Allah ve Resulü iman ve ameli hiçbir zaman birbirinden ayırmamış, bilâkis daima birleştirmiştir. Nitekim imanın ve İslâmın güzelliği de ancak ahlâkın güzelliğinde ortaya çıkmakta, bunlar birbirinden ayrıldığı takdirde ise, geride kalan şeyin iman veya İslâm denecek hali kalmamaktadır.
Ulûhiyet sıfatlarında yapılan tasnifatın yanı sıra Kur’an ve Sünnetin emir ve yasaklarında da tasnifata girişilmesi, helâl-haram hassasiyetinin aşınmasını, Kur’an ve Sünnetin öngördüğü adalet, ahlâk ve fazilet esaslarının ihmalini ve zamanla fiilen yürürlükten kalkmasını sonuç verdi.
Tevfik İleri’nin bir tesbiti: “Mekteplerde, ailelerde ahlâk dersleri vermek yetmez. İcracıların da birer ahlâk kahramanı olması gerekir.”
ÜMİT ŞİMŞEK
Açıkdeniz dergisi, Ağustos 2022
[İkinci ve son bölüm]
Kur’ân ve Sünnetten Sahabe ve Tabiîn nesillerinin hayatlarına yansıyan bu büyük nasibi bizim nasibimizle karşılaştırdığında aradaki farkın büyüklüğünü teslim etmeyecek kimse yoktur. Fakat zorluk, bu büyük farkın sebebini teşhis etmekte ortaya çıkıyor, daha doğrusu, bu sebebi teşhis etmek yerine, “Onlar nerede, biz nerede” kabilinden iç geçirmelerle ciddî bir muhasebeden yakamızı sıyırıyor ve böyle bir muhasebe fırsatını heba ediyoruz. Oysa, Allah Teâlâ kitabında mü’minleri “kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğunda imanları ziyadeleşen,”[1] “inen her sûre ile imanları artan”[2] kimseler şeklinde tarif ederek onların imanlarındaki kuvvet ve zenginliği doğrudan doğruya Kur’ân’a bağlıyor ve bizi de bu muazzam güç kaynağından feyiz ve kuvvet almaya çağırıyor. Lâkin bu âyetlerden bizim nasibimiz “İman artıp eksilir mi?” şeklindeki felsefî tartışmalardan öteye nadiren geçebiliyor.[3]
Burada en ziyade dikkatimizi çekmesi gereken husus herhalde
şurasıdır: Kur’ân, ayrıntılarda kaybolmaksızın vahyin asıl maksadını nazara
alan icmalî bir bakışla ona yönelenlere mânâlarını açıyor. Sahabe Resulullahtan
işte böyle bir bakışı ders almıştı. Ünlü tefsir hocası Prof. Dr. İsmail
Cerrahoğlu Resulullahın metodunu şöyle açıklıyor:
Hz. Peygamberin tefsirinde,
sonraki tefsirlerde aranacak olan teferruat yoktur. Onda, şeriat ve ahkâmda
Allah’ın muradını beyan vardır. . . . Onun tefsiri, ahkâmı beyan, mekârim-i
ahlâkı şerh ve ona teşviktir. Onun tefsirde
takip ettiği yol âyetteki kelime mânâlarını değil, âyetin bütün olarak mânâsını
öğretmekti.[4]
Ne yazık ki bu Nebevî metod, daha sonraki asırlarda
varlığını aynı canlılıkla devam ettiremedi. Ulûhiyet sıfatlarında yapılan
selbî-sübutî sıfat tasnifatı gibi Kur’ân’ın ve Sünnetin emir, yasak, teşvik ve
uyarılarında da bunları yekvücut olmaktan çıkaracak seviyede birtakım tasnifata
girişilmesi, bu iki ana kaynağın öngördüğü eğitime asıl rengini veren ve
Müslümanın hayatında can damarını teşkil etmesi gereken adalet, ahlâk ve
fazilet esaslarının zaman içinde geri planlara itilmesini ve nihayet zamanımızda
da fiilen yürürlükten kalkmasını netice verdi. Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı bu
konuya ayırdığı bir makalesinde bu süreci şöyle özetliyor:
Epey bir zaman unutulduktan sonra
Cüveyni (ö.m. 1085) ve öğrencisi Gazâli ile birlikte tekrar ulemanın gündemine
giren maḳāsıd (yasa koyucunun gözettiği temel amaçlar) konusunda da ahlâka ilgi
gösterilmedi ve belki de bu yüzden maḳāsıd tartışmaları hiçbir zaman toplumsal
hayatta dönüştürücü sonuçlar üretmedi. Cüveynî’den 300 yıl sonra maḳāsıdı
müstakil bir metodoloji haline getirdiği söylenen Endülüslü âlim Şâtıbî bile
ahlâka ilgisizliği sürdürdü. Şâtıbî, geleneğe uyarak dinin genel amaçlarını
önem sırasına göre “zarûriyyât (din, can, akıl, nesil ve malın korunması),
hâciyyât (ihtiyaçlar), tahsîniyyât” (güzelleştiriciler) diye üçe ayırır ve
tahsîniyyâtı diğer ikisinin tamamlayıcısı (tekmile) sayar. Şâtıbî’ye göre
ahlakî erdemler (mekârimu’l-ahlâk) ile – meselâ – güzel giyinmek, koku sürünmek
aynı kategoriye (‘tahsîniyyât’a) girer (el-Muvâfaḳât, nşr. A. Dirâz, Beyrut,
ts., IV, 31).
