Bir dost ikazı ve bir linç kampanyası


***

Cenazede Risale okuma konusundaki bir dost ikazı nasıl bir linç kampanyasına bahane oldu?


ÜMİT ŞİMŞEK


Bir müddettir Risale-i Nur cemaatleri arasında yaygınlaşma istidadı gösteren ve ümmet içinde haklı yakınmalara yol açan bir uygulama, geçtiğimiz günlerde Prof. Dr. Faruk Beşer’in bir yazısıyla gündeme geldi.

Faruk Hoca “Kitapları Parçalanma Vesilesi Kılmak”[1] başlıklı bu yazısında bazı Risale-i Nur talebelerinin cenazelerinde Risale okunmasını ilmî ve seviyeli bir üslûpla tenkit ediyor, bu âdetin ileride doğurması muhtemel sonuçlara işaret ediyor ve bu sonuçların Risale-i Nur’a da zarar vereceğini hatırlatıyordu. Bu bir dost sesiydi, ümmetin içinden bir ehl-i ilmin samimî ve efendice bir uyarısıydı.

Ne yazık ki, bu ilmî ve seviyeli dost sesi aynı seviyede ve aynı hislerle karşılık görmedi. Yazının yayınlanışından sonraki birkaç saat içinde, Risale-i Nur camiasına ait sitelerden birinde ve sosyal medyada Faruk Hocaya karşı yoğun bir karalama kampanyası hızla ivme kazanmaya başladı.

Bu tepkiler üzerine Faruk Beşer birkaç yazı daha yayınladı. Bunlar da yine Hocanın kendisine has sakin üslûbu içinde kaleme alınmış yazılardı.[2] Yalnız, bu yazıların sonuncusunda, fırkacılığın tehlikeli sonuçlarına işaret ederken, şimdi rahmetli olan bir hocaefendiden “Ben Risalelerin 26 yerinde hatâ buldum” şeklinde bir söz naklediyor, ancak bu hatâların neler olduğundan söz etmiyordu. Gerçi bu naklin hemen evvelinde, İslâma girenlerin yüzde sekseninin Risale-i Nur yoluyla bu yolu seçtiklerine dair bir ifade de mevcuttu, ama kimse dönüp de bu ifadeye bakmadı. “26 hatâ” sözü, maksadı aşan bir ifade olarak, Hocaya yönelik saldırıları bir linç kampanyasına dönüştürmek için kâfi gelmişti. İnternet medyasında ve sosyal medyada yazılanlar Hocayı doğrudan doğruya Risale-i Nur düşmanlığıyla suçluyor ve mafya babalığından tutun, Velid bin Muğire’nin neferliğine varacak kadar seviyesizleşen itham ve hakaretlerin hedefi yapıyordu.

Bu son yazısının akabinde yaptığımız bir telefon görüşmesinde Faruk Hoca yazısının son kısmındaki ifadelerin gerçekten kastı aştığını ve bu konuda bir açıklama yapacağını söyledi. Bu arada, Risale-i Nur üzerinde de bir sohbetimiz oldu; eserlerin çağımıza verdiği Tevhid mesajının orijinalliği ve müessiriyeti ile Kur’ân’ın anlaşılmasında okuyucuya sunduğu teknikler üzerinde duruldu.

***

Öncelikle şu tesbiti yapalım: Faruk Beşer Hocanın maruz kaldığı hücum ve hakaretlere sebep teşkil eden yazıları incelendiğinde açıkça görülecektir ki, bu tenkitlerin konusu Risale-i Nur değil, cemaattir; daha doğrusu, cemaatlerimizde yaygınlaşmış bazı telâkki ve uygulamalardır. Risale-i Nur’da hatâ olabileceği konusundaki beyanları da doğrudan Risale-i Nur’u ele alan ve değerlendirmeye tâbi tutan bir tenkit değil, bu beşerî özelliği cemaatin gözardı etmesine yönelik bir eleştiridir. Cemaat ise bu tenkitleri kendi üzerine alınmak yerine Risale-i Nur’u kalkan yaparak hedefe yerleştirmekte ve bu kalkanın ardında kendisini temize çıkarmaya çalışmaktadır.

Cenazelerde Risale-i Nur okunması, gittikçe yaygınlaşmakta olan ve ümmet içinde rahatsızlık konusu teşkil eden bir uygulamadır. Ve bu rahatsızlığın ciddîye alınması gereken sebepleri vardır. Eğer Faruk Hocanın dediği gibi gelecekte bu uygulamanın bütün cemaatleri kabir başında ve cenazelerde kendi kitabını okumaya sevk etme ihtimali akla uzak geliyorsa, tarihte bunun yersiz bir endişe olmadığını gösteren olaylar cereyan etmiştir.

