İlk Müslümanların var oluş mücadelesi amansız bir husumetin tasallutuna karşı verilmiş bir mücadele idi. Fakat kine kinle, nefrete nefretle, zulme zulümle mukabele edilerek verilmiş bir mücadele değildi. Eğer öyle olsaydı, kendileri de düşmanlarına benzemiş olurlar, bu ise nefret ve zulmün zaferi olurdu.
***
Boğuşma
ortamlarında ilk feda edilen şey, insanlığın ve İslâmın temel değerleri
olan ve toplumu ayakta tutan adalet,
hürriyet, merhamet, muhabbet, diğergâmlık, bağışlayıcılık gibi insanî
değerlerdir.
***
Kin ve nefretle
kitleleri harekete geçirebilir, size kin besleyen ve zulmedenlerle savaşabilir,
hattâ onları mağlûp edip size yaptıklarını burunlarından getirebilirsiniz. Ama sizin
sayenizde hayatiyetini koruyan ve biriken kinler ve nefretler bir gün nöbeti
sizden alıp başkalarına devreder ve feleğin çarkı yine eski yönünde dönmeye
devam eder; bu defa siz yine kin ve nefret biriktirme konumuna geçersiniz.
***
Kemalist anlayış
iktidarda iken dinî akımlar güçleniyor; din görüntüsü ardındaki baskıcı
anlayışın iktidarında ise Atatürk devrimlerine rağbet artıyor. Her iki halde de
iktidardaki güçlenmiyor, güç kaybediyor; baki kalan kin ve nefret oluyor ve bu
duygular Con Ahmet’in devridaim makinesi gibi kendi enerjisini üretiyor.
***
Nefret dilinin önü
alınması en zor hali, din diline dönüşmüş halidir. Gerçekte bu, şerrin hayır
kılığına bürünmüş şeklidir; kötülüğün her türü ve en şiddetli hali böylelikle
din üzerinden meşruiyet kazanır ve rağbet görür.
Temizlendikten ve sekiz rekât namaz kıldıktan sonra, evde
yiyecek bir şeyler olup olmadığını sordu.
“Var, ama sana sunmaktan utanırım,” dedi Ümmü Hani. “Sadece biraz
kuru ekmek kırıntısı var.”
Resulullah “Onları ufalayıp suya batır, yanında biraz da tuz
getir” buyurdu.
Suya batırılmış ekmek kırıntıları geldikten sonra,
Resulullah “Biraz da katık var mı?” diye sordu.
O gün Ümmü Hani’nin evinde katık olarak sadece sirke vardı.
“Getir” dedi Allah’ın elçisi.
Getirdiler. Ve Allah’ın elçisi “Sirke ne güzel katıktır!”
diyerek, ıslatılmış tuzlu ekmek kırıntıları ve sirkeden meydana gelen yemeğini
yedi.
O yemek, bir büyük fatihin zafer yemeği idi.
Mekke fethedilmiş, insanlar affedilmiş, Kâbe temizlenmiş,
kırılıp yakılan putların tozuna bulanan Allah’ın Resulü biraz soluklanarak
açlığını bastırmak için Ümmü Hani’nin evine uğramıştı.
Bir tarih yazılıyor, ama tarihi yazanlar farklı bir iş
yapmıyor, her günkü hayatlarını yaşıyordu.
Mekke’nin esir düşmüş ahalisine, fetih ordusunun
başkumandanı sordu:
“Şimdi size ne yapacağımı umuyorsunuz?”
Yıllardır yok etmeye çalıştıkları, işkencelerin her
türlüsünü uyguladıkları, mallarını gasp ettikleri, bu şehirde yaşayamaz hale
getirdikten başka gittikleri yerlerde de rahat bırakmadıkları insanlar, şimdi
onların efendisiydi. Ve kaderleri de, başkumandanlarının ağzından çıkacak bir
söze bağlıydı. Herhalde intikamlar alınacak, cezalar infaz edilecek, mallar
müsadere edilecek, her biri hayatının bundan sonraki kısmını bir köle veya
cariye olarak geçirmek üzere fatihlerden birine teslim edilecekti.
Fakat başkumandanın suali soruş tarzı, onların içinde bir
ümit uyandırdı. Muzaffer bir komutanın değil, kadim bir dostun sual soruşuydu
bu – ahlâkıyla, cömertliğiyle, vefasıyla, keremiyle tanıdıkları kadim bir
dostun.
