Bir dünya kuruluyor

   
Bugün üzerinde yaşadığımız bu gezegen, bir zamanlar her köşesinden alevler fışkıran, gazlar püskürten, öksüren, kükreyen, semâsında havaî fişeklerin oynaştığı, zemini ise lavlar ve ateşten çamurlar içinde kaynayan ıssız bir dev küre halinde uzayda uçup duruyordu.
   
ÜMİT ŞİMŞEK

O, gökleri ve yeri hiç yoktan ve benzersiz yaratandır. Bir işe hükmetti mi ona sadece “ol” der, o da oluverir.
Bakara sûresi, 2:117

  
KASABANIN üzerinde yükselen dağ birgün âniden titremeye başladı. Sonra homurdana homurdana tepesinden dumanlar çıkardı. Bir süre sonra kasabayı kükürt kokusu sardı. Ardından, ortalık siyah bir “kar yağışı” altında kaldı. Gökten düşen küller, önce dağ eteklerindeki ağaçları, sonra kasabanın sokaklarını kapladı.
Birkaç hafta geçmeden hayvanlar havasızlıktan boğulmaya, kuşlar ağaçlardan cansız yere düşmeye başlamıştı. Birbirini takip eden yer sarsıntıları, dağın içinde birşeylerin olup bittiğini haber veriyordu. Derken, haberi alınan şey, gözle görünür oldu: Dağın tepesinden süzülen lavlar yakındaki köylerin ortalarına kadar ulaştı.
Bu arada kasaba karınca sürülerinin, böceklerin, yılanların hücumuna uğradı. Bunların hepsi de can havliyle ormanlardan kaçıyordu. Kasabayı savunan kedilerle istilâcı sürüler arasında şiddetli savaşlar cereyan etti. Sürülerin önemli bir kısmı kediler tarafından püskürtüldü.
Fakat bütün bunlar, Karayib Adalarından Martinik’te yer alan St. Pierre kasabası sakinlerinin keyfini kaçırmaya yetmemişti. Üstelik yakında seçimler vardı; kasaba yöneticileri tam seçim arefesinde günlük hayat seyrinin bozulmasını istemiyor, kasaba gazetesi ise korkulacak birşey olmadığına dair uzman görüşlerini peş peşe yayınlamaya devam ediyordu.
7 Mayıs 1902 günü Mont Pelée Yanardağı peş peşe fırlattığı güllelerin sesiyle gürleyip dururken, Belediye Başkanı, seçimler dolayısıyla düzenlenen bir karnavalın hazırlıklarıyla ilgileniyor, kasaba gazetesi de tanınmış bir bilim adamının “St. Pierre kasabasından daha güvenli neresi var?” şeklindeki sözleriyle halkın gönlünü ferahlatıyordu.
8 Mayıs sabahı, dinî bir bayram münasebetiyle bütün kasaba halkının kiliseye doluştuğu bir sırada olan oldu.
Yanardağdan dev bir ateş güllesi fırladı. Önce kıpkızıl beliren, sonra siyahlaşan dev gülle, arasından şimşekler çıkara çıkara, bir ölüm bulutu halinde kasabanın üzerine çöküverdi. Rüzgârı kaynar su buharından ibaret bir kasırga gibi, önüne çıkan ne varsa kasıp kavurdu. Koskoca demir kapılar birer plastik oyuncak gibi eğiliveriyor, evler bir anda çöküp gidiyordu. Olayı uzaklardan seyreden bir gemici, kasabayı “önce bir filin ayağı altında ezilen, sonra da ateşe verilen kâğıttan bir oyuncak şehir” olarak tarif ediyordu.
St. Pierre’de 30 binden fazla kişi o gün birkaç dakika içinde öldü.
Uzaktaki limanda bulunan gemilerin yolcu ve mürettebatı bile yanardağın hışmından kurtulamamış, birçoğu feci şekilde yanarak ölmüş, gemilerin neredeyse tamamı yanarak batmıştı.

***
St. Pierre kasabasının başına gelenler, bundan çok önceleri, bütün dünya yüzeyini kaplayan bir olaydan başkası değildi. Bugün üzerinde sakin sakin yaşadığımız bu gezegen, bir zamanlar her köşesinden alevler fışkıran, gazlar püskürten, öksüren, kükreyen, semâsında havaî fişeklerin oynaştığı, zemini ise lavlar ve ateşten çamurlar içinde kaynayan ıssız bir dev küre halinde uzayda uçup duruyordu.
Yanardağ veya volkan adıyla andığımız bu cehennem bacaları, yeryüzünde çağlar boyunca titremeye devam etti. Havasız dünyaya, yerin altından bu bacalarla gazlar çıkarılıp üflendi. Yerin derinliklerindeki kayalar ve bu kayalardaki ağır elementler çıkarılıp yeryüzüne serildi, yığıldı, dağlar ve kıt’alar kuruldu.
Yerin altında olmayan, gökten getirildi. Çağlar boyunca göktaşları yağdı Dünyaya. Yeryüzünde delinmedik bir yer kalmadı. Hayatın hammaddesinden bir kısmı da onlarla geldi, yere karıştı. Kuyruklu yıldızlar, birer dev tankerdi; onların da binlercesi uzayın kimbilir hangi köşelerinden gelip suyunu buraya boşalttı. 
Bacalar tüter, havuzlar dolarken, yeryüzünün kıt’aları tek bir süper kıt’a halindeydi. Kader hatları, onu daha küçük kıt’alara böldü. Zamanı geldiğinde kıt’alar demir aldı, her biri bir yöne doğru santim santim yol almaya başladı. Yıllar, yüzyıllar, çağlar geçti. Kayan kıt’aların arasındaki boşlukları denizler doldurdu. Kıt’aların birleştikleri yerlerde de Himalayalar gibi dağ silsileleri doğdu.
Yoğruldukça yoğruldu yerin yüzü. Göktaşı izlerinden bir kalıntı kalmayıncaya kadar bir dizi estetik operasyon geçirdi. Dağlar, ovalar, körfezler, sahralar, vahalar kuruldu. Kimi yerde göller açıldı, kimi yere nehirler döşendi. Bu arada yeraltından akan ve gökten kuyruklu yıldızlarla taşınan sularla okyanuslar doluyor, yanardağların üflediği gazlarla kat kat atmosfer kuruluyordu. Atmosferin tek eksiği oksijendi; onu da yine yeraltından çıkan karbondioksitin içinden, henüz yaratılmış olan bitkiler çıkarıp işliyor ve atmosfere sunuyordu.
Bu arada uzaydan gelen zararlı ışınlar, göktaşları, güneş rüzgârları gibi tehlikelere karşı bir yandan atmosfer, diğer yandan da Dünya merkezindeki madenlerden Dünya çevresine doğru yayılan manyetik alan bekçilik yapacak şekilde düzenlenmişti.
Uzayın derinliklerindeki gaz ve toz bulutunun kümelenmeye başlamasından yaklaşık 4,5 milyar yıl sonra, Dünya, en azından Güneş Sisteminin en güzel köşesi haline gelmiş bulunuyor ve üzerinde milyonlarca tür canlının sayısız fertlerini konuk ediyordu.
 
***
  
Bu yazının alındığı "Doğal Afetleri Doğru Okumak" adlı kitabımızın PDF'sini aşağındaki bağlantıdan indirebilirsiniz: