Martin Luther King de kin ve nefretten arınmanın kolay bir iş olmadığını biliyor ve “Nefret bulaşıcıdır,” diyordu. “O tıpkı bir hastalık gibi büyür ve yayılır; ve hiçbir toplum kendisini ondan koruyacak kadar sağlıklı değildir.”
***
Henüz kırk yaşını bile göremeden bir suikaste kurban giden Martin Luther King, bu kadar kısa bir ömür içinde böyle bir felsefeyi ve mücadele yöntemlerini nasıl geliştirdi, halk kitleleri üzerinde nasıl bu kadar etkili olabildi ve kökü yüzyıllara dayanan ve toplumun kılcal damarlarına kadar işlemiş bir ayrımcılığa karşı nasıl başarıya ulaşabildi?
***
Mandela, bitmek bilmeyen esaret yıllarında bir ara ümidini tamamen yitirecek hale gelmişti. Bu durumun farkına varan yan hücredeki Müslüman arkadaşı “Mandela, Mandela!” diye seslendi. “Lütfen pes etme. Bizim kutsal kitabımızda ‘Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin!’ yazıyor.”
***
Mandela, uzun tutukluluk yıllarında edindiği önemli tecrübelerinden birini şu sözleriyle aktarıyor: “Cezaevi şartlarının, tartışmalara itidal kazandırmak ve bireyleri bölen şeylerden ziyade birbirine bağlayan şeyleri onlara göstermek şeklinde bir özelliği var.”
***
Mandela'nın tesbitlerinden: “Hiç kimse derisinin rengi veya geçmişi veya dini sebebiyle bir başkasından nefret ederek dünyaya gelmez. İnsanlar nefret etmek için bunu öğrenmek zorundadır. Eğer nefret etmeyi öğrenebiliyorlarsa, onlara sevmeyi öğretmek de mümkündür; çünkü sevgi, insan kalbine nefretten daha doğal gelir.”
Vahametini henüz yeterince
kavrayamadığımız bir tehlikenin tam ortasındayız: Nefret dili, toplumun
neredeyse bütün katmanları arasında ortak bir dil halini alıyor ve bir yarışa
dönüşüyor.
Başlıca arenası sosyal medya
olan bu yarışta keskinleştikçe, çoğu birbirini tanımayan nice insanlar arasında
kinler, nefretler, husumetler alınıp veriliyor. Özetle, dildeki kabalaşma içten
içe büyük bir yıkımın alarmını veriyor.
Problemin asıl büyüğü şurada:
Toplumu birbirine düşürme istidadı taşıyan bu tehlikeli tırmanışı dizginlemesi
beklenenlerin en başında gelen kimseler, çoğu zaman, yarışta başı çeken veya en
azından yarışı kızıştıran kimseler olarak karşımıza çıkıyor. Dindirmeleri
gereken kin, nefret ve husumet hisleri en keskin bir şekilde onların ağızlarından ve kalemlerinden
yayılıyor. Ve bu durum, konuyu temelinden ele alarak referans noktalarımızı ve
kendi konumumuzu değerlendirmeye ve şu sorunun cevabını aramaya bizi mecbur
bırakıyor:
Bu nefret dilinin bizi sürüklediği
yol nereye çıkar?
Tabii ki bu soruyu bizden evvel
soranlar, cevap araştıranlar ve sorularına cevap bulanlar da oldu. Bunların en
başında da insanlığın selâmeti için mücadele verenler geliyor. İnsanların insanlığa lâyık bir
hayata kavuşması ve hak ve hürriyetlerin teminat altına alınması için onların
koyduğu teşhisler ve önerdiği çözümler, meselenin tam temeline iniyor ve bizim
sorumuzun cevabını da içinde barındırıyor.
***
Tarihî bir gerçektir: Kötülüğe
karşı mücadele ederek bir başarı kazanmış ve olumlu bir çığır açmış bulunan
kimselerin dâvâlarında kin ve nefrete rastlanmaz. Bilâkis, onlar daha yola
çıkmadan önce kendilerini ve taraftarlarını kin, nefret, düşmanlık ve intikam
hislerinden ciddî bir nefis terbiyesiyle arındırmış olan kimselerdir.
Geliştirdiği felsefesi ve başarılarıyla dünyada birçok özgürlük hareketine
ilham vermiş bulunan Gandi, bu konuda yakın zamanların ilk akla gelen ismidir.
