâhî lütuf ve ihsanlar da fazladan bağışlanacaktır.[10] Şu farkla ki, adalet mü’min-kâfir ayırımı yapmaksızın herkesi kuşatmakta, ancak rahmetten, onu inkâr ederek dünya hayatını mühürlemiş olanların âhiret âleminde bir nasibi kalmamakta, daha doğrusu, onlar bütün nasiplerini, Kur’ân’ın da bildirdiği gibi, “dünya hayatında tüketmiş”[11] bulunmaktadırlar. Bundan da şu sonucu çıkarabiliriz:
Rahmet ve adalet birbirinin alternatifi olarak değil, birbirinin eserini tamamlayıcı şekilde tecellî eden hakikatlerdir. Sadece, hangi açıdan baktığımıza bağlı olarak, onlardan biri ön planda, diğeri ona tâbi olarak görünebilir, o kadar.
Bizim hayatımızda rahmet ve adalet
Bu tesbitlerden çıkaracağımız en önemli derslerden biri de şu olsa gerektir:
İlâhî isimlerin tecelliyatında beraberce eserini gösteren bu iki kavram, Esmâ-i Hüsnânın en üstün ve kapsamlı aynası olan insanın iradeli fiillerinde ve eserlerinde de hiçbir zaman birbirinden ayrı düşmemelidir. Yani, Müslüman, sadece adaletli veya sadece merhametli değil, hem adaletli ve hem de merhametli olmakla yükümlüdür; insanlığın ve imanın kemaline ancak bu suretle ulaşılır. Gerek Kur’ân-ı Kerimin, gerekse onu bize getiren Âhirzaman Peygamberinin (s.a.v.) irşadları bu yöndedir.
Âlemlerin Rabbi, bütün insanlığa hitap eden kitabına niçin Rahmân ve Rahîm isimleriyle başlar? Niçin bu isimlerini her bir sûrenin başında tekrarlar? Niçin “raûf ve rahîm” sıfatlarıyla nitelediği en sevgili kulunu kendisine elçi seçer de âlemlere rahmet olarak gönderir? İndirdiği kitabı niçin mü’minlere rahmet olarak indirir? İman eden kullara Resulünün selâmdan sonra ilk söyleyeceği sözün niçin “Rabbiniz kendisine rahmeti ilke edindi” olmasını emreder?[12] Apaçık bir irade eseri olan bu fiiller, Allah’ın herşeyi kuşatan rahmetini müjdelemenin yanı sıra, muhataplarını da fiillerinde bu ismin eserini göstermeye sevk etmiyor mu?
Zenginliğiyle şımarmış Karun’a öğüt verenler, “Allah’ın sana ihsan ettiği gibi sen de insanlara ihsan et”[13] derken onu çok büyük ve şerefli bir rütbeye çağırıyorlardı. Evet, Allah ihsan eder, insan ise hem Allah’ın ihsanına mazhar olur, hem de Onun ihsanından kullara ihsanda bulunur. Allah affeder, kul hem Allah’ın affına mazhar olur, hem de Ondan öğrendiği gibi diğer kullara karşı affedici olur. Allah rahmet eder, kul hem Allah’ın rahmetine mazhar olur, hem de Onun kendisine bağışladığı merhametle diğer insanlara ve mahlûkata merhamet eder. Çünkü insan, Rabbinin Esmâsına hem mazhar, hem de muzhir olacak ve yeryüzünü bu iki türlü mazhariyetinin sonucu olan eserleriyle maddeten ve mânen süsleyecek şekilde yaratılmıştır.