“Sen ihsan ve kerem sahibi bir kardeşsin,” diye cevap
verdiler. “Biz senden ancak iyilik umar ve ‘İyilik yapacaksın’ deriz.”
Doğru söylediler. Çünkü onu tanıyorlardı. Âlemlere rahmet
olarak gönderilen, vatanına da rahmet müjdesiyle gelmişti ve bu müjdenin
üzerine intikam gölgesi düşürecek değildi. “Hepiniz serbestsiniz” dedi ve
herkesi güven içinde evlerine gönderdi. Oysa o evlerden birçoğu, Medine’ye
hicret etmek zorunda bırakılmış Müslümanlardan gasp edilen evlerdi.
Resulullahın biri annesi Amine’den, diğeri zevcesi Hatice’den kalan iki evi de
bunlar arasındaydı. Hiçbirine dokunulmadı. Sadece Ebu Süfyan’ın damadı, hicret
ettikten sonra evine el koyarak başkasına satan kayınpederinden evini geri
istiyordu. Resulullah ona “Eğer bu isteğinden vazgeçersen sana Cennette bir ev
var” müjdesini verince o da isteğinden vazgeçti ve bir daha kendisinden eviyle
ilgili tek bir söz işitilmedi.
Fetih günü sancağı taşıyan Sa’d b. Ubade, Ebu Süfyan’ın
yanından geçerken “Bugün melhame (şiddetli savaş, kan dökme) günü!” diye
seslenmişti. Resulullaha bunu haber verdiklerinde, “Hayır, bugün merhamet
günüdür” diyerek sancağı Sa’d’dan aldı ve başkasına (bir rivayete göre onun
oğluna) verdi.
***
Mekke’nin fethi sadece bir başlangıçtı, asıl fetihler ondan
sonra başladı. Müslümanların azılı düşmanlarından Ebu Cehil’in oğlu ile Ebu
Leheb’in iki oğlu da fethedilen gönüller arasındaydı ve üçünün de Müslüman
oluşu Resulullahı çok sevindirmişti. Resulullahın en yaman düşmanlarından kim
eman dilediyse, Resulullah ona sorgusuz sualsiz eman verdi, Müslümanlar da ona
bağrını açtı. Yılların düşmanlığını bir anda silip atmak onlar için hiç de zor
bir iş değildi. Çünkü söndürülmesi gereken kin, nefret, husumet, intikam gibi
duygular zaten gönüllerinde yer etmiş değildi. Gerçi onlar bu fetih gününe
gelinceye kadar düşmanlıkların en insafsızcasına muhatap olmuşlar, dövülmüşler,
vurulmuşlar, taşlanmışlar, yaralanmışlar, sakat bırakılmışlar, yerde buldukları
çiğnenebilir herhangi birşeyi yemeye çalışacak derecede açlıklara katlanmışlar,
nice şehitler vermişlerdi. Fakat bütün bunlar şu veya bu düşmandan gelen bir
saldırı değil, Allah yolunda katlandıkları ve karşılığını da Allah’tan
bekledikleri meşakkatlerdi. Onun için, en yaman düşmanları İslâma girdikleri
anda kendilerini bir kardeşlik ortamında buluyordu ki, Allah’ın ve Resulünün mü’minlere
gösterdiği asıl hedef zaten buydu, iman ve hidayet nurundan onların
gönüllerinin de nasiplenmesiydi.
Bununla birlikte, onca meşakkatlere katlanıp da kin ve
husumet hislerine esir olmamak kolay bir iş değildi; bilâkis, eski
alışkanlıklardan kurtulup böyle bir performansa erişebilmek sıkı ve sürekli bir
eğitim gerektiriyordu. İlk Müslümanların en önemli özelliği de işte burada
yatıyordu. Çünkü onlar İslâma adım attıkları andan itibaren kendilerini uygulamalı
bir ahlâk ve fazilet eğitiminin içinde buluyorlardı: hem de dünyanın en üstün
ahlâklı ve faziletli hocasının şefkatli, muhabbetli, ferasetli rehberlik ve
gözetimi altında.
Bunun yanı sıra, onların eğitimini bu kadar değerli kılan bir
başka şey daha, derslerini tasavvur olunabilecek en olumsuz şartlarda
uygulamalı olarak görmüş olmaları idi. Açıkdeniz’in 6. sayısında yer alan “İlle
de Ahlâk” başlıklı yazıda da üzerinde durduğumuz gibi, ilk Müslümanlar,
kendileriyle aynı hayatı paylaşan Allah elçisinin derslerinde bir yandan
Rablerini tanır ve Ona nasıl kulluk edeceklerini öğrenirken, bir yandan da
hayatın bütün alanlarında geçerli olmak üzere yüksek bir ahlâk ve fazilet eğitimini
de aynı derslerin içinde ve en çetin şartlar altında alıyorlardı. Çünkü
Kendisine iman ve ibadet ettikleri Allah Teâlâ sonsuz rahmet sahibiydi, bizi
bütün hallerimizde görüp gözetiyor ve bize yerden ve gökten ikramlarda
bulunuyordu; ama aynı zamanda Kendisi gibi bizim de başka kullara karşı
merhametli olmamızı ve Onun keremini davranışlarımızda yansıtmamızı istiyordu.
Allah Teâlâ aynı zamanda affediciydi; bizi bir yandan Kendi af ve mağfiretine
çağırırken, aynı zamanda diğer kullara karşı bizim de alabildiğine bağışlayıcı
olmamızı istiyordu. Bunun için, en mümtaz kulunu öğretmen olarak
görevlendirmiş, en bahtiyar kullarını ona öğrenci yapmış ve kitabını onların
hayatına indirmeye başlamıştı.
Özetleyecek olursak, Sahabenin Resulullah ile yaşadıkları
hayat, sadece bir mü’minler topluluğu olarak var olma mücadelesi vermekten
ibaret kalan bir hayat değildi; onlar her türlü güçlüklere, yokluklara ve
eziyetlere göğüs gererek bu mücadeleyi verirken, bir yandan da yoksulu
doyurmayı, yetimi korumayı, komşuya ikramda bulunmayı, namuslu olmayı, kimse
hakkında suizan etmemeyi, yalandan uzak durmayı, bütün mahlûkata şefkatle
muamele etmeyi de uygulamalı olarak öğreniyorlardı. Aldıkları ahlâk ve fazilet
dersleri arasında “güzel söz” ile ilgili olarak Mekke döneminde inen şu âyetlere
bakınız; o dönemin çetin şartları altında bu eğitimi alan insanların nasıl
güzelleştiğini âdeta hızlandırılmış bir film seyredercesine görür gibi
olacaksınız:[1]
Rahmân’ın has kulları, yeryüzünde
alçakgönüllülükle yürürler; cahiller kendilerine sataştığında da “Selâmetle”
der, geçerler.[2]
[Ey Musa] Seni kendime elçi
seçtim.
Sen ve kardeşin, âyetlerimle gidin; Beni anmaktan geri kalmayın.
Firavun’a gidin; çünkü o iyice azıttı.
Ona yumuşak söz söyleyin; olur ki öğüt alacağı veya Allah’tan korkacağı tutar.[3]
Kim izzet arıyorsa, bilsin ki
izzet bütünüyle Allah’a aittir. Güzel sözler Ona yükselir; onu da güzel işler
yükseltir. Kötülük tasarlayanlar için ise şiddetli bir azap vardır. Öylelerinin
tuzakları boşa çıkmaya mahkûmdur.[4]
Rabbin, kendisinden başkasına
kulluk etmemenizi ve anne-babaya iyilikte bulunmanızı emretti. Onlardan biri
veya her ikisi senin yanında yaşlanacak olursa, onlara öf bile deme, onları
azarlama; onlara güzel söz söyle.[5]
Kullarıma şunu da söyle ki, sözün
en güzelini söylesinler. Yoksa Şeytan aralarına fesat sokar. Çünkü Şeytan
insana apaçık bir düşmandır.[6]
Allah’a çağıran, güzel işler
yapan ve “Ben Müslümanlardanım” diyen kimseden daha güzel sözlü kim var?
İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğe iyiliğin en güzeliyle karşılık
ver. Bir de bakarsın, aranızda düşmanlık
bulunan kişi sanki candan bir dost oluvermiştir.
Fakat buna ancak sabredenler erişir. Buna erişenler de büyük bir nasip sahibi
olanlardır.[7]
Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel
öğütlerle çağır; onlarla en güzel şekilde mücadele et. Çünkü Rabbin, kendi
yolundan sapanları iyi bilir; doğru yolda olanları en iyi bilen de Odur.
Ceza verecekseniz, size yapılanın misliyle ceza verin. Ama sabrederseniz, hiç
kuşkusuz, bu sabredenler için daha hayırlıdır.
Sen sabret; senin sabrın da ancak Allah’ın yardımıyladır. Onlar için tasalanma;
kurdukları tuzaklar yüzünden de için daralmasın.
Allah takvâ sahipleriyle, iyilik yapan ve iyi kulluk eden muhsinlerle
beraberdir.[8]
***
İlk Müslümanların var oluş mücadelesi amansız bir husumetin
tasallutuna karşı verilmiş bir mücadele idi. Fakat kine kinle, nefrete
nefretle, zulme zulümle mukabele edilerek verilmiş bir mücadele değildi. Eğer
öyle olsaydı, kendileri de düşmanlarına benzemiş olurlar, bu ise İslâmın ve
Müslümanların değil, sadece faili değişen nefret ve zulmün zaferi olurdu. Bir
önceki sayıda incelediğimiz Gandi, Martin Luther King ve Mandela gibi efsanevî
liderler de bu gerçeğin farkındaydılar ve başarılarını bu farkındalığa
borçluydular. Ne diyordu Martin Luther King:
“Karanlık karanlığı gideremez, onu ancak ışık yapar. Nefret
de nefreti gideremez, onu ancak sevgi yapar.”
King ve diğer özgürlük kahramanlarının çok iyi anladıkları,
zamanımız Müslümanlarının ise hiç anlayamadıkları gerçek bundan başkası
değildir. Evet, kin ve nefretle kitleleri harekete geçirebilir, size kin
besleyen ve zulmedenlerle savaşabilir, hattâ onları mağlûp edip size
yaptıklarını burunlarından getirebilirsiniz. Ama bu yolla kin ve nefreti yok
etmek bir yana dursun, bilâkis onu sürekli besleyerek canlı tutmaktan başka bir
iş başarmış olmazsınız. Derken sizin sayenizde hayatiyetini koruyan ve biriken
kinler ve nefretler bir gün nöbeti sizden alıp başkalarına devreder ve feleğin
çarkı yine eski yönünde dönmeye devam eder; bu defa siz yine kin ve nefret
biriktirme konumuna geçersiniz. Bu fasit dairenin varacağı yer, birbirine
hayatı zehir etmekten daha kutsal bir değere sahip olmayan topluluklar üretmekten
başka birşey değildir. Bu gerçeğin dünya genelindeki eserleri, baskıcı
laikliğin hakim olduğu yerlerde dinî hareketlerin daha çok rağbet görmesi,
baskıcı dinî grupların hakimiyetindeki ülkelerde de halkın dinden uzaklaşması
şeklide açıkça görülmektedir. Biz de bu gerçeğin yabancısı değiliz: Kemalist
anlayış iktidarda iken dinî akımlar güçleniyor; din görüntüsü ardındaki baskıcı
anlayışın iktidarında ise Atatürk devrimlerine rağbet artıyor. Her iki halde de
iktidardaki güçlenmiyor, güç kaybediyor; baki kalan kin ve nefret oluyor ve bu
duygular Con Ahmet’in devridaim makinesi gibi kendi enerjisini üretiyor.
***
Nefret dilinin önü alınması en zor hali, din diline dönüşmüş
halidir. Gerçekte bu, şerrin hayır kılığına bürünmüş şeklidir; kötülüğün her
türü ve en şiddetli hali böylelikle din üzerinden meşruiyet kazanır ve rağbet
görür. Peygamber dahi olsa hiç kimsenin Allah katında kendi ameline
güvenemeyeceği yaygın şekilde bilinen bir gerçektir; ama bir şeyh efendi
Allah’ın düşmanlarına düşmanlık etmeyi istisna tuttuğu zaman, bu mesajın “Allah’ın
düşmanlarına karşı ne kadar çok düşmanlık üretirseniz Allah katında yerinizi o
kadar sağlama almış olursunuz” şeklinde algılanacağı açıktır. Bundan sonrası,
“Allah’ın düşmanları” tanımına kimlerin dahil olacağı sorusuna kalmıştır ki, o
da sizin ilminize, ilminizin yetersiz kaldığı durumlarda da keyfinize kalmış
bir meseledir. Bir de bu mesajı havada kapan şairlerimiz işin içine girip “Ey
düşmanım, sen benim ifadem ve hızımsın / Gündüz geceye muhtaç, bana da sen
lâzımsın” diye husumete methiyeler düzmeye başladılar mı, artık barajın
kapakları açılmış, nefret seli boşalmaya başlamış demektir ve bundan sonrasına
hakim olabilmek pek güçtür. Bu konuda istikameti koruyabilmenin tek yolu
vardır; o da hangi gerekçeyle ortaya çıkarsa çıksın her türlü kin, nefret ve
intikam duygularından ve bu duyguları besleyen şeylerden uzak durmaktır. Bu
konuda tereddüde düştüğümüz anlarda “Öfkeyle yoğurulmuş bir din anlayışı
insanlığa ne verebilir?” sorusunu kendimize sormak ve inceden inceye bu sorunun
cevabını düşünmek en isabetli yol olsa gerektir.
Asr-ı Saadette o büyük İslâm inkılâbını omuzlayan Sahabenin
büyük kısmı, hayatının bir bölümünde İslâma karşı mücadele vermiş, Müslümanlara
kılıç çekmiş, işkence yapmış, onları yurdundan kovmuş, “Eğer bu gönderdiğin
Senin katından gelmiş hak kitap ise, haydi üzerimize gökten taş yağdır da
görelim”[9]
diye Allah’a meydan okumuş kimselerdi. Fakat Resulullahın ve Müslümanların
onlara karşı tavırları hiçbir zaman aynı üslûp ve seviyede cereyan etmedi.
Hattâ savaş halinde bulundukları zaman bile “Cahiliye hatiplerinin savaş
konuşmalarında intikam ve savaşa teşvik havası hakimken Resulullahın
hitabelerinde tevhidi yayma ve sevaba nail olma teması vurgulanmıştı.”[10]
Tevhidi yayma ve sevaba nail olma ise, kimsenin inhisarında olan bir değer
değildi; İslâmı kabul eden herkes, mazisi ne olursa olsun, o andan itibaren bu
değerlere sahip hale geliyor ve o dakikada diğer Müslümanlarla aynı haklara ve
müjdelere erişiyordu. Geçmişin kötü hatıralarını hafızalardan silerek herkesi
birden kucaklayan bu anlayış, yeni iltihaklarla toplumu güçlendiriyor ve bu
sağlıklı büyüme de toplumu büyümenin getirebileceği problemlere karşı dayanıklı
kılıyordu.
***
Kin ve nefret duygularını canlı tutmanın asıl büyük faturası
değerler cephesinde yaşanan tahribattır. Zira “yedi düvele karşı var olma
savaşı” görüntüsü altında canlı tutulmaya çalışılan gerilim ortamı, toplumun
dayandığı değerleri kemirmekte ve onların yerine zıtlarını yerleştirmektedir.
Böyle boğuşma ortamlarında ilk feda edilen şey, insanlığın ve İslâmın temel
değerleri olan ve toplumu ayakta tutan
adalet, hürriyet, merhamet, muhabbet, diğergâmlık, bağışlayıcılık gibi insanî
değerlerdir. Tabii onların terk ettiği yer de hiçbir zaman boş kalmaz;
bencillik, şan ve şeref tutkusu, şöhret, servet, debdebe, mevki, makam, itibar,
dalkavukluk, kıskançlık gibi şeytanî değerler toplumda rağbet bulmaya ve
hükmetmeye başlar. Bu sebeptendir ki, kin ve nefret tuzağına düşmüş
topluluklarda ıslahata herşeyden önce bu kaybolmuş veya yıpranmış değerlerden
başlamak gerekecektir. Bunun da yolu, toplum tabanında her türlü inanç ve görüş
sahiplerini bir araya getirecek olan ahlâk ve erdem odaklı hareket ve
oluşumlara kuvvet vermekten geçer:
Tıpkı Resulullahın İslâm öncesinde dahil olduğu ve İslâmdan
sonra da özlemle andığı Erdemliler İttifakı gibi.
____________________________
Bundan önceki bölüm:
https://umitsimsek.blogspot.com/2023/04/nefret-kazanan-olmayan-savas.html
[1] Bu
âyetlerde bizim “güzel söz” olarak tercüme ettiğimiz ifadelerdeki sıfatlar
âyetlerin metninde “leyyin, tayyib, salih, hasen, kerîm, ahsen” sıfatlarıyla ve
ayrı ayrı güzellik cinsleriyle tanımlanmıştır.
[2] Furkan,
25:63.
[3] Tâhâ,
20:41-44.
[4] Fâtır,
35:10.
[5] İsrâ,
17:23.
[6] İsra,
53.
[7] Fussılet,
41:33-35.
[8] Nahl,
16:125-128.
[9] Enfal
sûresi, 8:32.
[10] İsmail
Durmuş, DİA, “Muhammed-Hitabeti ve Fesahati”.