Kelâmda saltanat gölgesi


    
Raşid Halifeler dönemi, kuvvetin hakta olduğu bir dönemdi. Yöneticinin dokunulmazlığı yoktu. Halktan herhangi birisinin şikâyeti üzerine Halife de dâvâcıyla birlikte hakimin huzuruna çıkıyordu. Hz. Ömer ise hakim seçimini dahi hasmına bırakmıştı.

***

Herkes her yerde düşüncesini söylüyor, herkes derdini dile getirebiliyor, herkes Halifeyi ve diğer yöneticileri uyarabiliyordu. Bu, sadece Arap toplumunun değil, civardaki diğer ülkelerin de yabancısı olduğu bir idare idi.

***

Raşid Halifelerden sonra hilâfet saltanata, yani krallığa dönüştü. Kralın icraatı sorgulanamaz oldu. Adalet rafa kalktı. Resulullahın Fetih günü kaldırdığı imtiyazlar geri geldi.

***

Ebu Hanife “Sultanın sofrasına oturan âlimin fetvâsına itibar edilmez” diyordu. Daha sonra gelen âlimler için ise sultan sofrası bir cazibe merkezi halini aldı. “İmamet” konusu kelâm ilmine girdi ve bir iman konusu oldu. Sultan, tıpkı Allah Teâlâ gibi, “yaptıklarından sorgulanamaz” statüye kavuştu.

***

Krallığın en kötü sonucu ise, halkın köleliğe alışması şeklinde ortaya çıktı. Bunun sonucunu ise İbn Haldun’un tesbitlerinde okuyoruz.

  

ÜMİT ŞİMŞEK 
Açıkdeniz, 10. sayıdan

  

Resulullah vefat ederken bir halife tayin etmemişti. Bu, kendi yöneticilerini tayin etme işinin ümmete tevdi edildiği anlamına geliyordu. Artık Allah’ın kitabı ellerinde, Resulullahın sünneti de önlerindeydi. Üstelik, Kur’ân’ın inişine baştan sona şahit olmuş ve vahyin başlangıcından bu yana iman derslerini hayatın bütün alanlarında uygulamalı olarak Allah’ın elçisinden öğrenmiş bir çekirdek kadro, toplumun belkemiğini teşkil ediyordu. Onların öğrendikleri arasında “Resulullahtan sonra bu toplum nasıl yönetilecek?” sorusunun cevabı da vardı ve daha yolun başında iken, Mekke döneminde inen âyetlerde bu açıkça bildirilmişti. “Onların işleri aralarında şûrâ iledir” buyuruyordu Kur’ân-ı Kerim. Arkasından da mü’minleri bir vücut halinde tutacak ve tek bir ferdin dahi en küçük bir hakkını zayi etmeyecek temel ilkeleri öğretiyordu.[1]

Mü’minler ilk halifelerini şûrâ ile seçtiler. Seçilen halife de iş başına gelir gelmez insanlara şunu ilân etti:

“Ben Allah’a itaat ettiğim müddetçe bana itaat edersiniz. Ben Allah’a isyan edecek olursam bana itaatle yükümlü değilsiniz.”

Hz. Ebubekir ile başlayan ve – hadis-i şerifin haber verdiği gibi – otuz sene devam eden Raşid Halifeler dönemi, kuvvetin hakta olduğu bir dönemdi.[2] Yöneticinin dokunulmazlığı yoktu. Halktan herhangi birisinin şikâyeti üzerine Halife de dâvâcıyla birlikte hakimin huzuruna çıkıyordu. Hz. Ömer ise hakim seçimini dahi hasmına bırakmıştı. Halife seçildiği zaman yaptığı konuşmada “İçinizden kiminle benim aramda bir dâvâ söz konusu olsa, hüküm vermesi için sizin istediğiniz kimseye giderim” diyordu.[3] Dâvâlar çoğu zaman yöneticilerin aleyhine sonuçlanıyor, rütbesi ne olursa olsun herhangi bir memurun halktan birine attığı tokat için bile kısas uygulanıyordu. Hastaları ziyaret etmeyen, makamına fakirlerin rahatça giremedikleri yöneticiler azlediliyordu.