Allah’ın insandan merhametli ve adaletli davranmayı istemesi de işte tam bu sebeptendir. Yer ve Gökler Rabbinin sınır konmamış istidatlara malik şekilde yarattığı insan nesli bu imtihan meydanında görmediği Rabbine görmüş gibi iman edecek ve Onun yere ve göklere serdiği imkânları Onun verdiği yeteneklerle kullanacak, maddî ve manevî eserler verecek, hükümranlıklar kuracak, dünyanın çehresini bir ölçüde değiştirecektir. Bütün bunlar, insanın bir cüz’î irade ile beraber bu imtihan meydanına gönderilmiş olması sayesinde mümkün olur. Cüz’î irade ise, hayır ile şer arasında tercih yapabilmeyi gerektirir; aksi takdirde kâinat dolusu meleklerin zaten mükemmelen yerine getirmekte oldukları görevlerin yanı sıra bir de insan neslinin yaratılmasında bir anlam bulunmazdı. Hayır ile şerrin serbest bırakıldığı bir dünyanın yaşanır hale gelmesi ise ancak adaletin ve merhamet duygusunun beraberce var olması durumunda mümkün olabilir; yekdiğerinin yokluğunda her ikisi de hedefini şaşırır ve lâyık olduğu hedefe yönelmeyen merhamet merhametsizliğe, adalet zulme dönüşür. Nitekim insanı bütün varlıkların üzerinde bir mertebeye taşıyacak ve Cennete lâyık hale getirecek olan özelliklerinin başında da adaletli ve merhametli olması gelmektedir. Bir hadis-i şerifte Cennetlikleri Cennetlik yapan üç özellikten ikisi adalet ve merhamet olarak sayılmıştır:
Cennetlikler üç kısımdır:
Âdaletli ve tevfike mazhar yönetici,
Bütün akrabasına ve Müslümanlara karşı merhametli ve rikkat-i kalp sahibi kimse,
Kalabalık ailesi olduğu halde haram kazançtan sakınan ve kimseden birşey istemeyen kimse.[14]
İnsanlar merhametle emrolunurken, merhametsizliğin sonucu hakkında da son derece ciddî bir şekilde uyarılmışlardır ki, aslında bu sonuç da, yukarıda belirttiğimiz gibi, adaletin gereğidir:
Merhamet edenlere Rahmân da merhamet eder. Siz yeryüzü ahalisine merhamet edin ki göktekiler de size merhamet etsin.[15]
Merhamet edin ki merhamet olunasınız. Bağışlayın ki bağışlanasınız. Söz hunilerine [işittikleri güzel sözleri başkalarına aktarıp da kendileri nasiplenmeyen kimselere] yazıklar olsun; işledikleri şeyde bile bile ısrar eden ısrarcılara yazıklar olsun.[16]
İnsanlara merhamet etmeyene Allah da merhamet etmez.[17]
Merhamet etmeyene merhamet olunmaz.[18]
Adalet nasıl zulme dönüşür?
Adalet konusuna gelince, daha Mekke döneminde, mü’minler hiçbir şeye hükmedecek güce sahip olmadıkları gibi topyekûn yok edilme tehlikesi ile karşı karşıya bulunuyorken, Kur’ân onları bir adalet eğitiminden geçiriyordu.
Böyle bir ortamda inen A’râf sûresinin bir âyeti Musa kavmine mensup adaletli bir topluluktan övgüyle söz ederken, bir başka âyeti de daha genel ifadelerle bu özelliklere sahip insanları model olarak mü’minlerin önüne koyuyordu.[19]
Yine Mekke dönemi âyetlerinden birinde Peygamberimize “Bana sizin aranızda adaleti gözetmem emredildi” demesi bildirilmişti.[20]
Mekke döneminde inen sûrelerden Nahl sûresinin bir âyetinde “adaleti emreden ve kendisi de dosdoğru bir yol üzerinde bulunan kimse”[21] model olarak gösterilirken, aynı sûrenin her Cuma günü hutbelerde dinlemekte olduğumuz bir başka âyetinde de adalet, Allah’ın emirleri arasında ilk sırayı alıyordu.[22]