Sivri dilli Churchill’in “yarı
çıplak adam, diktatörlük heveslisi, kendi çıkarı peşinde koşan madrabaz
işportacı” gibi isimler takarak etkisiz hale getirmeye çalıştığı Gandi, silâhlı
güçlerle değil, barışçıl ilkelere ve sıkı bir nefis terbiyesine dayanan
“satyagraha” adını verdiği felsefesine gönül veren kitlelerin barışçıl
direnişleriyle sadece kendi milletine bağımsızlığını kazandırmakla kalmamış,
dünyanın muhtelif yerlerinde hak ve özgürlük mücadelesi veren nicelerine de
ilham kaynağı olmuştu.
Satyagraha, düşmanı bertaraf
etmeyi değil, düşmanlıkları gidermeyi, hattâ karşılıklı saygı içinde düşmanla
beraber ortak bir gelecek inşa etmeyi hedef alan bir yöntemdi. Bu yöntemin
terkibinde, Budizmin temel ilkeleri arasında yer alan ahimsa’ya (şiddetten
arınma) ilâve olarak kin ve nefretten de arınmak, öfkelenmemek, sövmemek,
karşıtlarına ve onların liderlerine hakaret etmemek, çalmamak, Tanrıya inanmak,
bütün dinlere saygılı olmak, iffetli bir hayat sürmek gibi şartlar vardı.
Satyagraha’da esas olan şey düşman ile ilişkileri kesmek değil, onu kötülükten
vazgeçirmek olduğu için, bu ilkeyi izleyenlerin kazandıkları zafer, yeni bir
istikbalde ve daha insancıl şartlar altında “düşmanla” birlikte yaşamaya ve
işbirliği yapmaya engel teşkil etmiyordu.
Gandi satyagraha’yı “pasif
direniş” adı verilen yöntemden özenle ayırıyordu. Ona göre pasif direniş
zayıfların bir silâhı olarak tasarlanmıştı ve nefretle yönlendirilme, hattâ
sonunda bizzat bir şiddet aracı olma ihtimali vardı.
Hiç şüphesiz bunlar kolay
kazanılacak nitelikler değildi, ama bunun da bir yolu vardı. “Şiddetsizlik
vaazla değil, uygulanarak öğrenilir” diyordu Gandi. “Eğer biz şiddetten uzak
durmaya devam edersek, kullanılmayan herşey gibi nefret de zamanla ölür gider.
Şiddetsizlik giyilip çıkarılacak bir elbise değildir. Onun yeri kalbimizdir; o
varlığımızın ayrılmaz bir parçası olmalıdır.”
Sosyal değişim ile kişisel
değişim arasındaki bağ, Gandi’nin ısrarla üzerinde durduğu bir konu idi. Eğer
insanlar kendi şahsî hayatlarında şiddetsizlik veya adalet ilkelerini
uygulamıyorlarsa, bunları sosyal hayatta uygulamak için çabalamanın hiçbir
anlamı yoktu.
***
Gandi’nin satyagraha’sı, o daha
hayatta iken dünyanın başka yerlerindeki özgürlük ve insan hakları hareketleri
için ilham kaynağı oldu. ABD’deki zenci hareketi ve onun efsanevî lideri Martin
Luther King bunların başında geliyordu.
Martin Luther King, diğer
Amerikalı zenciler gibi, ırk ayrımı ile de, kin ve nefretle de henüz çocukken
tanışmıştı. Üç yaşından itibaren beraber oyun oynadıkları bir beyaz arkadaşı
vardı. Altı yaşına gelip de okula başladıklarında ayrı okullara gitmek zorunda
kaldılar. Kısa bir süre sonra da, arkadaşı, babasının onunla oyun oynamayı yasakladığını
haber verdi. O an, King’in gönlünde bütün beyazlara karşı yıllar boyunca içinde
büyüyecek bir nefret hissinin doğduğu an idi.
King, gençlik yıllarının önemli
bir bölümünü bu nefretle yaşadı. Karşılaştığı haksızlıklar hep bu nefreti
besledi. Nihayet Crozer Teoloji Fakültesinde yüksek lisans çalışmaları yaparken
Gandi’nin düşüncelerini daha yakından tanıma imkânına kavuştu. Gandi, şiddet
yoluyla savaşan bir kimsenin enerjisini taşıyordu; ama bunu şiddette değil,
kötülüğü sevgiyle savma yolunda kullanıyordu. Çünkü şiddete şiddetle karşı
koymak, âlemde var olan şiddet ve nefret miktarını daha da yükseklere taşımaktan
başka bir anlama gelmezdi; sevgiyle cevap vermenin ise karşı tarafta bir utanma
veya durum değişikliğine yol açma ihtimali vardı.
