İlle de ahlâk: 1

     

İlk defa Resulullahın ahlâkını onun hak peygamber oluşuna delil olarak gören ve "Vallahi, Allah seni mahcup etmeyecek" diye onu teşvik eden, Hz. Hatice olmuştu.

İlk Müslümanlar, Kur'an'ın ahlâk derslerinden hiçbirine rahat koltuklarında muhatap olmadılar. Onlar bir yandan Allah’tan başka hiç kimsenin önünde eğilmemeyi öğrenirken, bir yandan da hiç kimseye karşı zorbalık taslamamayı bir arada öğreniyorlardı.

Onlar müşriklerin amansız ambargoları altında bir lokma ekmeği bulamaz durumda iken, aynı zamanda yetimi korumayı, yoksul doyurmaya önayak olmayı, anne ve babaya iyilik etmeyi, köle azad etmeyi, insanlara güzel söz söylemeyi, kusur edeni bağışlamayı, hayırda yarışmayı da öğreniyorlardı.

Onlar “Amel imandan bir cüz müdür, değil midir?” diye düşünmüyorlar, bu emirleri Âlemlerin Rabbinden gelen bir iltifat ve Onun rızasına ulaştıracak bir yol olarak görüyorlardı.

Sahabeden bize aktarılan hatıralar ne kadar çok namaz kılıp oruç tuttuklarından ziyade, Kur’ân’ın bize “en güzelini almak” şeklinde gösterdiği hedefi hayatın bütün alanlarına nasıl yansıttıkları üzerinde yoğunlaşıyor.

Kur’ân “Size indirilenin en güzeline, en güzel bir şekilde tâbi olun” diyor, onlar da hayatlarının her ânını “en güzeli aramak” yolunda harcıyorlardı.

 

ÜMİT ŞİMŞEK
Açıkdeniz dergisi, Ağustos 2022

 

Asr-ı Saadete rengini veren iman eğitimi, hayatın bütün gözeneklerine nüfuz eden uygulamalı bir eğitim ruhu idi, yoksa bugün bizim anladığımız mânâ ile hayatın bazı bölümlerini ilgilendiren bir eğitim değildi. Bu eğitim, iyi, güzel ve faydalı olan herşeyi kucaklayan, kötüyü iyileştiren, çirkini güzelleştiren, güzeli daha da güzelleştiren ve insan neslinin yaratılışındaki gayeleri hayatın bütün alanlarında ortaya çıkarmayı hedef alan bir karakter inşası anlamını taşıyordu. Aklı başında olan herkes bu eğitime talip olabiliyor, talip olur olmaz doğrudan doğruya Âlemlerin Rabbi ile irtibat kuruyor ve kulluğunu bizzat Ona sunacak, en gizli arzularını Ona açacak, her gün ve gece defalarca Onun huzuruna çıkıp Onunla bâkiyâne bir sohbete mazhar olacak bir rütbeye erişiyor, bunun yanı sıra kendisini Allah’ın diğer kullarıyla ebedî bir kardeşlik halkası içinde buluyor ve, tıpkı farklı türlerden rengârenk çiçeklerle dolu bir bahçeye her bir çiçeğin kendine has güzelliğiyle katkıda bulunuşu gibi, Allah tarafından kendisine bağışlanmış özel yetenekleriyle bu varlık âleminde diğer güzel kullardan farklı ama hepsiyle ahenkli bir güzel iz bırakmak suretiyle insan neslinin yaratılış gayesini ilân ediyordu.

Kur’ân-ı Kerim, bu eğitimi “Oku!” emriyle başlattı. Ama bu emrin ilk muhatabı sıradan birisi değildi. O, insanlığın bütün güzellikleriyle bezenmiş, karakteriyle bütün insanların takdir ve güvenini üzerinde toplamış, ahlâkın bütün alanlarında herkese örnek olacak bir insandı. İlk vahyin hayreti ve dehşeti içindeyken, bu şifreyi çözen ve onun ahlâkını hak peygamber oluşuna delil olarak değerlendiren, mü’minlerin annesi Hz. Hatice oldu. Örtülere bürünmüş, yüreği uçacak gibi çarpan, “Bana ne oluyor böyle?” diye soran hayat arkadaşına o asil ruhlu ve feraset sahibi kadın “Korkma, sevin” diye cevap verdi. Sonra da yeminlerle bu tesellîsine delil olarak onun ahlâkını gösterdi:

 

Vallahi, Allah seni asla mahcup etmeyecek. Vallahi, sen akrabalık bağlarını gözetirsin, sözün doğrusunu söylersin, gücü kuvveti yetmeyenlerin işini görürsün, yoksulların gönlünü alırsın, misafire ikram edersin, daima hakkın tarafını tutar ve haksızlığa uğramış kimselere yardım edersin.[1]

 

Bu ilk vahiyden sonra ikinci olarak inmeye başlayan sûre de ilk âyetlerinde “Hiç şüphesiz sen pek büyük bir ahlâk üzeresin”[2] buyurarak Hz. Hatice’yi tasdik edecekti. Henüz insanların gizlice birer ikişer Müslüman olmaya başladığı bir zamanda inen bu âyet, aynı zamanda, bu dinin müstakbel saliklerine de hedef olarak onun ahlâkını gösteriyor ve zımnen “Siz de bu büyük ahlâk sahibine tâbi olun, onun gösterdiği yoldan gidin ve onun gibi olmaya çalışın” diyordu.

Onun gösterdiği yoldan gidenler de ona benzediler. Allah’ın elçisi geldi ve zulmün, barbarlığın, vahşetin hüküm sürdüğü Cahiliye ortamında onları birer ahlâk ve fazilet abidesine çevirdi. Onlara nasıl bir din üzere oldukları sorulduğu zaman, nasıl ibadet ettiklerinden önce, nasıl bir insan haline geldiklerini anlatıyorlardı. Tıpkı Necaşi’nin sorusuna Cafer b. Ebî Talib’in verdiği cevapta olduğu gibi:

 

Biz cahil, putlara tapan, leş yiyen, çirkin işler yapan, akrabalarla bağlarını koparan, komşuya kötü davranan, kuvvetlinin zayıfı yiyip bitirdiği bir toplum idik. Allah bize soyunu, doğruluğunu, güvenilirliğini ve iffetini bildiğimiz bir elçi gönderinceye kadar bu hal üzere devam ettik. O elçi bizi Allah’a, Onu birlemeye ve Ona kulluğa davet etti. Atalarımızın ve bizim Allah’tan başka taptığımız taş ve putları terk etmeye çağırdı. Doğru sözlü olmayı, emaneti ehline vermeyi, akrabayla ilişkiyi devam ettirmeyi, güzel komşuluk yapmayı, haramlardan ve kan dâvâsı gütmekten kaçınmayı emretti. Çirkin işleri, yalan konuşmayı, yetim malı yemeyi ve iffetli hanımlara iftira atmayı bize yasakladı. Sadece Allah’a kulluk etmemizi ve Ona hiçbir şeyi ortak koşmamamızı istedi.[3]

 

Fakat hayır ve şerrin bir çatışma alanı olarak yaratılan dünyanın gerçekleri arasında kötü ahlâkın her türlüsü de vardı ve örnekleri her devirde yaygın olarak bulunuyor, çoğu zaman da toplumlarda hakim hale geliyordu. Kur’ân talebelerinin önündeki görev güzel ahlâkla bezenmek kadar, hattâ ondan da önce, kötü ahlâktan ve kötü ahlâklılardan sakınmak idi. Bu sebepledir ki, Resulullahın ahlâkını örnek olarak mü’minlere gösteren Kur’ân, onu takip eden âyetlerde de sakınılacak olan kötü ahlâk sahiplerini sıralıyor ve onlar hakkında Resulullahı ve mü’minleri uyarıyordu:

 

Yolundan sapanları Rabbin çok iyi biliyor; doğru yolda olanları en iyi bilen de Odur.
Yalanlayanların sözüne uyma.
Onlara yaltaklanmanı isterler, tâ ki onlar da sana yaltaklansınlar.
Uyma sen çok yemin edene, aşağılık kimseye,
Başkasını çekiştirene, söz taşıyana,
Hayra engel olana, haddini aşana, çok günahkâr olana,
Kaba ve katı kalpli, üstelik karaktersiz, aşağılık kimseye.
Malları, oğulları var diye onlara uyma.[4]

 

Bütün bunlar bir başlangıçtı ve çeyrek asır boyunca devam edecek olan eğitim süreci boyunca gerek güzel ahlâkı tarif eden ve ona özendiren, gerekse kötü ahlâkı tarif eden ve ondan sakındıran âyetler hayatın içine imanla birlikte zerk edilerek mü’min karakterini en yüksek seviyelere taşıyacaktı. Resulullahın “Ben üstün ahlâkı tamamlamak için gönderildim”[5] hadis-i şerifiyle bize açıkladığı görevi işte bu suretle, peş peşe hayatın ortasına inen âyetlerle gerçekleşecek ve nihayet, ahkâm âyetlerinin en sonuncusunda “Bugün sizin dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım, sizin için din olarak İslâmı seçtim”[6] cümlelerinde de görevin rıza-i İlâhîye uygun bir şekilde tamamlanmış olduğu müjdelenecekti.

