Rabbini hamd ederek tesbih et ve O’ndan bağışlama iste. Çünkü O, tövbeleri çok kabul edendir.
Nasr sûresi, 110:3
ÜMİT ŞİMŞEK
Yıllarca süren çilelerden, katlanılan eziyetlerden, verilen mücadelelerden sonra Müslümanlar emeklerinin meyvesini görmeye başlamışlardı. Onlar bu sonucu gerçekten hak etmişler, hak ettiklerini bilfiil göstermişler, zamanı gelince Allah da onlara lâyık oldukları zaferleri ve fetihleri peş peşe ihsan etmeye başlamıştı. Fetih sûresindeki bir âyette, Yüce Allah, Sahabenin bu durumuna “Zaten onlar buna lâyık ve ehil kimselerdi”[1] buyurarak işaret ediyor.
Fakat bir sonuca lâyık ve ehil olmak başka, o sonucu yaratmak ise bütünüyle başka birşeydir.
Sûrenin başında, “Allah’ın yardımından” söz edilmişti. Daha başka âyetler de yardım ve zaferin ancak Allah tarafından ihsan edildiğini açıkça bildirir:
Elbette yardım ve zafer, ancak karşı konulmaz bir kudrete sahip olan ve herşeyi yeryi yerince yapan Allah’tandır.[2]
Zafer ve yardımı veren yalnız Allah’tır. Çünkü Allah karşı konulmaz bir kudret sahibi ve herşeyi yerli yerince yapandır.[3]
Başka bir âyet de, Allah’tan gelen yardımı “güzel bir imtihan”[4] olarak niteler. Allah’ın ilim ve irfan sahibi kulları ise, böyle nimetleri “Bu Rabbimin lûtfundandır; nimetine karşı şükür mü, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınıyor”[5] diyerek kabul eder ve bir şükür vesilesi yaparlar.
Mü’minlere ait olan bu özellik, nimetlerin Allah’tan geldiğine inanmayan inkârcıların, kendi gücüne güvenerek böbürlenen ve Allah’ın ona ihsan etmiş olduğu imkânları insanlar üzerinde bir baskı aracı olarak kullanan zorbaların tamamen tersine bir durum ortaya çıkarmaktadır.
Onun içindir ki, İslâm tarihinde zaferler ve fetihler insanüstü güçlere sahip olduğu farz olunan kahramanlar üretmemiş, halk üzerinde bir tahakküm ve zulüm vesilesi halini almamıştır.
Bilâkis, İslâm dini, Allah’tan başka hiç kimse önünde eğilmeyen izzetli bir duruş sergilerken bir taraftan da Allah’ın hiçbir kulunu hor görmeyen ve en küçük bir hukuku dahi çiğnemekten şiddetle kaçınan fatihler yetiştirmiş ve bunları insanlık âlemine yiğitlik ve fazilet nümuneleri olarak sunmuştur.
Okumakta olduğumuz bu son derece özlü sûre de, bu benzersiz başarının anahtarını, Allah’ın yardımına mazhar olanlara Kur’ân’ın verdiği üç öğütle açıklıyor:
Tesbih, hamd, istiğfar.
İşte, herhangi bir işte, herhangi bir seviyede İlâhî lütuf ve yardıma erişen insanın önüne fazilet ufuklarını açacak ve her türlü suiistimalin önünü kapayacak olan anahtarlar bunlardır.
Fetih sonrası
Allah’ın yardımı, zafer ve fetih, Müslümanlara son derece zorlu günlerin sonunda gelmişti. Bu süre içinde Müslümanlar müşriklerin her türlü düşmanlığına, zulümlerine, işkencelerine maruz kaldılar. Böyle bir sürecin sonunda Müslümanlara değil de başka bir orduya zafer nasip olacak olsa, herhalde ilk yapacağı işlerden bir tanesi, kendilerine bunca zulmü yaşatanlardan bunun hesabını en çetin bir şekilde sormak olurdu.
Fakat gerek Mekke’nin fethinde, gerekse daha sonraki fetihlerde, Müslümanlar geçmişin hesabına takılıp kalmadılar, intikam peşine düşmediler. Tam tersine, onlar girdikleri yerlere ancak barış ve huzur getirdiler. Çünkü Rableri onlara kin ve intikam peşine düşmeyi değil; tesbih, hamd ve istiğfarda bulunmayı emretmişti. Kur’ân’ın ve Resulullah’ın eğitiminden geçen insanlar geçmişin hesabına takılıp kalmıyor, bakışlarını istikbale yöneltiyor, Allah’ın kendilerine sunduğu yeni imkânlar için O’na hamd edip yeni yeni fetihlerin peşine düşüyorlardı.
Bu ruh hali, fetihlerin çoğunlukla kalem ve kelâm vasıtasıyla cereyan ettiği zamanımızda, çok daha büyük ve etkili bir “silâh” halini almış bulunuyor. Medet umdukları her yerde şiddet ve nefretle karşılaşan, kurtuluş arayışları hüsranla sonuçlanan, merhamet ve muhabbete susamış gönüller, İslâm’ın barış ve esenlik atmosferini solumak imkânını buldukları anda hak dine açılıveriyorlar. Gönüllerin her biri, fethedilen bir Mekke oluyor, onlardan her birini İslâm’a açmaya vesile olan muhabbet kahramanları birer fatih hükmüne geçiyor.
Fakat İslâm fatihlerine böbürlenmek, kibirlenmek, yaptıklarıyla övünüp durmak hiç yakışmıyor. Bu yüzden, onlar da Nasr sûresini dillerinden ve gönüllerinden düşürmüyorlar, Rablerini hamd ile tesbih edip O’ndan bağışlanma dileyerek yeni yeni fetihlerin peşine düşüyorlar.
Zafer ve fetih karşısında Müslümanın takınması gereken tavırla ilgili olarak Nasr sûresinin verdiği ders, aslında, hayatın bütün alanlarında, her seviyede başarılar için uygulanacak ölçüleri içeriyor.
Bu ölçüler, bir öğrencinin, bir işçinin, bir memurun, bir ev hanımının, bir yöneticinin, bir öğretmenin, özetle, toplumun her bir ferdinin hayatına yön verecek ve onu her seferinde daha büyük başarılara hazırlarken, bir yandan da Rabbinin hoşnutluğunu ona kazandıracak bir kapasiteye sahiptir.
Bu kapasiteden en yüksek ölçüde yararlanmak için, Allah’ın bize lütfettiği en küçük bir başarıda dahi, kendimizi bu sûrenin muhatabı yerine koyarak tekrar tekrar onu okumalı ve tefekkür etmeliyiz.
***
Namaz Sûreleri Tefsiri’nden alınmıştır. Kitaba şu bağlantıdan erişebilirsiniz:
http://www.ilahiyatvakfi.com/vitrin/prddet.php?pid=8181
***
[1] Fetih sûresi, 48:26.
[2] Âl-i İmrân sûresi, 3:126.
[3] Enfâl sûresi, 8:10.
[4] Enfâl sûresi, 8:17.
[5] Neml sûresi, 27:40.