Martin Luther King âleminde
büyük değişikliklere yol açan bu fikirlerle karşılaştıktan az bir zaman sonra
Rosa Parks olayı patlak verdi ve Parks, otobüste beyazlara ayrılan koltuğa
oturmaktaki ısrarı sebebiyle tutuklandı. Ardından da, zenciler, Martin Luther
King’in liderliğinde, bir yıldan fazla bir zaman süren meşhur Montgomery otobüs
boykotunu başlattılar.
Bu boykot tamamen barışçı bir
eylemdi; siyahlar her türlü tahrik ve saldırıya rağmen ciddiyet ve
sükûnetlerini koruyor ve sessizce yürüyerek işlerine gidip geliyorlardı. Bu
arada birçok saldırılara uğradılar. Kafası yarılanlar, burnu kırılanlar oldu.
Bir yandan da, yol boyunca kaldırımlarda mevzilenen bir kısım zenci militanlar
onları kışkırtarak direnişi bir gerilla savaşına çevirmeye çalışıyorlardı. Fakat
380 gün boyunca hiçbir zenci hiçbir tahrik ve saldırı karşısında sükûnetini
bozmadığı gibi, geri adım da atmadı.
“Biz özgürlüğümüzü kazanıncaya
kadar Montgomery sokakları kana bulanabilir,” diyordu Martin Luther King. “Ama akacak
kan bizim kanımız olmalı, beyaz adamın değil. Beyaz kardeşlerimizin saçından
bir tek tel bile zarar görmemelidir.”
Bunun kolay bir iş olmadığını
biliyordu King: “Evet, düşmanca hislere kapılmamak için zorlanacağız, ama
kaderle randevusuna doğru yol alan kimseler için, nefret taşınamayacak kadar
ağır bir yüktür.”
Şartlar ne olursa olsun, şiddete
asla bulaşmamak ise eldeki yegâne alternatifti: “Artık dünyada şiddet ile
şiddetsizlik arasında bir tercih yapma imkânı kalmamıştır. Tercihimizi ya
şiddetten uzak durmak, ya da yok olup gitmek şıkları arasında kullanacağız.”
***
Evrensel değerleri evrensel bir
bakışla değerlendirerek stratejisini belirlemek, King’in en önemli özellikleri
arasındaydı. Adalet konusunu da bölünmez bir bütün olarak düşünüyordu King. “Bir
yerdeki adaletsizlik, başka herhangi bir yerdeki adalet için de bir tehdittir”
diyordu. Karşıtları ise adaletsizlik, kin, nefret ve şiddetle kendi
coğrafyalarında o gün için düzenlerini koruduklarını sanıyorlardı. Fakat zaman
onların lehine işlemiyordu. Çünkü zenciler de King’in bakış açısını
kavramışlar, herşeyden önce sıkı bir disiplinle nefret ve husumet duygularından
kendilerini soyutlayarak insanlığa hayır getirecek bir ideal edinmişler, bu
arada korkuyu kalplerinden çıkarmışlar, sonra bu işin sabır ve sebat işi
olduğunu öğrenmişler ve nazarlarını yaşadıkları güne değil, yaşanacak yarınlara
dikmişlerdi. Bir süre sonra da ufak tefek zaferler kazanmaya başlayınca, büyük
bir gerçeği, tiranların yenilmez olmadıkları gerçeğini gözleriyle görmüşlerdi.
Bütün bunlar, zenci hareketinin nefret unsurundan uzak kalmasına hizmet
ediyordu hiç şüphesiz, fakat nefret bir hamle ile ebediyen imha edilebilecek
bir düşman değildi ve Martin Luther King de bunun farkındaydı. “Nefret
bulaşıcıdır,” diyordu. “O tıpkı bir hastalık gibi büyür ve yayılır; ve hiçbir
toplum kendisini ondan koruyacak kadar sağlıklı değildir.”
Henüz kırk yaşını bile göremeden
bir suikaste kurban giden Martin Luther King, bu kadar kısa bir ömür içinde
böyle bir felsefeyi ve mücadele yöntemlerini nasıl geliştirdi, halk kitleleri
üzerinde nasıl bu kadar etkili olabildi ve kökü yüzyıllara dayanan ve toplumun
kılcal damarlarına kadar işlemiş bir ayrımcılığa karşı nasıl başarıya
ulaşabildi?
