Nefretle Nereye Kadar adlı kitabımızın Sunuş yazısı
BU SATIRLARI izleyen sayfalarda, Açıkdeniz dergisinde yayınlanan yazılarımızdan bir derleme bulacaksınız. Bunlar, hacimleri küçük olmakla birlikte, temeli inançlarımıza dayanan ve uzun süredir ihmale uğramış ve hedefinden uzaklaşmış bazı problemlerimizi ele alarak çözümler öneren, dolayısıyla, serinkanlı ve ciddî bir şekilde tartışılmaya ihtiyaç gösteren makalelerdir. Bu makalelerde ele alınan konulardan bazıları birbirinden farklı alanlara dağılmış görünse de, temelde hepsinin de aynı veya benzer problemlere dayandığı görülecektir. Bu da problemlerin bir bütün olarak incelenmesini gerektiriyor.
En başta, Stanford deneyinin bizi kendi hayatımızdan bazı gerçeklerle yüzleştirdiğini görüyoruz. Her ne kadar bazı itirazlara konu olmuşsa da, hem benzeri deneylerin ortaya koyduğu sonuçların bu deneyden alınan sonuçları desteklemesi, hem de deneyin ortaya çıkardığı şaşırtıcı sonucu bizim de hayatımızın bütününde yaşamakta oluşumuz, gerçek bir manzara karşısında bulunduğumuzu gösteriyor. Tabii, bu deneyden çıkarmamız gereken önemli dersler var; biz de bu dersleri okumaya çalışıyoruz. Ancak bu sanıldığı kadar kolay bir okuma olacakmış gibi durmuyor.
Çünkü bu dersleri bize anlatması gereken din dili, bugünkü haliyle böyle bir misyonun altından kalkacağa hiç benzemiyor; bilâkis problemleri daha da derinleştirip kemikleştiriyor. Çünkü bu dil sevgiden yoksun bir dil ve biz de bu dili artık yadırgamıyoruz. Daha da ötesi, artık aşina hale geldiğimiz din dili, tartışılmakta olan problemin çözümüne değil, bizatihi kaynağına daha yakın bir yerde duruyor. Bu durumda bize işin en başında şu soruyu sormak kalıyor: Başından beri bu dil bizimle miydi?
Hayır. Dinin asıl kaynakları olan Kur’an ve Hadis bize bu dili öğretmiyor. Öyleyse tekrar ana kaynaklara dönerek gerçek din dilini — ki bu bir şefkat ve muhabbet dilinden başka bir şey değildir — en başından öğrenmeye koyulmamız gerekiyor. Bizi bu yola teşvik eden âyet ve hadislerin rehberliğinde, biz de bu dinin baştan başa muhabbet dini olduğunu — asırlar sonra olsa da — tekrar keşfediyoruz. Bu keşif yolculukları sırasında karşımıza çıkan gerçekleri ilk Müslümanlarda olduğu gibi Gandi, Martin Luther King ve Mandela gibi liderlerin uygulamalarında da gözlüyor ve şu sonuca varıyoruz:
“İlk Müslümanların var oluş mücadelesi amansız bir husumetin tasallutuna karşı verilmiş bir mücadele idi. Fakat kine kinle, nefrete nefretle, zulme zulümle mukabele edilerek verilmiş bir mücadele değildi. Eğer öyle olsaydı, kendileri de düşmanlarına benzemiş olurlar, bu ise İslâmın ve Müslümanların değil, sadece faili değişen nefret ve zulmün zaferi olurdu.”
İslâmın ilk nesilleri, inanç bakımından en sağlıklı nesiller idi. Onlar, Allah’ın kitabında ve Resulullahın uygulamalı öğretilerinde kendilerine ne verildiyse onu alıyorlar ve enerjilerinin büyük kısmını, öğrendiklerini hayata geçirmek için harcıyorlardı. Daha sonra farklı inanç ve mezhepler arasındaki temaslar farklı anlayışları ve ihtilâfları doğurdu. İhtilâflar ise, yol ve yöntem açısından yeni arayışlara yol açtı. İlâhî sıfatlar ve imamet konusu, bu arayış ve mücadeleler sırasında Müslümanların itikad konu ve yöntemleri arasına girdi ve yerleşti. O gün bu gündür biz Allah’ı doğrudan doğruya Kendi kelâmı ve Resulünün tanımları yerine selbî ve sübutî sıfatlar gibi kendi tasnifimizin eseri olan sıfat sistemi ile tanımaya ve tanıtmaya çalışıyor; bu arada devlet yönetimini de bir inanç konusu olarak kutsallaştırıyor ve bitip tükenmeyen kısır mücadelelerin sebebi yapıyoruz. Altıncı ve Yedinci Bölümler, bu açmazdan kurtuluşumuzun yollarını arıyor ve doğrudan doğruya Kur’ân’a ve Resulullahın tanımlarına yöneldiğimiz zaman nasıl bir imana kavuşacağımızı bulmaya çalışıyor.