Bu anlatılanlardan çıkan sonuç
şudur: “Mekârim-i ahlâk” zarûriyyât ve hâciyyât’tan sayılmadığına göre, ne
zorunludur ne de ihtiyaçtır. O ‘tahsîniyyât’tandır; öyleyse uygulanırsa “güzel”
olur. Güzel olmasının sebebi ise kendisinden değil, zarûriyyâtı oluşturan
yukarıdaki beş aslı tamamlamasından dolayıdır. Ama uygulanmasa da dine ve
inanca zarar vermez. Mesela – Şâtıbî’nin örneğiyle (a.g.e., IV, 32) – bir koca,
eşine iyi davranırsa “güzel” olur. Ama –yukarıdaki “maḳāsıd” sistematiğine göre
– kocanın eşine iyi davranması ne “zaruri”dir ne de “ihtiyaç”tır; sadece
“güzel”dir.[5]
İman ile amelin arasını ayırmak, sadece salih amel cephesinde değil, aynı zamanda günahlar cephesinde de ümmetin başını dertten derde sokan bir probleme dönüşmüştür. Tahsiniyat adı altında tasnif edilip bir kenara ayrılan güzel ameller ve güzel huylar için takınılan “Olsa güzel olur, ama olmasa da olur” şeklindeki tavrın kötü ameller ve kötü huylar konusundaki karşılığı en sonunda “Olmasa iyi olur, ama olsa da olur” şeklindeki bir anlayışa dayanmakta, bu anlayış ise dünyada hayatın fesada uğramasına, ebedî âlem hakkında da – hâşâ – hırsızların, hainlerin, yalancıların, hainlerin, zalimlerin yurdu olan bir Cennet tasavvuruna yol açmaktadır. Her ne kadar bu sahada aşırılıklar sadece gevşeklik şeklinde değil, hassasiyette aşırılık ve dengesizlik şeklinde de ortaya çıksa bile değişen fazla bir şey yoktur, çünkü her ikisi de hüsrandan başka bir şeyle sonuçlanmamaktadır.