Herkes her yerde düşüncesini söylüyor, herkes derdini dile getirebiliyor, herkes Halifeyi ve diğer yöneticileri uyarabiliyordu. Bu, sadece Arap toplumunun değil, civardaki diğer ülkelerin de yabancısı olduğu bir idare idi. Her ne kadar Araplarda yöneticileri istişare ile seçmek şeklinde bir âdet mevcut idiyse de, bir kere seçildikten sonra halkın söz hakkı orada sona erer ve herşey seçilen kişinin iki dudağı arasından çıkacak söze bakardı. Raşid Halifeler idaresinde ise halk hiçbir zaman yönetimden uzak kalmadı. Aslında onlar böyle bir yönetime hazır bir halet-i ruhiye içindeydiler; çünkü Resulullah Fetih gününde “Bugün bütün imtiyazlar kaldırılmıştır”[4] buyurarak her türlü ayrımcılığın, zorbalığın ve suiistimalin önünü kesmiş ve inananları herkesin eşit hukuka sahip olacağı bir idareye hazırlamıştı. “Yöneticilerin hiçbir üstünlük ve ayrıcalığa sahip olmadığı bir devletin kaç paralık itibarı olabilir?” diye sorulacak olursa:

Bir gün Hz. Ömer ile görüşmek üzere bir İran heyeti Medine’ye gelmiş, ancak evine vardıklarında onun mescidde olduğunu söylemişlerdi. Mescide gittiklerinde Hz. Ömer’i orada yalnız başına buldular. Bir devlet başkanı, tek başına, sade bir vatandaş gibi, hiçbir koruması olmadan, korkusuzca oturuyordu! Bu manzara karşısında “Vallahi devlet dediğin budur, yoksa Kisra'nın devleti değil!" demekten kendilerini alamadılar.[5]

***

Raşid Halifelerin dönemi bütün kuvvetin hakta ve adalette olduğu bir dönemdi ve, Resulullahın haber verdiği gibi, otuz sene devam etti. Ondan sonra Kitap ve Sünnette yer almayan ve Müslümanların alışık olmadıkları yöntemlerle iktidara gelen ve gelişiyle birlikte Raşid Halifeler devrini kapatarak Müslümanların tarihinde yeni bir devir açan Muaviye, idaresi altındaki insanlardan birçoğunun kendisinden hoşlanmadığını itiraf ediyor, “Ancak ben buraya kılıcımın hakkıyla ansızın geldim” diyor ve insanlara “Benim size verdiğim haklarla yetinin, daha fazlasını istemeyin” şeklindeki sözleriyle kendisine karşı hak arama kapısını ebediyen kapatıyordu.[6] Artık kuvvet hakta değil, hak kuvvette idi ve kimin neye istihkakı olduğunu, kuvvet kimde ise o belirleyecekti. Bu, şûrânın da, adaletin de rafa kaldırıldığını ilân etmekten başka bir anlama gelmiyordu ve bir bakıma, Resulullahın verdiği bir başka haberi tasdik ediyordu. “İslâmın kulpları birer birer sökülecek” diye haber vermişti Allah’ın Resulü. İnsanlar bir kulpu söktükten sonra diğerini sökmeye uğraşacaklardı. İlk olarak sökülen kulp ise adalet kulpu olacaktı.[7]

Oysa Raşid Halifelerin en büyük derdi adalet idi. Adalet de devlete başka hiçbir şeyin kazandıramayacağı ölçüde itibar kazandırıyordu. Sonra gelenler kendi mevki, menfaat ve itibarlarına devleti kalkan yaparak zulümlerine gerekçe ürettiler. Adaletsizliğin yol açtığı itibar kaybını ise daha fazla imtiyaz, zorbalık ve şatafatla telâfi etmeye çalıştılar. Böylece bir fasit daire içinde dönüp durdular. Çünkü onlar Ömer’in adaletiyle değil, Firavunların ve kisraların kibir ve azametiyle yarışıyorlardı. Lâkin bu yarış onların hiçbirine Ömer’in itibarını kazandırmadı.

Muaviye’nin oğlu Yezid’i kendisine halef tayin etmesi ve bunu kabul etmeye Sahabenin önde gelen isimleri de dahil olmak üzere herkesi mecbur bırakması ile birlikte, Müslümanlar hilâfetten saltanata, daha kestirme bir ifadeyle krallığa zoraki bir geçiş yaptılar.[8] Bundan sonrası halk cephesinde gittikçe daralan özgürlükler, gittikçe yaygınlaşan ve çoğu zaman devlet terörü derecesine varan haksızlıklar, kraliyet cephesinde ise gittikçe artan ve sınır tanımayan kudret ve ihtişam idi. Resulullahın Fetih günü ilga ettiği imtiyazlar geri gelmiş, yönetilenlere uygulanan kanunlar yöneticilere uygulanmaz olmuş, halk ise sultanların/kralların her türlü emrine itirazsız şekilde itaat etmekle yükümlü hale gelmişti.