Mü’minin hukuk eğitimi iman ile birlikte başlar. Bu gerçeği biz hayli zamandır unutmuş olsak bile, Allah’ın âyetleri ve Resulünün hadisleri bize hatırlatmaya devam ediyor. Üstelik bu hatırlatmaya, Allah ile mü’min kulu arasındaki karşılıklı hak ve görevleri bildirmekle başlıyor. Herkese hakkını tam bir adaletle veren ve herkesten de başkalarının hukukuna aynı duyarlılıkla uymasını isteyen bu din, çok kısa bir zamanda insanların üzerinde öyle bir güce erişiyor ki, “İmanla Gelen Adalet” başlıklı sekizinci bölümde göreceğimiz gibi, Resulullahın birkaç satırlık bir mektubu, yıllardır yolcuların korkulu rüyası haline gelmiş şakîlerin dağdan inerek insanların arasında namuslu bir hayata kavuşmaları için kâfi geliyor.
Allah’a bir olarak inanmak, inanç konularımızın temelini teşkil ediyor ve çok net bir şekilde ifade edilebiliyor. İslâmın nasıl bir din olduğunu anlatmaya gelince, yaşanan bir hayat da söz konusu olduğu için, inançla ilgili meselelerden daha başka unsurlar da devreye giriyor ve bu dinin hayattaki etkilerini örnekleriyle anlatmak gerekiyor. İlk nesiller bunu, İslâmın kendilerini ne halde bulup nasıl bir hale getirdiğini anlatmak suretiyle kolayca yapıyorlar ve muhatapları üzerinde de etkili oluyorlardı. Şimdiki problemimiz ise, inandığı gibi yaşamayan toplulukların dinindeki hakikati anlatmak konusunda ortaya çıkıyor ve, tahmin edileceği gibi, muhatapları üzerinde pek etkili olamıyor. Dokuzuncu bölümde bu konuya ahlâk yönünden yaklaşan bir makalemiz yer alıyor ve iman ile amelin birbirinden ayrılmasıyla ortaya çıkan problemin çözümünü bulmaya çalışıyor.
“Raşid Halifeler” adıyla ün kazanan Dört Halifenin yönetimi de hak ve özgürlüklerin başka hiçbir yer ve zamanda görülmedik bir duyarlılıkla korunduğu bir dönem oldu. O dönemde Halife de herkesle birlikte aynı kanunlara boyun eğiyor ve herhangi bir şahıs herhangi bir zamanda herhangi bir icraatı ile ilgili olarak Halifeden hesap sorabiliyordu. Bireyler ise bir haksızlıkla karşılaştıkları zaman bunu dile getirmeyi bir hak meselesi olmaktan da ötede bir görev olarak biliyor ve bu sorumluluklarının gereğini yerine getiriyorlardı. Bu devrin özetini, “Raşid Halifelerde İman-Amel Bütünlüğü” başlıklı bölümde okuyoruz.
Herşeye rağmen, umutsuz bir dünyada yaşamıyoruz. On birinci bölümde, iyilik ve güzellik tohumlarının en karanlık çağlarda ve en zalim topluluklarda dahi birer çekirdek halinde varlığını nesilden nesile aktararak devam ettiğini görüyoruz. Nitekim Asr-ı Saadet öncesi Arap toplumlarında da yaptırım gücü olan erdem ittifakları var olagelmişti. Hattâ, Peygamberimiz de bizzat bu ittifakların içinde yer almış ve daha sonraki yıllarda da “Bugün böyle bir teşebbüs olsa yine içinde yer almak isterdim” diyerek o günlere duyduğu özlemi dile getirmişti.
Açıkdeniz yazılarımızdan derlediğimiz bu seçkiyi size sunarken, biz de böyle bir özlemi gönlümüzün derinliklerinde duyuyoruz. Bakarsınız, dünyanın dört bir yanındaki mütevazi insanların kalplerinde nice zamandır için için tütmekte olan bu özlem, bir gün insanlığın yüzünü güldürecek bir güce erişiverir. Neden olmasın? En karanlık zamanlarda parlamak büyük inkılâpların şanındandır.
Ümit Şimşek
Ocak 2025, Üsküdar
***
Kitap hakkında bilgi:
https://www.yazarumit.com/2025/05/bir-fazilet-cagrs-nefretle-nereye-kadar.html