Günahlardan bir kısmının âyet ve hadislerde “büyük günah”
olarak nitelendiği doğrudur. Ancak bu tasnif üzerinde yapılan tartışmalar
kimilerini “Nasıl olsa büyük günah işlemekle iman gitmez” diyerek günah
karşısında duyarsızlığa sevk ederken, bazıları da âyet ve hadislerde
bulduklarıyla yetinmemiş, sayısı yetmişlere, yüzlere varan kebair listeleri çıkararak
Allah ve Resulü ile yarışa girmiştir. Kitaplarda ve internette yaygın şekilde
dolaşan 72 maddelik bir kebair listesinde dünyayı sevmek, tok karnına yemek
yemek, köpek artığı yemek, vaktinden önce namaz kılmak gibi birçoğu kırk yıl
düşünse insanın aklından bile geçmeyecek, bir kısmı da Kur’an ve Hadisin büyük
günah olarak sakındırdığı kötülüklerin seviyesine ulaşmayan şeyler büyük günah
olarak yer almakla kalmamış, bunların çoğunluğuna helâk edici kebairden daha ön
sıralarda yer ayrılmıştır. Meselâ bu listede vaktinden önce namaz kılmak
11’inci, tok karnına yemek yemek 20’nci, köpek artığı yemek 22’nci sırada yer
alırken, faiz yemek 26’ncı, yetim malı yemek 55’inci, rüşvet yemek 71’inci,
zulmetmek 54’üncü, yalan söylemek 57’nci, adam öldürmek 68’inci sırada yer
almaktadır.[6] Toplum
ahlâkını fesada veren ve insanın imanını gerçekten tehlikeye atan büyük
günahların bu liste içinde kaynayıp gittiğini söylemeye hacet yoktur. Bu tür
listeleri hazırlayan ve yayanların eğer niyetlerini sorgulamayacaksak, en
azından ehliyetlerini sorgulamaya hakkımız vardır; çünkü yaptıkları işin
sonucunu hesap edememek gibi bir kabahati ve Allah’ın çizdiği sınırları
değiştirmek ve etkisiz hale getirmek gibi çok büyük bir günahı bu fiilleriyle
kendileri işlemiş olmaktadırlar.
Oysa günah konusu, özellikle büyük günahlar, iman açısından
da ciddiye alınması gereken şeylerdir. Gerçi Allah’a ortak koşmadan ölen
kimsenin zina da etse, hırsızlık da yapsa sonunda Cennete gireceğini Allah’ın
Elçisi bize haber vermiştir; ancak bu
hadisin insanları zinaya ve hırsızlığa cesaretlendirmek için söylenmediği
açıktır. Bu bakımdan, hadis-i şerif sadece “amelin imandan bir cüz olmadığı”
açısından değerlendirilip orada bırakıldığı takdirde, günahın tiryakisi olmuş,
dinî hassasiyetleri körelmiş, Allah’ın dergâhına istiğfarla dönerek Onun
rahmetine erişmek yerine müptelâ olduğu günahları önemsizleştirecek en küçük bir
emareyi delil yerine kullanmak için fırsat arayan kimselerin “Nasıl olsa
sonunda Cennet var” diyerek Allah’ın cezasını küçümsemesi, hattâ bu
umursamazlığın zamanla imanını da tehlikeye atması uzak ihtimal değildir. Bu
hadis-i şeriften alınacak ders, herhalde, ne olursa olsun imanı korumak,
Allah’ın rahmetinden ümit kesmemek ve dergâh-ı ilâhînin son nefese ulaşmadıkça
günahkârlara ardına kadar açık olduğunu bilmek ve hatırlamak olmalıdır.
Her ne kadar büyük günah işlemekle küfre düşmek birbirinden
farklı şeyler ise de, âyet ve hadislerde büyük günahların, büyük günahlar
arasında da özellikle bazılarının doğrudan doğruya şirk ve küfürle
irtibatlandırıldığını görürüz ki, bunlar ahlâkı temelinden kemiren ve toplum
hayatını fesada veren belli başlı günahlardır. Bunların en başında yalan gelir.
Çoğumuzun dikkatini çekmiş olmalıdır; Kur’ân-ı Kerim bir
âyetinde putperestlikle yalanı beraber sayarak “Putperestlik pisliğinden ve
yalan sözden kaçının” buyurur.[7]
Burada, biri imana, diğeri amele ait iki husus birbiriyle eşitlenmiş olarak
karşımıza çıkmaktadır. Bu âyetin apaçık anlamını daha da açık hale getiren
hadisler vardır. Meselâ:
Resulullah bir gün sabah namazını
kıldı, bitirdikten sonra ayağa kalkarak “Yalan şahitlik Allah’a ortak koşmakla
bir tutulmuştur” dedi ve bu sözü üç defa tekrarladı, sonra da Hac sûresinin
yukarıda geçen 30’uncu âyetini okudu.[8]
Bir başka hadis-i şerif, insanların arasını bozmayı “dini kökünden kazımak” şeklinde tarif eder.[9] Daha başka bir hadis, “Kişinin kalbinde iman ile küfür, doğru ile yalan, emanet ve hıyanet beraber bulunmaz” der.[10] Bunlar ve benzerleri, imanı amel ile irtibatlandıran ve bir kısım amellerin imanı ciddî şekilde tehdit ettiğini gösteren delillerdir. Ve bu amellerin çok büyük çoğunluğu da doğrudan doğruya ahlâk ile ilişkilidir. Ancak bir yandan iman-amel ilişkisini zaafa uğratan yorumlar, diğer taraftan da bir kısım insanları haksız yere küfür veya nifakla suçlama ihtimaline karşı takınılan ihtiyatlı tavır, temelde doğru gerekçelere dayanmakla birlikte, belirli bir sınırda tutulamadığı ve Kur’ân ve Sünnetin ölçülerinden ziyade haklı-haksız birtakım kişisel yahut cemaatsel hassasiyetlere dayandığı için, günahkârı günaha, ahlâksızı ahlâksızlığa, zalimi zulme cesaretlendirmekten başka pek az işe yaramıştır. Münafıklara dair şiddetli uyarılar içeren âyet ve hadislerin yeterince ciddîye alınmaması bizce bu sebebe dayanmaktadır.
Dört huy vardır ki, bunlar kimde
bulunursa o kişi halis münafıktır. Her kimde bu huylardan biri bulunursa, bunu
terk edinceye kadar kendisinde münafıklıktan bir haslet bulunmuş olur:
Kendisine birşey emanet edildiğinde hıyanet eder.
Konuştuğunda yalan söyler.
Söz verdiğinde sözünden döner.
Düşmanlık ettiğinde haddi aşar.[11]
Halis münafığı apaçık özellikleriyle adeta fotoğrafını verir
gibi tanımlayan bu hadisten alacağımız ders açık değil midir:
Emanete hıyanet mü’min işi değildir, münafık hasletidir.
Eğer bir kimsede bu huy varsa, o kimse hemen münafık olarak damgalanamaz, ancak
kendisinde münafık ahlâkından bir huy var demektir ve bu kadarı dahi hem
kendisi, hem de çevresi için son derece vahim bir durumdur. İkinci huyla
birlikte bu tehlike iki misline, üçüncüsüyle üç misline çıkar. Dördüncüsü de
eklendiği zaman, artık bilmeliyiz ki, bu dört kötü ahlâkı birden kâmilen
kendisinde toplayan kimsenin kalbinde Allah korkusundan eser kalmamıştır. Bundan
sonra feraset sahibi Müslümana düşen şey, böylelerinin hâlâ mü’min olarak
kalabileceğine dair delil araştırmak değil, onların zararından uzaklaşmak ve
diğer insanları da uzak tutmaya elinden geldiği kadar çalışmaktır. Çünkü
kötülük bulaşıcıdır; rahmetli Tevfik İleri’nin tesbitiyle, “Bir ülkede
ahlâksızlık yüzde 10’u bulduğu zaman, orada ahlâksızlık hakim hale gelir.”
Tevfik İleri’nin bu sözünü Süleyman Hayri Bolay’dan
işitmiştim. Birgün kendisine bunu hatırlattığımda, yine İleri’den naklen şunu
da ilâve etti:
“Mekteplerde, ailelerde ahlâk dersleri vermek yetmez.
İcracıların da birer ahlâk kahramanı olması gerekir.”
Problem ne kadar meydanda ise, sebebi de o kadar açıklıkla
ortada duruyor. Daha önceki yazılarımızda, İlâhî sıfatlarda yapılan tasnifatın
bizi Kur’ân ve Hadisteki ulûhiyet tanımlarından ne kadar uzaklaştırdığına temas
etmiştik. Ahlâk konusunda da bugün içinde bulunduğumuz durum aynı problemi
vurguluyor ve iman-amel ilişkisinde yapılan tasnif ve tariflerin bizi getirdiği
çıkmazı aynı açıklıkla ortaya koyuyor. Çok şükür ki bu büyük ve yaygın
problemin net, basit ve kesin bir çözümü vardır; o da yukarıda Cerrahoğlu’ndan
yaptığımız kısa nakilde tarif edilmiş bulunuyor. Zor olan bir şey varsa, o da taklit
prangalarından kurtularak salim bir zihin ve halis bir niyetle Resulullahın
Kur’ân okuyuşuna yönelmek, Allah’ın Kitabını Allah’ın Elçisinin okuduğu gibi
okumaktır.