Bunu kolaylaştıran âmiller arasında, imameti bir iman meselesi olarak telâkki eden Şîanın bu tutumu önemli bir rol oynadı. Onlar saltanatın Âl-i Beyte ait bir hak olduğunu iddia ediyorlar ve bunu itikadî bir mesele olarak görüyorlar, Ehl-i Sünnet âlimleri de onlara cevap veriyorlardı. Derken bu konu bir akaid tartışması haline büründü ve halifeler de bundan hiç rahatsız olmadılar. Çünkü Şîanın iddialarını çürüten her delil, aynı zamanda, sultanların meşruiyetini de ispat etmek suretiyle onların mevkiini sağlamlaştırıyor ve biraz da devlet terörüyle takviye edildiğinde ulûhiyetle doğrudan irtibatlı bir seviyeye yükseltiyordu. Nitekim “emîrü’l-mü’minîn” veya izafetsiz olarak “halife” ünvanı bir müddet sonra onları tatmin etmez hale gelince, “halîfetullah,” hattâ “zıllullah” (Allah’ın gölgesi) mührünü de kullanmaya başladılar. Artık onların her sözü Allah’ın sözü gibi, her tasarrufu Allah’ın tasarrufu gibi muamele görüyor, Allah’tan hesap sorulmadığı gibi Onun halifelerinden (!) de hesap sorulamıyordu.[9] Yezid b. Abdülmelik’in tahta geçtikten sonra kırk kadar âlim çağırarak onlara danıştığı ve bu âlimlerin halifeler için hesabın ve azabın söz konusu olmadığı konusunda kendisine teminat verdikleri rivayet edilmiştir.[10]

Tabii ki âlimler arasında bu gidişe muhalefet edenler yok değildi. Başta Ebu Hanife ile Ahmed b. Hanbel olmak üzere dört mezhep imamının dördünün de yöneticilere karşı tavizsiz tavırları bilinmektedir. Onlar, Yezid’in veliaht ilân edilmesinden bu yana devletin şeriate değil, şeriatin devlete tâbi hale geldiğini gördükleri için devlet görevi almaktan hayatları pahasına kaçınmışlar ve bunun karşılığında ağır işkencelere maruz kalmışlardı. Bütün ısrarlara rağmen “İnsanların başına üşüştüğü bir leşe mi gideyim?” diyerek kraliyet meclislerine katılmayı reddeden büyük Sahabî Sa’d b. Ebî Vakkas da çocuklarının yoksul düşmekten korktuklarını söylemeleri üzerine “Evlâtlarım,” demişti, “sıska bir mü’min olarak ölmek semiz bir münafık olarak ölmekten iyidir.”[11] Fakat zaman içinde böyle sesler işitilmez oldu. Çünkü sultan korkusu Allah korkusunu bastıracak seviyeye ulaşmıştı. Evet, Allah vardı, bir idi, rahmeti geniş, cezası şiddetliydi. Ama görülmüyordu. Emir ve yasaklarına muhalefet edenler gözümüzün önünde cezalandırılmıyorlardı. Eğer ceza çekeceklerse de, çok sonra, başka bir âlemde çekeceklerdi. O vakit geldiğinde de affedilme ihtimali vardı, çünkü O çok bağışlayıcıydı. Lâkin Sultan hemen ceza veriyor, kimsenin gözünün yaşına bakmıyor, dilediğini devletin kesesinden lütuflara boğarken dilediğini aklına estiği gibi cezalandırıyor, Cuma hutbesinin ikindi namazını tehlikeye düşürecek kadar uzadığını hatırlatan adamın kafasını oracıkta kopartıyordu. Her ne kadar Ebu Hanife “Sultanların sofrasına oturan âlimin fetvasına itibar edilmez” hükmünü vermiş olsa da, paranın ve kılıcın ikna gücü karşısında bu söze cahili de, âlimi de itibar etmiyordu. Artık sultan zulüm de etse, fasıklığı da ortaya çıksa, azledilemez bir mevkideydi, çünkü azledilecek olsa toplum anarşiye düşer ve bütün işler karışırdı. Öyle ki, sultan velev kırk yıl boyunca halka zulmedecek olsa dahi, bu, halkın bir saatliğine başıboş bırakılmasından daha hayırlı idi; çünkü âlimlerimiz böyle söylüyordu.[12]