Bu sorunun anahtarını, hiç
şüphesiz, nefretten uzak, muhabbete yakın bir ruhta aramak gerekir. Ancak o
kadar haksızlık ve husumetlerin ortasında yıllar boyunca bu ruhu muhafaza
edebilmenin de bir formülü olmalıdır ve kanaatimizce bu formül, onun öğrencilik
yıllarından beri hayatının bir parçası halini alan tefekküründe aranmalıdır.
King, Crozer Seminerindeki yıllarını anlatırken âdet edindiği tefekkür
yürüyüşlerinden şöyle bahsediyor:
“Kampüsün yar tarafında Delaware
nehrine akan küçük bir dere vardı. Her gün kampüsün ucuna kadar gider, dere
kenarına oturur ve saatlerce doğanın güzelliklerini seyrederdim. Arkadaşım,
işte bunu yaşarken ben Tanrıyı gördüm! Onu havada uçuşan kuşlarda, ağacın
yapraklarında, halenenen dalgalarda gördüm. . . . Bazan da geceleri çıkar, mavi
iğnedenlik çiçeğinin üzerine batırılmış parlak gümüş iğneler gibi semâyı
süsleyen yıldızları seyrederdim: Evet, Tanrı var. Bazı sabahlar güneşin ufuktan
yükselirken doğu ufkunu bir film şeridi gibi renklere boyayışını seyrederdim:
Evet, Tanrı var. Bazan da mehtabı, tıpkı bir kraliçenin sarayda yürüyüşü gibi
semâ boyunca süzülüşünü seyrederdim: Evet, Tanrı var. Henry Ward Beecher “Doğa
Tanrı’nın lisanıdır” derken haklıydı.”[1]
***
Dünyanın en ünlü kişileriyle 50
binin üzerinde mülâkat yapan meşhur Amerikalı radyo ve televizyon sunucusu
Larry King, “Tanıdığınız en olağanüstü şahsiyet kimdi?” sorusuna hiç
tereddütsüzce “Mandela” diye karşılık vermişti. Devlet Başkanlığını devralma
törenine katılmak ve Mandela ile mülâkat yapmak üzere Güney Afrika’ya
vardığında, Larry King’i en çok şaşırtan şey, Mandela’nın gardiyanlarını da
törene davet etmesi oldu. “Onun yerinde başka birisi olsaydı mutlaka savaş
çıkardı. Bir insanın bu kadar bağışlayıcı olması inanılacak bir şey değil”
diyordu Larry King.[2]
Ömrünün 27 yılını hapislerde ve
ağır çalışma kamplarında geçiren Nelson Mandela, hiç şüphesiz, kin ve nefret
hislerini yenmiş büyük bir dâvâ adamı olarak anılmaya lâyık en ünlü isimler
arasındaydı. Ama kendisini en umutsuz günlerinde bir Kur’ân âyetiyle
cesaretlendiren hapis arkadaşı olmasaydı, pek muhtemeldir ki, Mandela adı da
bugün hiç kimsenin hafızasında bir yer işgal etmeyecekti.
1962 yılında müebbed hapse
mahkûm olan ve ömrünün 27 yılını hapislerde ve ağır çalışma kamplarında geçiren
Mandela, bitmek bilmeyen esaret yıllarında bir ara ümidini tamamen yitirecek
hale gelmişti. Kendi ifadesiyle, “ümidini kaybedenler dâvâsını ve mücadele
ruhunu da kaybediyor, bunları kaybedenleri de serbest bırakıyorlardı.” Bu
durumun farkına varan yan hücredeki Müslüman arkadaşı [büyük ihtimalle Ahmed
Kathrada], “Mandela, Mandela!” diye seslendi. “Lütfen pes etme. Bizim kutsal
kitabımızda ‘Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin!’ yazıyor.”
Mandela bu söz üzerine uzun uzun
düşündü ve hayatının – aynı zamanda Güney Afrika tarihinin – en önemli kararını
verdi: Pes etmeyecek, mücadeleye devam edecekti.[3]
Mandela’yı dünya Güney Afrika’da
ırk ayrımını (apartheid) sona erdiren adam olarak tanıyor. Fakat bu büyük
başarıdan önce, o daha da büyük bir zaferi kendi iç âleminde kin, nefret ve
husumet duygularını dizginlemek, daha doğrusu bunları başka bir hedefe
yönlendirmek suretiyle kazanmıştı. Özgürlüğünü kazandıktan sonra beyazlar onun
intikam peşine düşmesinden endişe ederken, o, vaktiyle beyazlara karşı duyduğu
öfkenin hapishane yıllarında tedricen yok olduğunu, buna karşılık sisteme olan
nefretinin gittikçe arttığını anlatıyor ve şöyle diyordu: “Güney Afrika benim
düşmanlarımı dahi sevdiğimi, ama bizi birbirimize düşüren sistemden nefret
ettiğimi bilmeliydi. Nezaketten ve barış içinde yaşama yeteneğinden yoksun bir
özgürlüğün gerçek özgürlükle hiçbir ilgisi yoktu.”