Böyle bir okuyuşla Kitabın kapağını açtığımız zaman, daha
ilk sayfalarda, Kur’ân’ın dikkatimizi bir tehlikeye çektiğini göreceğiz:
Allah’ın birleştirilmesini emrettiği şeylerin arasını
ayırmak.
Âyet-i kerime genel bir ifadeyle bunu şöyle açıklıyor:
Yoldan çıkmış olan o fasıklar, sözleştikten sonra Allah’ın
ahdini bozan, Allah’ın birleştirilmesini
emrettiği şeyi kesen ve yeryüzünde
bozgunculuk yapan kimselerdir. İşte onlar, hüsrana düşenlerin tâ kendileridir.[12]
Tefsirlerde yaygınlaşmış olan görüş, burada “birleştirilmesi
emredilen şeyi kesmek” ile kastedilen ağırlıklı mânânın akrabalık bağları
olduğu yönündedir. Ancak Allah’ın birleştirilmesini emrettiği şey sadece
akrabalık bağlarından ibaret değildir ve âyetin ifadesi de genel ve
kapsayıcıdır. Ve bu genel mânânın içine, iman ile ameli, Müslümanlık ile ahlâkı
ayırmak ve farklı muamelelere tâbi tutmak da dahil olmalıdır. Çünkü Allah ve
Resulü bunları hiçbir zaman birbirinden ayırmamış, bilâkis daima birleştirmiş ve
birleştirilmesini istemiştir. Nitekim imanın ve İslâmın güzelliği de ancak
ahlâkın güzelliğinde ortaya çıkmakta, bunlar birbirinden ayrıldığı takdirde
ise, geride kalan şeyin iman veya İslâm denecek hali kalmamaktadır. Bu gerçeği
dünya gözüyle apaçık görmek için bugün içinde bulunduğumuz duruma göz atmak
yetecektir. Zira iman ile ahlâkın arasını ayırmanın sonuçları bugün hayatta,
toplumda, ailede, işte, ticarette, siyasette, diyanette karşımıza çıkıyor, bizi
her taraftan kuşatıyor ve, tıpkı âyetin haber verdiği gibi, hüsran içinde
bırakıyor.
Biz bu hüsrana ebediyen mahkûm muyuz?
Allah’ın birleştirilmesini emrettiği şeyi ayırmaya devam
ettiğimiz müddetçe evet, birleştirmeye başladığımız ve bunda sabit kaldığımız müddetçe
hayır.
Bu, bir mânâda, dinimizi öğrenmekte ne kadar ciddî ve
istekli olduğumuzu da gösteren bir durumdur. Çünkü Allah’ın Resulü böyle
buyuruyor:
Müslümanlığı en hayırlı olanınız,
dinini öğrendikçe ahlâkını güzelleştireninizdir.[13]
[1] Enfal
sûresi, 8:2.
[2] Tevbe
sûresi, 9:124.
[3] Belki
birtakım haricî sebeplerin tesiriyle muvakkaten makul karşılanabilecek olan bu
tartışmaların bugün hâlâ dillerde dolaşması ve ilim olarak nesilden nesle
intikal etmesi karşısında, kelâm ilmine “lafoloji” ismini takan Musa Carullah’a
hak vermemek mümkün mü?
[4] İsmail
Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi (Ankara: Fecr Yayınevi, 1996) c. 1, s. 61.
[5] Mustafa
Çağrıcı, “Ahlâk-sız Dindarlığın Derin Sebepleri,” https://www.karar.com/yazarlar/mustafa-cagrici/ahlak-siz-dindarligin-derin-sebepleri-1593250
[7] Hac
sûresi, 22:30.
[8] Ebu
Davud, Akdiye: 15; Tirmizî, Şehadat: 3; İbn Mace, Ahkâm: 32.
[9] Tirmizî,
Kıyamet: 56.
[10] Müsned,
2:349.
[11] Buharî,
İman: 24; Mezalim: 17; Müslim, İman: 106; bk. Ebû Dâvud, Sünnet: 15; Tirmizî,
İman: 14; Nesâî, İman: 20. Müttefekun aleyh olan bu hadisin Müslim, İman: 109
ve 110’daki rivayetinde “Namaz kılıp oruç tutsa, Müslüman olduğunu iddia etse
dahi” ilâvesi vardır.
[12] Bakara
sûresi, 2:27.
[13] Müsned
2:469, 481.