İbni Abbas’tan rivayet edildiğine göre, Nuh aleyhisselâmın kavminde, ondan çok önceleri yaşamış Vedd, Süvâ’, Yeğûs, Yeûk ve Nesr adında bazı salih zatlar vardı. Sadece onların zamanında yaşamış insanlar değil, onların arkasından gelen nesiller de bu salih zatları seviyor ve onların yolunu izliyordu.

Birgün şeytan onlara bir teklifle geldi. “İster misiniz,” dedi, “size bu zatların birer suretini yapayım, siz de bunları toplantı mahallerinize yerleştirin. Böylece toplantılarınızda onları hatırlamış olursunuz.”

Biz bu hikâyenin, sadece şeytanın teklifi ve kavminin bunu kabul edişi ile ilgili olan kısmını biliyoruz. Ama bu kabul birden bire cereyan etmiş olmamalı; henüz hidayet üzere oldukları anlaşılan kavim içinden hiç değilse bazıları, diğerlerini bu kararlarının sonuçları, özellikle gelecek nesiller üzerindeki muhtemel tesirleri hakkında uyarmış olmalıdır. Lâkin uyarılmış olsalar bile bu ikazları ciddîye almadıkları, muhtemelen “sedd-i zerîa için gerekli şartların oluşmadığı” türünden bazı gerekçelerle uyarıları kulak ardı ederek şeytanın teklifini kabul ettikleri düşünülebilir. Sonuç olarak, şeytanın bu uzun vadeli planı aynen onun tasarladığı şekilde gerçekleşmiş, nesiller geçtikçe bu büyük zatların niçin hatırlandıkları unutulmuş ve insanlar onların suretlerine tapmaya başlamışlardır.[3] Bundan sonrasını Kur’ân’dan öğreniyoruz:

Nuh aleyhisselâm kavminin içinde geçirdiği çok uzun yıllar boyunca onları tevhide ve Allah’ın rahmet ve gufrânına çağırdı, ama onlar putlarını bırakmaya yanaşmadılar ve “Sakın ilâhlarınızı terk etmeyin; Vedd’i, Süvâ’ı, Yeğûs’u, Yeûk’u ve Nesr’i bırakmayın” diyerek birbirlerini helâke sürüklediler.[4]

Eğer ibret alınmayacaksa tarih niçin okunur, Kur’ân bu kıssaları niçin anlatır? Cenazelerde veya kabirlerin başında Kur’ân okunması bile ulemâ arasında tartışmalı bir konu iken, siz bir de Kur’ân’ın yanına beşer eliyle yazılmış bir kitabı koyup bunu da Kur’ân-ı Kerim kıraati gibi bir ritüel haline getirecek olursanız, bu kitabın yanına ikincisini koymak birincisinden, üçüncüsünü koymak ikincisinden daha kolay olmaz mı? En sonunda herkesin kendi cenazesinde kendi kitabını okuması, bu arada bazılarının da mezar başlarında Nutuk okuması bugün için gülünç bir düşünce olarak görülebilir; ama tarih de, Kur’ân da en büyük kötülüklerin bile alıştıra alıştıra gelip zaman içinde toplumlara yerleşebildiğini ve yerleştikten sonra da kolayca sökülüp atılamadığını gösteriyor.

Herşeye rağmen bugün için “Kötülük bunun neresinde?” diyebilirsiniz. Halbuki cemaat içinde yaygınlaşmış bir uygulama ümmet arasında huzursuzluklara yol açıyorsa, bu durum, konuyu istikbaldeki muhtemel sonuçlarıyla beraber düşünmek için kâfi sebep olarak görülmelidir. Eğer ümmet içindeki bu rahatsızlığı fark etmiyorsanız, ümmetle olan irtibatınızı gözden geçirme zamanı gelmiş demektir. Bu rahatsızlığı fark ettiğiniz halde umursamıyorsanız, ümmet diye bir derdinizin olmadığı anlaşılacaktır. Hele bir de ümmet içinden size yönelen uyarıları düşman taarruzu olarak algılıyorsanız, bu, sizin cemaati ümmete değil, ümmeti cemaatinize tâbi kıldığınızı gösterir. İşte bu noktada durup cemaat ve ümmet telâkkilerinizi temelden başlamak üzere onarmaya koyulmak, her iki tarafın da hayrına bir teşebbüs olacaktır. Lâkin ehl-i ilimden gelen eleştirileri düşmanca bir tavır olarak algılayan bir halet-i ruhiye içinde bunu başarmak mümkün olmaz. Böyle bir kollektif paranoya durumundan kurtulmanın ön şartı, ümmetin geri kalan kısmını “hariç daire” olarak görmekten vazgeçmek ve onlardan gelen eleştirileri ciddîye almaktır. Ehl-i ilmin tenkitlerinde iyi niyet değil, kötü niyet ispata muhtaçtır. Cenazede Kur’ân’dan başka birşey okunmaması yönünde, hepimizi birleştirmesi gereken bir tenkidi bir linç kampanyasıyla def etmeye çalışmanın, bu tenkidin arkasında kötü niyet aramanın, Risale-i Nur’dan şuursuzca alınıp sloganlaştırılan ve ait olmadığı yerde kullanılan “ilmî enaniyet” gibi yaftalarla ümmetin âlimlerini karalamanın ise, cemaat ile ümmet arasındaki ilişkileri düzeltmeye hizmet etmeyeceği aşikârdır. Daha da ötesi, bu tür eleştiriler ve onların yol açtığı tepkiler bir arada değerlendirildiğinde, taraflardan birinde ilmî enaniyetin varlığını ihsas edebilecek emarelerden çok daha fazlası, diğer tarafta yaygınlaşmış bir cehlî enaniyetin varlığına delil olarak belirecektir.