Diğer yandan, saltanat/krallık rejimi, zaten insanlığın, bu arada İslâma giren çeşitli milletlerin aşina olduğu bir yönetim biçimiydi. Onlar da İslâma iltihak ettikçe eskiden beri alışık oldukları bu sistemi akaid cephesinde üretilen delillerle takviye edilmiş ve kudsiyet kazanmış bir halde buldular ve böylece saltanat/krallık rejimi Müslümanların kaçınılmaz âkıbeti oldu. Hukuk, daima devleti – ve tabii ki devletin başındaki imtiyazlı şahsı – merkeze alacak ve halkı ona hizmetkâr kılacak şekilde tanzim edildi. Bu arada, sultanlara devlet yönetiminde yol göstermek üzere kaleme alınan siyasetnameler bir taraftan sultanlara siyaset sanatını öğretirken, diğer taraftan da halka kölelikten başka bir anlam taşımayan kayıtsız şartsız itaat ruhunu aşılamaktan geri kalmadılar. Meşhur Selçuklu veziri Nizamülmülk’ün kendisi kadar meşhur Siyasetname’sinden nakledeceğimiz şu birkaç nümune, sultanları da, onlara akıl hocalığı yapanları da, öğüt ve icraatlarında hakka uygunluk şeklinde bir endişenin zerresini dahi taşımaktan ne kadar uzak olduklarını göstermeye yetecek açıklıktadır:

Kitabın ilk cümlelerinde Siyasetname, Sultanın tanımını yapar. Buna göre, sultan, “her asırda Allah tarafından seçilerek padişahlık sanatlarıyla övülmüş ve süslenmiş kıldığı” bir kimsedir; halkın sorumluluğu ise “ona itaat etmek ve onun adaletinin gölgesinde günlerini rahat ve huzur içinde geçirmektir.”[13]

Yine kitapta yer alan bir başka tanıma göre, sultan “dünyanın kethüdası, insanlar ise onun aile efradı ve kullarıdır.”[14] Nizamülmülk bu tanımı yaparken, insanların birbirine “kulum, kölem” demesini Resulullahın yasakladığı unutulalı asırlar olmuştu.[15]

Şûrâ ilkesinin saltanat elinde nasıl işlediğini gösteren en güzel örneklerden biri de şudur: Siyasetname, “Padişah ne yaparsa ve ne söylerse [nedimin] ona uyması ve ‘Çok beğendim, pek güzel!’ demesi lâzımdır”[16] der.

Bütün bu tanımlardan, yaratılışta asıl olanın sultanlar olduğu, onların icra-yı saltanat edebilmeleri için bir de halk gerektiği için sair insanların yaratılmış bulunduğu anlamını çıkarmak pek kolaydır. Zaten siyasetnameler bu anlamı dile getirmek için yazılmış, sultanlar da yazılan şeyin gereğini yerine getirmişlerdir. Bunda tereddüdü olan varsa, Nizamülmülk’ün şu cümleleri onların kafalarına bir kılıç gibi inecektir:

“Herkes padişaha ait, padişahla ilgisi olan veya padişahın emrettiği şeyi yapmak zorundadır. Yoksa boyun vurmak, el ayak kesmek, hadım etmek gibi cezaları padişahın tedip için vermesi gerekir.”[17]