Bu eğitim sürecinin ilk Müslümanlar için oldukça çetin bir süreç olduğunu unutmayalım. Onlar bu derslerin hiçbirine rahat koltuklarında muhatap olmadılar. Özellikle Mekke dönemi, beşer tahammülünü aşan şartlar altında geçen bir eğitim dönemiydi ve Kur’ân-ı Kerimin iman ve ahlâk derslerinin büyük bölümü bu dönem içinde tamamlanmıştı. Horlanan, taşlanan, saldırılara uğrayan, zincire vurulan, işkence gören, yaralanan, öldürülen, ipi çoluk çocuğun eline verilip sokak sokak dolaştırılan o insanlar, bir yandan kendilerini doğrudan doğruya Âlemlerin Rabbiyle irtibatlandıran iman derslerini alırken, aynı derslerin içinde Rablerinin esmâsından yansıyan rengârenk ahlâk güzellikleriyle de beslenip süsleniyorlar, böylece Allah’tan başka hiç kimsenin önünde eğilmemeyi öğrenirken hiç kimseye karşı zorbalık taslamamayı, Allah’ın lütuf ve ihsanlarıyla neşelenirken Allah’ın kullarına da ihsanda bulunmayı bir arada öğreniyorlardı.

Fakat bütün güzelliklerinin yanı sıra, bu eğitim en başından itibaren ciddîye alınması gereken bir eğitimdi ve hiçbir zaman rehavete düşmemek gerekiyordu. Zira geçmiş ümmetlerin az bir gevşeklik ve lâübalilikle başlayan maceraları ortadaydı. Bu yüzden de üzerlerinden eksik olmayan inayet-i İlâhiyenin zımnında Rabbanî uyarılar da zaman zaman ilk Müslümanları uyanık tutuyor ve rehavete kapılmalarına fırsat bırakmıyordu. Mekke günlerinden bir gün şöyle bir âyet nazil oldu:

 

İman edenlerin, Allah’ı anmaya ve hak olarak inene karşı kalplerinin yumuşaması için zaman hâlâ gelmedi mi? Onlar, daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasın ki, üzerinden zaman geçince kalpleri katılaşıvermiş ve birçoğu yoldan çıkmıştı.[7]

 

İlk olarak İslâma giren üçüncü veya altıncı kişi olan İbn Mesud, “Bizim Müslüman olmamız ile Allah’ın bizi bu âyetle azarlaması arasında sadece dört yıl geçmişti” diyor.[8]

İlk Müslümanlar doğrudan doğruya Kur’an âyetleriyle yetiştiler. Bugün Darü’l-Erkam adıyla bilinen ve Müslüman olduğu henüz müşrikler tarafından bilinmeyen Erkam’a ait geniş ev, Mekke döneminin ilk yarısında onlar için bir yeraltı okulu hizmetini gördü. Gözlerden nisbeten uzak bir yerde bulunan bu geniş ve kullanılışlı eve Müslümanlar gizlice geliyor ve Rablerinden inmiş bulunan âyetleri birbirlerinden öğreniyorlardı. Ne Resulullahın, ne de Sahabîlerinin o şartlar altında uzun uzadıya sohbetler yapmalarına imkân yoktu, pek az ahkâm içeren Mekkî sûreler için zaten buna zaruret de yoktu. Yalnız, başta namaz olmak üzere ibadetlerini öğreniyorlar, bu ibadetleri büyük bir şevk ve muhabbetle yerine getirmeye çalışıyorlar, bunun dışında Kur’ân’ın emir, yasak, teşvik ve sakındırmalarını öğrenmeye, Kur’ân’ın emrettiği güzel ahlâklarla süslenip çirkin huy ve davranışlardan arınmaya çalışıyorlardı. Daha önce Müslüman olanlar, bir yandan yeni inen âyetleri öğrenirken bir yandan da yeni Müslüman olanlara evvelce inen âyetleri öğretiyor, yeni Müslüman olanlar da evvelce inmiş bulunan âyetlerin yanı sıra yeni inen âyetleri de öğrenmek için çalışıyorlardı. Onlar Rablerini bu âyetlerle tanıyorlar, neleri yapıp nelerden uzak duracaklarını yine bu âyetlerden öğreniyorlar, sonra da Rableri hakkında öğrendikleri herşeyi hayatlarında görüp gösteriyorlardı. Bir bakıma, bu eğitim sürecinin ortaya çıkardığı mü’min modelini İlâhî kader Kur’ân ile yaşayan o insanların şahsında bize gösteriyor ve bu sıralarda nazil olan âyetler de onları bize şu şekilde tarif ediyordu:

 

Mü’minler gerçekten kurtuluşa ermişlerdir.
Onlar namazlarında derin bir saygı ve alçakgönüllülük içindedirler.
Onlar boş şeylerden yüz çevirirler.
Onlar zekât[9] için çalışırlar.
Onlar iffetlerini korurlar.
Ancak eşlerine ve ellerinin altındakilere  karşı müstesna — bunlar kınanmazlar.
Kim bunun ötesine geçmek isterse, işte onlar hadlerini aşmış olanlardır.
O mü’minler, emanet ve ahidlerine riayet ederler.
Onlar namazlarını da gözetir ve korurlar.
İşte onlar vârislerin tâ kendileridir.
Onlar Firdevs Cennetlerine vâris olacak ve orada ebediyen kalacaklardır.[10]

 

Bu âyet kümesinin benzeri, yine Mekke’de nazil olan Meâric sûresinde de yer almakta ve, dikkat çekici bir şekilde, her iki sûrede de mü’minlerin özellikleri namazla başlayıp namazla bitmekte, böylece her bir mü’min ferdin Allah ile doğrudan irtibatı onun en önemli özelliği olarak vurgulanmaktadır. Namazın dışındaki özellikler ise, zekât da dahil olmak üzere, mü’minlerin aile ve toplum hayatıyla ilgili hususlardır. Bu tariflere göre, bir insanı mü’min yapan şey onun imanı ve namazı olduğu kadar, aynı zamanda iffetli ve ahlâklı olması, sözünün eri olması, güvenilir kimse olması, “Zekât için çalışırlar” ifadesinden de anlaşıldığı gibi yoksulları gözetmeyi bir ideal olarak benimsemiş olmasıdır.

Tekrar hatırlatalım: Bu âyetlerin indiği ortam, mü’minlerin kendi canlarını kurtarmaktan başka bir şeyi düşünemeyecekleri bir ortamdı. Ama onlar müşriklerin amansız ambargoları altında bir lokma ekmeği bulamaz durumda iken, aynı zamanda yetimi korumayı, yoksul doyurmaya önayak olmayı, anne ve babaya iyilik etmeyi, köle azad etmeyi, insanlara güzel söz söylemeyi, kusur edeni bağışlamayı, hayırda yarışmayı da öğreniyorlardı. Daha doğrusu, Kur’ân’ın âyetleri, tıpkı balarısını nektarın kaynağına çağıran çiçek kokuları gibi, onları imanın bütün güzellikleriyle yaşandığı bir hayatın kaynağına çekiyor ve zahiren meşakkatli bir hayatın ortasında onlara bir saadet asrı yaşatıyordu. Onlar “Amel imandan bir cüz müdür, değil midir?” diye düşünmüyorlar, bu emirleri Âlemlerin Rabbinden gelen bir iltifat ve Onun rızasına ulaştıracak bir yol olarak görüyorlardı. Öyle ki, iman ile amel kelimelerinin birbiri yerinde kullanıldığı da oluyordu. Kıblenin değişmesinden sonra “Şimdiye kadar kıldığımız namazlar boşa mı gitti?” endişesine kapılan mü’minleri rahatlatan âyet, “Allah sizin imanınızı zayi edecek değildir”[11] diyor ve bu cümledeki “iman” kelimesinden amelin kastedildiğini herkes anlıyordu. Resulullah, bir keresinde “İslâm nedir?” diye soran kimseye “Kalbini Aziz ve Celil olan Allah’a teslim etmen ve senin dilinden ve elinden Müslümanların selâmette olmasıdır” cevabını vermiş, “Hangi İslâm daha faziletlidir?” sorusunu “İman” diye cevaplandırmış, “Hangi iman daha faziletlidir?” sorusuna “Hicret” cevabını vermiş ve hicreti de “kötülükten uzaklaşmak” şeklinde tarif etmişti.[12] Biat etmek üzere kendisine gelen kimseye ise Resulullah İslâmın şartları ile cihad şartını bildirince adam bunlardan zekâta ve cihada gücünün yetmeyeceğini söyleyerek nazlanmış, bunun üzerine Resulullah “Cihad yok, zekât yok, peki Cennete neyle gireceksin?” diye sormuş, adam da yaptığı hatâyı anlayarak bütün şartları kabul etmişti.[13] Hiç şüphesiz, bütün bunlar iman, İslâm, amel gibi kavramların müteradif kelimeler olduklarını göstermez, fakat tıpkı bir canlı vücudundaki organlar ve sistemler gibi birbirinden ayrılmayacak şekilde iç içe geçmiş kavramlar olduklarını apaçık gösterir. Kur’ân’ın da ibadet, muamelât, namaz, oruç, aile hayatı, toplum hayatı gibi bir tasnifata girişmeksizin bütün bir hayatı bize ders vermesi de yine aynı hikmete binaendir.