***

Bediüzzaman Said Nursî, bir yandan kendisini ve talebelerini hedef alan baskılara karşı mücadele verirken, bir yandan da zaman zaman ehl-i iman cephesinden gelen tenkitlere maruz kalıyor ve bu tenkitleri ciddiyetle cevaplandırıyordu. Halbuki bu tenkitlerin önemli bir kısmı, meslek taassubu ve kıskançlık gibi sebeplerden kaynaklanan tenkitlerdi. Lâkin onun verdiği cevaplar, muhatabı küçümseyen, niyet sorgulayan, haysiyetlere saldıran öfkeli cevaplar değildi. Şimdi Bediüzzaman’ın dâvâsını savunan takipçilerinin kendilerini nazikçe ve kardeşçe ikaz eden ehl-i ilme verdikleri cevaplar ise oldukça geniş bir hakaret skalasını kaplıyor. Referansını Üstadın yazdıklarından ve “Edipler edepli olmalı” şeklindeki meşhur ilkesinden almak yerine internet medyasının ve sosyal medyanın gittikçe seviye kaybeden telâkkilerinden alan Nurcu medyadan bir ehl-i ilme yöneltilen hücum ve hakaretleri önümüze koyduğumuz zaman ortaya çıkacak Nurcu profili hepimizi ürkütmeyecek midir?

Faruk Hocanın son yazısında bir merhum âlime izafeten nakledilen 26 hatâ iddiası bu öfkeyi ve bu dili haklı çıkaramaz. Çünkü Hocayı hedef alan tepkiler bu yazının sonucu olarak ortaya çıkmamış; bilâkis Hocanın yazısı bu seviyedeki tepkilere cevap olarak yazılmıştır. Faruk Hocanın ilk yazısı bu yazıdaki seviyeye uygun bir olgunlukla cevaplandırılsaydı ve onun endişeleri ciddîye alınsaydı, böyle bir olay yaşanmayacaktı. Farzımuhal, Faruk Hoca da sizin gibi işi inada bindirse ve 26 hatâ iddiasından vazgeçmeyip Sikke-i Tasdik-i Gaybî’den başlamak üzere Risalelerde diline dolayabileceği yerleri araştırmaya kalksa, siz övünülecek bir iş mi başarmış olacaksınız?

Faruk Beşer’i hedef alan hücumların hızını alamayıp onun geçmişini karıştırmaya kadar varması ise, sadece bir insaf ve edep meselesi olmakla kalmıyor, aynı zamanda bir iz’ân ve muhakeme eksikliğini de gün yüzüne çıkarıyor. FETÖ olayı, hemen hemen bütün kesimleriyle topyekûn bir toplumu iğfal eden bir utanç macerasıydı. Pek az kimsenin inayet-i İlâhiye ile kendisini kurtarabildiği bu fitneye düşenlerden bir kısmı diğer bir kısım insanları kendi suçunun misliyle suçlamaya kalktığında aynı ithamın dönüp kendisini bulacağını nasıl olur da düşünmez? Eğer muhatabınız da karşılık olarak sizin aranızdan FETÖ elebaşısını “ehlullah” ilân edenleri veya müşterek bir açıklamayla onu tezkiye eden büyüklerinizi gösterecek olsa, buna verebilecek bir cevabınız var mı?

***

İyi niyetli bir dost tenkidinden bir bunalım üreten anlayış, Kalem Yazmak Zorunda adlı kitabımızda ele aldığımız koruyuculuk içgüdüsünün eserinden başka bir şey değildir. Kitabın 19. bölümünü bu konuya ayırmış ve sonuç olarak şöyle demiştik:

“Dinî hizmet ve faaliyetlerde koruma içgüdüsü problem çözmez, problem üretir; var olan problemi de büyütür. Onun için, bu hizmetlerde yollarına selâmetle devam etmek isteyenler, aradıklarını ancak koruyucu içermeyen dâvâ ve topluluklarda bulabilirler.”

İşte, yine koruyuculuk içgüdüsü, kolayca çözülebilecek bir problemi daha bunalıma dönüştürerek kucağımıza bıraktı. Şimdi, konunun ayrıntılarını kitabın ilgili bölümüne bırakıyor ve her türlü durumdan kendilerine koruyucuk vazifesi çıkaranlara seslenmek istiyoruz:

Bu tavrınız size de, Risale-i Nur’a da birşey kazandırmıyor. Siz Risale-i Nur’u koruyup kolladıkça, kendinizle birlikte Risale-i Nur’u da yalnızlaştırıyorsunuz. Çünkü allerjik reaksiyonlarınız size her türlü farklılık ve eleştiriyi düşmanlık belirtisi olarak gösteriyor ve mukabilinde düşmanca davranışları tetikliyor. Sonuç olarak tek bir konuda başarılı oluyor ve Risale-i Nur gibi muhteşem bir eseri kendinize saklıyorsunuz. En masum ve kardeşçe uyarılara verdiğiniz tepkiyi gören insanlar Risale-i Nur’a yanaşmaktan korkuyor ve selâmeti onun uzağında buluyorlar. Yalnızlaşmak sizi daha çok hırçınlaştırıyor, hırçınlaştıkça daha çok yalnızlaşıyorsunuz. Ve bu gidiş, sanki üzerine kapandığınız hazineye kendinizden başka herkesi düşman etmedikçe huzura kavuşamayacakmışsınız izlenimini veriyor.

Oysa bu fasit daireden kurtulmanın çok kolay olmasa da çok basit ve o nisbette de etkili bir yolu var:

Siz Risale-i Nur’u korumayı bırakın, kendinizi koruyun. Günahtan koruyun. Kul hakkından koruyun. Ümmetin haricinde kalmaktan koruyun.

Bunu başardığınız zaman, bugün sizin üzerinizde ve eserinizde görünen ve insanları sizden kaçıran özellikler yerini muhabbete vesile olan güzelliklere bırakacak, bunun sonucu olarak da insanlar ve bilhassa ehl-i ilim ile Risale-i Nur arasındaki çok büyük bir engel ortadan kalkmış olacaktır.

İşte o zaman Risale-i Nur için gerçekten birşeyler yapmış olacaksınız.


[1] https://www.yenisafak.com/yazarlar/faruk-beser/kitaplari-parcalanma-vesilesi-kilmak-2058361

[2] “Haksızlık ve hadsizlik etmeden bunları konuşmayalım mı?” ( https://www.yenisafak.com/yazarlar/faruk-beser/haksizlik-ve-hadsizlik-etmeden-bunlari-konusmayalim-mi-2058408 ) / “Büyük zatları örnek almak ya da tüketerek var olmaya çalışmak” ( https://www.yenisafak.com/yazarlar/faruk-beser/buyuk-zatlari-ornek-almak-ya-da-tuketerek-var-olmaya-calismak-2058429 ) / “Risalelerle ilgili bir hatıra ve üzücü bir durum” ( https://www.yenisafak.com/yazarlar/faruk-beser/risalelerle-ilgili-bir-hatira-ve-uzucu-bir-durum-2058672 ).

[3] Buharî, Tefsir 71:1.

[4] Nuh sûresi, 71:23.

  1. Son derece acil ihtiyaç olan bu bakış açıları ile büyük bir boşluğu doldurduğunuz için sizi tebrik ederim. Selamlar.


  2. Risale-i Nur ve Üstadımıza karşı yapılan haksız ithamlar insanda bir anda öfke damarını harekete geçiriyor ve ani ve sert tepkiler vermeye sevkediyor.
    Fakat hissiyata kapılmadan sağ duyulu olabilmek ve Üstadımız aynı meselelerde nasıl hareket etmişse ona göre istikametli ve selametli bir yol izleyebilmek çok önemli.
    Üstad Hazretlerinin beyan ettiği gibi, “medenilere galebe çalmak ikna iledir, icbar ile değildir.”
    Bu gibi hadiselerde, karşı tarafın enaniyetini ve mukabele etme damarını tahrik etmeden takib edilmesi gereken ilk yol budur.
    Fakat Risale-i Nur’a ve Üstad Hazretlerine karşı yapılan ithamlar dostane bir tarzda ve ilmi açıdan cevaplanmasına rağmen, ısrarla inad, garaz ve adavetle mukabele edilmeye devam edildiği takdirde o vakit muhatabın durumuna bakılarak gereken şekilde farklı bir yol izlenmeli kanaatındayım.


  3. Nerede muhabbet fedaileri? Çok acı ki intermet medyasında ve sosyal medyadaki nurculukta muhabbet fedailerinin yerini adavet fedaileri, mübarek nurculaarın yerini de trol nurculuk almış görünüyor. Bu konu ciddiyetle düşünülmeli.