***

Saltanat modelinin sultanlar/krallar ve onların sofrasından beslenenler için nasıl bir cazibe merkezi teşkil ettiğini tasavvur etmek kolaydır. Fakat bütün bir ülke ahalisinin birden kendilerine biçilmiş rolü benimseyip gönüllü olarak onlara kul olmayı kabul etmesini, hattâ pek çok iktidar savaşlarında olduğu gibi onların hakimiyeti uğrunda canlarını feda etmesini anlamak o kadar kolay olmuyor. Bu müşkül sorunun cevabını kolaylaştıracak en önemli unsur, bizce, sultan sevgisinin bu ölçüde yerleştiği gönüllerin daha önce boşaltılmış olmasıdır. Daha önceki bölümlerde müteaddit defalar temas ettiğimiz gibi, kelâmî tartışmaların akaidimizi getirdiği nokta, Allah’ı Kendi kitabından okumak ve Kendi tarifleriyle tanımak yerine, âlimlerimizin tamamen felsefî bir yaklaşımla formülleştirdikleri selbî-sübutî sıfatlarla tanımaya çalışmak olmuştur. Bu tabloda ise insanlar Kur’ân’ın en ziyade ve tekrar tekrar üzerinde durduğu rahmet, muhabbet, mağfiret gibi İlâhî hakikatleri ve o hakikatlerden yayılan iman neş’esini bulamamışlardır. Sonuç olarak, ilm-i kelâmın bu neş’eden yoksun şekilde öğrettiği taklidî iman akıllarda belli belirsiz bir yer işgal etse de gönüllere yerleşememiş, ama onun işgal etmesi gereken yer de boş kalmamıştır. Sultanlar o boşlukları dolduran yegâne kişiler değildi, ama en güçlüsüydü. Bu güç, onlara, kelâm ilminin meselelerinde Allah’ın sıfatlarından boşalan yere kurulma fırsatını verdi ve İlâhî rahmet, muhabbet ve mağfiret gibi sıfatlar kelâmın konularından çıkarken, Şîanın da yardımıyla (veya bahanesiyle) imamet meselesi kelâm konuları arasına girdi. Gerçi bu gidişe razı olmayan âlimlerimiz de eksik değildi. İmam Gazalî, “İmamet konusu önemli hususlardan olmadığı gibi, naklî bir konu da değildir, fıkhı ilgilendiren bir meseledir. Taassup gösterilen bir konu olduğundan, isabet üzere olsa bile bu konuya girmeyen, girenden daha doğru bir yol tutmuş olur” diyordu.[18] Ama arkasına saltanatın gücünü alan cereyan üstün geldi ve imamet konusu bir iman meselesi olup çıktı. Böylece bir kudsiyet kayması yaşandı ve insanlar Allah’ın yanı sıra kendi hemcinslerinden olan sultanların köleliğini de bir nevi gönüllülükle benimsediler. Bu süreci İbn Haldun şu şekilde özetlemiştir:

“Başlangıçta büyük hanedanlıklara boyun eğmek insan nefsine zor gelir, onun için galebeye dayanan kavî bir kuvvetle halkın boyun eğmesini temin etmekten başka yol yoktur. Bunun sebebi, (yeni devletin garip ve) alışılmamış oluşu, halkın hanedanın mülkü (hükümranlığı) ile ülfet etmemeleri ve bu mülkü itiyatları haline getirmemiş olmalarıdır. Devletteki mülke mahsus nisap sahiplerinin riyasetleri istikrar kazanıp ard arda gelen birçok nesil ve birbirini takip eden hanedanlar/iktidarlar boyunca mülk hanedan mensuplarının birinden öbürüne veraset yolu ile geçer hale gelince, insanlar başlangıç durumunu unutur, sözkonusu nisap sahiplerinde riyaset rengi koyulaşır (hükümranlıkları sağlamlaşır), hanedan mensuplarına boyun eğmek ve teslimiyet göstermek (devlete itaat ve sadakat) dinî bir inanç haline gelir, halk hanedan mensupları ile beraber onların (iktidarı, hakimiyeti ve) işi için, tıpkı imanî akîdeler üzerine savaştıkları gibi savaşırlar. Bu takdirde hanedan mensupları (iktidarları ve) işleri hususunda büyük ölçüde asabiyete ihtiyaç duymazlar. Daha doğrusu, o hanedana itaat Allah'tan gelen değiştirilemez ve aksi düşünülemez (ilâhî) bir ferman gibi telâkki edilir. Böyle bir sebepten olacak ki, kelâm/akaid kitaplarında imanî akidelerden bahsedilirken (hilâfet ve) imamet hakkındaki görüşler de ortaya konulur.”[19]

Başlangıçta her ne kadar imamet konusunun iman ile bir ilgisi olmasa da, sonunda bu mesele gerçekten bir iman meselesi, yahut imanları sınayan bir mesele halini aldı. Bu gerçeğin en açık delili de şudur:

Bugün İslâm âleminin hiçbir yerinde insanlar, referans olarak alınabilecek yegâne dönem olan Raşid Halifeler dönemindeki gibi âdil ve özgür bir hayat yaşama imkânına sahip değillerdir. Daha da ötesi, özgürlük ve adalet kavramlarını, ancak bâtıl dinlerin mensuplarına ait ülkelere ayak bastıklarında soluyabiliyorlar. Sanki, rahmeti herşeyi kuşatan Allah’a kul olmanın neş’esini kaybeden insanları, İlâhî kader kendi emsallerine köle yapmak ve birbirinin insafına terk etmek suretiyle cezalandırmış gibi görünüyor. “Bu âkıbetten kurtulmanın bir yolu yok mudur?” diye düşünürken, yine İbn Haldun’un Musa kavmiyle ilgili bir bahsi karşımıza çıkıyor.

Kur’ân’ın bize haber verdiğine göre, Musa aleyhisselâm onlara “Allah’ın size yazdığı kutsal topraklara girin” emrini verdiğinde, onlar “Orada zorba bir topluluk var; onlar çıkmadan biz oraya girmeyiz” diye diretmişler, kendilerine verilen zafer teminatına dahi razı olmayarak peygamberlerine “Sen ve Rabbin gidin savaşın, biz burada oturacağız” cevabını vermişler, Allah da onların bu isyanına karşılık onlara kutsal toprakları kırk yıl boyunca yasaklamıştı.[20] İbn Haldun, onların bu davranışını esaret alışkanlığı ile açıklıyor ve kavmin kurtuluşunu, esarete müptelâ olmuş nesillerin tarihe karışması şartına bağlıyor:

“İsrailoğullarını bu bakımdan tetkik ediniz. Musa (a.s.) onları Şam’ın mülküne, Suriye topraklarında hakimiyet kurmaya davet  ettiği, buranın mülkünü Allah’ın onlar için takdir ettiğini kendilerine haber verdiği zaman bu konuda acz göstermişler ve ‘Orada cebbar bir kavim var, onlar oradan çıkmadıkça biz katiyen oraya giremeyiz’ (Maide, 5:22) demişlerdi. Yani Allah bu zorba kavmi bizim asabiyetimizin dışındaki diğer bir çeşit kudreti ile oradan çıkarsın ve bu da senin mucizelerinden olsun, ya Musa demek istemişlerdi. Musa kararlı bir tavır takınınca da direndiler, asi olma suçunu işlediler ve ‘Rabbinle beraber git ve onlarla savaşın’ (Maide, 5:24) dediler.

“Bunun yegâne sebebi, tecavüzlere mukavemet ve hak arama konusunda acz gösterme hususuna canlarının iyice alışmış ve bununla ünsiyet etmiş olmalarıdır. . . . Onun için bu hususta ihmal göstermişler, nefislerinde var olduğunu bildikleri zaaf sebebiyle yeni haklar talep etmekte acz göstermişlerdi. Zira mezellet huyları haline gelmişti. . . . O yüzden Allah kendilerini Tih çölü ile cezalandırmıştı. Bu da şöyle olmuştu: İsrailoğulları Suriye ile Mısır arasında çöl bir arazide kırk yıl şaşkın şaşkın dolaşmışlar, bu süre içinde ne umran bulunan bir yerde barınabilmişler, ne bir şehre inebilmişler ve ne de diğer insanlarla birlikte yaşama imkânını bulabilmişlerdi. . . . Âyetin sevk ediliş tarzından ve mefhumundan anlaşılan odur ki, Tih’in (ve çölün bizzat kendisi değil) hikmeti kast olunmuştur. Bu hikmet zillet, kahr ve kuvvet pençesinden yeni çıkan, aşağılanmayı ve horlanmayı huy haline getiren ve asabiyetleri bozulan bir neslin çölde yok olması, arkasının gelmesi ve onlardan gelen çölde diğer bir neslin (bedevî ve cesur bir zürriyetin) ortaya çıkmasıdır. Artık bu nesil zelil değil azizdir. Ahkâm ve kahır nedir bilmemektedir, üzerinde zillet damgası taşımamaktadır. . . . Bundan senin de açıkça anlayacağın gibi, söz konusu kırk sene, bir neslin yok olmasına ve tükenmesine ve yerine diğer bir neslin yetişmesine imkân veren müddetin asgarîsidir. İlim ve hikmet sahibi olan Allah her nevi kusurdan münezzehtir.”[21]

Her biri diğerini aratan istibdat sahrâlarında nice kırk yıllar geçirdikten sonra içlerinde hâlâ saltanat rüyaları gören safdilleri barındıran şu İslâm ümmeti de asıl problem kaynağını Allah ile olan ilişkilerinde aramayı akıl edinceye kadar daha kaç nesil geçmesi gerekecek diye insan düşünmeden edemiyor.