İlk nesillerin Kur’ân’ı ve hayatı bir bütün olarak okumaları sebebiyledir ki, onlardan bize aktarılan hatıralar ne kadar çok namaz kılıp oruç tuttuklarından ziyade, Kur’ân’ın bize “en güzelini almak” şeklinde gösterdiği hedefi hayatın bütün alanlarına nasıl yansıttıkları üzerinde yoğunlaşıyor. Kur’ân “Size indirilenin en güzeline, en güzel bir şekilde tâbi olun” diyor, onlar da hayatlarının her ânını “en güzeli aramak” yolunda harcıyorlardı. Tâbiîn döneminden nakledilen şu uygulama, bu arayışın en güzel meyvelerinden birini tasvir ediyor:

 

Tâbiîn muhaddislerinden Muhammed b. Ziyad:

Ben Sahabe ve Tâbiîn nesline yetiştim. Onlar kendi yakınlarıyla birlikte bir evde otururlardı. Bazan onlardan birine misafir gelirdi, birinin tenceresinde yemek pişerken misafiri gelen kimse yakının evine gider, misafirine yemek yedirmek için onun ocağındaki tencereyi alıp götürürdü. Tencerenin sahibi tencereyi yerinde göremeyince “Tencereyi kim aldı?” diye sorardı. Kendisine misafir gelen kimse “Onu misafirimize ikram etmek için biz aldık” derdi. Tencerenin sahibi de “Afiyetle yiyin” veya buna benzer bir şey söylerdi. Ekmek pişirdikten sonra da böyle birbirlerinden alırlardı. Onların evlerini birbirinden sadece kamış duvarlar ayırırdı.

[Ravilerden] Bakıyye b. Velîd şöyle dedi: “Ben hocam Muhammed b. Ziyad'a ve arkadaşlarına yetiştim. Onların durumu da aynen böyleydi.”[14]

 [Devamı var]

***

Resim: ChatCPT


[1] Müslim, İman: 252.

[2] Kalem sûresi, 68:4.

[3] Müsned, 1:202.

[4] Kalem sûresi, 68:7-14.

[5] Muvatta’, Hüsnü’l-Hulk: 1; Müsned, 2:381

[6] Mâide sûresi, 5:3.

[7] Hadîd sûresi, 57:106.

[8] Müslim, Tefsir: 24; bkz. İbni Mâce, Zühd: 19.

[9] Dikkat çekicidir: Kur’ân’da bazan “sadaka” kelimesiyle de atıfta bulunulan zekât Medine döneminde farz kılınmış olmakla birlikte, Mekkî sûrelerde de, arınma mânâsının yanı sıra infak ve sadaka mânâsını da açıkça ifade edecek şekilde birçok yerde geçmekte ve ileride farz olarak ahkâmı bildirilecek bir ibadetin mânâsı, daha ilk dönemlerden itibaren Müslümanların ruhlarına kodlanmaktadır. (Bkz. A’raf 156, Meryem 55, Enbiya 73, Neml 3, Lokman 4, Fussılet 7, Müzzemmil 20, Beyyine 5. âyetler.)

[10] Mü’minûn sûresi, 23:1-10. Benzer âyet kümesi için bkz. Meâric sûresi, 70:22-35.

[11] Bakara sûresi, 2:143.

[12] Müsned, 4:114.

[13] Müsned, 5:224; Müstedrek, 2:79.

[14] Buharî, el-Edebü’l-Müfred, müt. M. Yaşar Kandemir (Tahlil Yayınları, İstanbul: 2017), c. 2, s. 79-80.