Bu âyetlerin indiği dönemde zekât farz kılınmamış, içki yasaklanmamıştı. Ama zulüm o zaman da yasaktı ve insanlar adaletle emrolunuyordu. Bunun sebebi açıktır:
Tevhid gibi, iman gibi, adalette de mertebeler bulunmaz, azı-çoğu olmaz, tedric uygulanmaz. İman ya vardır, ya da yoktur; tevhid yoksa şirk vardır; adalet de adalet olarak var olabilir, derecelendirilmeye kalkılırsa daha az adalet halini almaz, doğrudan doğruya zulüm olur. Nitekim Arapçada “ezdad” adı verilen ve zıd anlamlarda kullanılabilen kelimelerden “adalet” ve “kıst” sözcüklerinin hem adalet, hem de zulüm anlamına gelecek şekilde kullanılmasında bu hakikat saklıdır:
Arapçada adalet anlamında kullanılan adl ve kıst sözcüklerinin “ezdad”dan olması, yani birbirinin zıddı olan iki anlamı içinde taşıması da oldukça ilginç ve dikkat çekicidir. Türkçede bugün adalet diye çevirdiğimiz adl ve kıst sözcükleri, Arap dilinde hem adalet, hakkaniyet hem de zulüm ve haksızlık anlamına gelmektedir. Bu iki sözcüğün etimolojik olarak böyle ikili bir içeriğe sahip olması adeta her söz ve davranışın bıçak sırtında olduğunu ve adalet olmadığı takdirde zulme kayabileceğini, bir bakıma denge durumunun dengeyi kaybetme potansiyelini içerdiğini ima etmektedir.[23]
Böylesine hassas bir şekilde korunmasının şart oluşu sebebiyle olsa gerektir ki, adalet, daha Mekke döneminde Müslümanların kodlarına işlenmiş, Medine döneminde de hem Nisâ, hem de Mâide sûrelerinde, Müslümanlar her türlü şart altında, hattâ kendileri haksızlığa maruz kalsalar dahi adaleti ayakta tutmakla emrolunmuşlardır.[24]
Yine bu sebeptendir ki, rahmeti inkâr eden yahut rahmetin mucebince davranmayan kişinin cezası rahmetten mahrumiyet olduğu halde, adaletten ayrılarak zulmeden kişi adaletten mahrumiyetle değil, yine adaletle karşılık bulur ki, o da inkâr ettiği rahmetten mahrumiyet demektir.
Adalet rahmetsiz, rahmet adaletsiz olmaz
Diğer taraftan, rahmet ve adalet de birbiriyle o kadar yakından ilişkilidir ki, bunlardan birinde ortaya çıkan problem zarurî olarak diğerini de etkiler. Merhamet duygusunun zayıfladığı topluluklarda adalet hedefini şaşırır ve adalet olmaktan çıkar; adaletin ihmal edildiği topluluklarda da merhamet lâyık olmayana yönelir ve merhamet olmaktan çıkar. Bununla birlikte, adaletin zayıflaması doğrudan doğruya zulme dönüşme anlamına geldiği için olsa gerektir ki, Allah’ın Resulü, İslâmda bozulmanın adaletten başlayacağını haber vermiştir:
İslâmın kulpları birer birer sökülecek. Bir kulp sökülünce insanlar ondan sonrakiyle uğraşacaklar. İlk sökülen kulp hüküm (adalet),[25] son sökülen de namaz olacak.[26]
İşte bu sebepten, bozulmakta olan bir toplumda ıslahata herşeyden önce adaletten başlamak gerekir. Aksi takdirde, sökülen kulpları tekrar yerine koymadan girişilecek tamir teşebbüslerinin fazla bir anlam taşımayacağı açıktır.
Bu sitede yayınlanan yazılardan ânında haberdar olmak için
bizi Twitter’da takip edebilirsiniz:
[1] Buharî, Edeb: 19; Müslim, Tevbe: 17-20.
[2] Müslim, Tevbe: 21.
[3] Enbiyâ, 21:107.
[4] Tevbe, 9:128.
[5] İsrâ, 17:82; Neml, 27:77.
[6] Yunus, 10:4.
[7] Rum, 30:45.
[8] Örnekler için bkz. Bakara, 2:281; Âl-i İmrân, 3:25, 162-163; Nisâ, 4:124; En’âm, 6:132; Yunus, 10:47; Kehf, 18:49; Sâd, 38:28; Zümer, 39:69; Câsiye, 45:22; Ahkaf, 46:19; Kalem, 68:35; Cin, 72:13.
[9] Bkz. Nisâ, 4:40; En’âm, 6:160; Neml, 27:89.