Diğer yandan, nesiller de, dünyalar da artık çok çabuk değişmeye başladı. Bir ömür içinde çağ denmeye lâyık nice zaman dilimlerinin gelip geçtiğine şahit oluyoruz.

Bu arada, bir de Z kuşağı diye bir olgu karşısında buluyoruz kendimizi.[22]

Belki de aradığımız bu gelen kuşaktadır, kimbilir?



[1] Şûrâ sûresi, 42:36-43.

[2] Ebu Davud, Sünnet: 8 (no. 4646, 4647); Tirmizî, Fiten: 48 (2226); Müsned, 5:220.

[3] İhsan Süreyya Sırma, Müslümanların Tarihi, 3:80.

[4] Ebû Dâvud, Diyât: 17, 24; İbn Mâce, Diyât: 5.

[5] İ. S. Sırma, Müslümanların Tarihi, 3:146 (İbn Şebbe, Tarihu'l-Medineti'l-Münevvere, 2:693'ten naklen).

[6] İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, 8:132.

[7] Müsned, 5:251; Müstedrek (Hakim), no. 7104; Sahih (İbni Hibban), no. 6715.

[8] Saltanat ve krallık aynı anlamları taşımakla birlikte, “saltanat” ve “sultan” kelimeleri daha başka kullanım alanlarında Müslümanlara daha mûnis geldiği ve bu da kralların işini kolaylaştırdığı için kullanımda hakim hale gelmiştir. Ancak aralarında hiçbir anlam farkı yoktur. Muaviye oğlu Yezid için biat istediğinde bunu “Ebubekir ve Ömer’in sünneti” diyerek meşrulaştırmaya çalışanlara karşı “Heraklius ve Kayser’in sünneti” olarak niteleyen Abdullah b. Ebu Bekir de daha yolun başlangıcında bu teşhisi gerçekçi bir şekilde koymuştur.

[9] “Onun [Allah’ın] yaptıklarından hesap sorulmaz, onların [kulların] yaptıklarından ise sorulur.” (Enbiyâ sûresi, 21:23). Bu âyetten hiç hakları olmadığı halde kendilerine bir pay çıkaranlar, “Ben zulmetmeyi Kendime de, kullarıma da haram kıldım” (Müsned, 5:160) meâlindeki hadis-i kudsîyi ise hiç üzerlerine alınmamışlardır.

[10] İ. S. Sırma, s. 440, Tarihu’l-Hulefa (Süyutî) s. 246’dan naklen. Bu rivayetin sıhhatinden şüphe edecek olsak bile yüzyıllar boyunca süren uygulamalar, halifelerin de, etrafındakilerin de bu inanışta oldukları konusunda şüphe bırakmayacak kadar açıktır.

[11] Nevin Abdülhalık Mustafa, İslâm Düşüncesinde Muhalefet, çev. Vecdi Akyüz, İstanbul: Ayışığı Kitapları, 2001, s. 314.

[12] Şankıtî, s. 176 (İbn Cemâa, Tahrîru'l-Ahkâm’dan naklen).

[13] Nizamülmülk, Siyasetname, çev. Nurettin Bayburtlugil, İstanbul: Dergâh Yayınları, 2018, s. 25.

[14] A.g.e., s. 135 (Otuzuncu Fasıl).

[15] Buharî, Itk: 17; Müslim, Elfâz: 13, 15.

[16] Siyasetname, s. 105 (On Yedinci Fasıl).

[17] A.g.e., s. 84 (On Birinci Fasıl).

[18] Süleyman Uludağ, İslâm-Siyaset İlişkileri, İstanbul: Dergâh Yayınları, 2016, s. 118.

[19] İbn Haldun, Mukaddime, hazırlayan: Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul: 2021, s. 374.

[20] Mâide sûresi, 5:21-26.

[21] İbn Haldun, s. 353.

[22] Bkz. Açıkdeniz, Mart 2022, sayı: 1; “Z Raporu” ve “Z Kuşağını Değil Kendimizi Zorlamalıyız” başlıklı yazılar.