[10] Bkz. Âl-i İmrân, 3:15; Yunus, 10:26; Secde, 32:17.
[11] Bkz. Ahkaf, 46:20.
[12] “Âyetlerimize iman edenler sana geldiklerinde, sen onlara de ki: Size selâm olsun. Rabbiniz kendi üzerine rahmeti yazdı. Sizden kim bir cahillik edip de kötülük işler, sonra ardından tevbe eder ve durumunu düzeltirse, Onun çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici olduğunu görecektir.” (En’âm, 6:54).
[13] Kasas, 28:77.
[14] Müslim, Cennet: 63.
[15] Ebû Dâvud, Edeb: 58.
[16] Buharî, el-Edebü’l-Müfred, no: 380; Müsned, 2:219.
[17] Buharî, Tevhid: 2; Müslim, Fedâil: 66.
[18] Buharî, Edeb: 18; Müslim, Fedâil: 65.
[19] Bkz. A’râf, 7:159 ve 181.
[20] Şûrâ, 42:15.
[21] Nahl, 16:76.
[22] Nahl, 16:90.
[23] H. Yunus Apaydın, “Adalet Nedir: Mahiyet ve Keyfiyet,” Bilimname XXX5, 2018/1, s. 459-476. İnternet adresi: http://isamveri.org/pdfdrg/D02237/2018_35/2018_35_APAYDINHY.pdf
[24] Bkz. Nisâ, 4:135; Mâide, 5:2, 8.
[25] “Hüküm” kelimesinin “adalet” anlamında kullanılışı için bkz. Sâd, 38:26.
[26] Müsned, 5:251; Müstedrek (Hakim), no. 7104; Sahih (İbni Hibban), no. 6715.
[1] Buharî, Edeb: 19; Müslim, Tevbe: 17-21.
[2] Enbiyâ, 21:107.
[3] Tevbe, 9:128.
[4] İsrâ, 17:82; Neml, 27:77.
[5] Yunus, 10:4.
[6] Rum, 30:45.
[7] Örnekler için bkz. Bakara, 2:281; Âl-i İmrân, 3:25, 162-163; Nisâ, 4:124; En’âm, 6:132; Yunus, 10:47; Kehf, 18:49; Sâd, 38:28; Zümer, 39:69; Câsiye, 45:22; Ahkaf, 46:19; Kalem, 68:35; Cin, 72:13.
[8] Bkz. Nisâ, 4:40; En’âm, 6:160; Neml, 27:89.
[9] Bkz. Âl-i İmrân, 3:15; Yunus, 10:26; Secde, 32:17.
[10] Bkz. Ahkaf, 46:20.
[11] “Âyetlerimize iman edenler sana geldiklerinde, sen onlara de ki: Size selâm olsun. Rabbiniz kendi üzerine rahmeti yazdı. Sizden kim bir cahillik edip de kötülük işler, sonra ardından tevbe eder ve durumunu düzeltirse, Onun çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici olduğunu görecektir.” (En’âm, 6:54).
[12] Kasas, 28:77.
[13] Müslim, Cennet: 63.
[14] Ebû Dâvud, Edeb: 58.
[15] Buharî, el-Edebü’l-Müfred, no: 380; Müsned, 2:219.
[16] Buharî, Tevhid: 2; Müslim, Fedâil: 66.
[17] Buharî, Edeb: 18; Müslim, Fedâil: 65.
[18] Bkz. A’râf, 7:159 ve 181.
[19] Şûrâ, 42:15.
[20] Nahl, 16:76.
[21] Nahl, 16:90.
[22] H. Yunus Apaydın, “Adalet Nedir: Mahiyet ve Keyfiyet,” Bilimname XXX5, 2018/1, s. 459-476. İnternet adresi: http://isamveri.org/pdfdrg/D02237/2018_35/2018_35_APAYDINHY.pdf
[23] Bkz. Nisâ, 4:135; Mâide, 5:2, 8.
[24] “Hüküm” kelimesinin “adalet” anlamında kullanılışı için bkz. Sâd, 38:26.
[25] Müsned, 5:251; Müstedrek (Hakim), no. 7104; Sahih (İbni Hibban), no. 6715.