Şu sözleri de Mandela’ya uzun yürüyüşünde
güç ve cesaret veren şeyin kin ve nefret değil, bilâkis düşmanlarının içindeki
en küçük bir iyilik kırıntısını dahi keşfederek onu geliştirmek için çalışmaya
kendisini sevk eden bir feraset olduğunu ortaya koyuyor:
“Hep şuna inanmışımdır: Her bir
insan kalbinin derinliklerinde merhamet ve asalet vardır. Hiç kimse derisinin
rengi veya geçmişi veya dini sebebiyle bir başkasından nefret ederek dünyaya
gelmez. İnsanlar nefret etmek için bunu öğrenmek zorundadır. Eğer nefret etmeyi
öğrenebiliyorlarsa, onlara sevmeyi öğretmek de mümkündür; çünkü sevgi, insan
kalbine nefretten daha doğal gelir. Cezaevi günlerinin en karanlık
zamanlarında, benim ve arkadaşlarımın tahammül gücümüz sınıra gelip
dayandığında dahi, gardiyanların bir tanesinde, bir saniyeliğine bile olsa bir
insanlık ışıltısı görebiliyordum. Bu kadarı dahi beni yoluma devam etmek için
ikna etmeye yetiyordu. İnsanın iyilik duygusu bir alevdir, gizlenebilir ama
hiçbir zaman tamamıyla söndürülemez.”
***
Tarih sayısız tecrübelerle gösteriyor
ki, kin ve nefret duygularından kendisini kurtaramayan hiçbir hareket insanlığa
huzur ve mutluluk getirmiyor, bilâkis aynı acıları başka bir kılık altında tazelenmiş
olarak başkalarına yaşatıyor.
Putperest Romalıların zulmü
altında inleyen Hıristiyanlar gün gelip de özgürlüklerine ve iktidara
kavuşunca, Romalılardan gördüklerini başkalarına uyguladılar.
Hitler’in ve daha başkalarının
zulmünden kurtulan Yahudiler de bir devlete kavuşur kavuşmaz dünyanın en zalim
milletine dönüştüler. Yine de tatmin olmadılar; hâlâ bitip tükenmeyen Holokost
hikâyeleriyle nefretlerini besleyip büyütmeye devam ediyorlar.
Üzerinden on üç asır geçmiş
olmasına rağmen hâlâ Kerbelâ vahşetini hatırlayarak dövünüp duran Şiîler de, o
günden beri besleyip durdukları kin ve nefretlerinin sonucunu hem kendileri
tadıyor, hem de başkalarına tattırmaya devam ediyorlar.
Bizim durumumuz onlardan çok mu
farklı diyebilirsiniz. Biz de bundan tam bir asır önce bir cumhuriyet
kurmuştuk. Yeni bir dünyaya, yeni dünyanın insanî değerlerine yeni bir
açılmaydı bu. Üstelik elimizde, Osmanlının son döneminde vücuda gelen ve kendi
medeniyetimizin yanı sıra Batı medeniyetinin kazanımlarıyla da tanışmış muazzam
bir entellektüel birikim vardı. Fakat Cumhuriyeti kuranların maziyle
bağlantılı herşeye karşı önyargılı ve hasmâne tavırları, güçlü bir doğuş
fırsatının elden kaçmasına sebep olduğu gibi, ardı arkası kolayca kesilmeyecek
yeni kin ve nefret dalgalarına yol açtı. O gün bu gündür, iktidarlar ve
ihtilâller birbirini izledikçe, karşılıklı nefret dalgaları da, zaman zaman
azalıp çoğalarak birbirini beslemeye devam ediyor.
Şimdi ise, en azından bu kavgayı
bizzat yaşamamış olarak hayata gözünü açan yeni nesillerle yepyeni bir
başlangıç yaparak temiz ufuklara açılma fırsatını kader bize sunmuş bulunuyor.
Fakat bir yandan da, gıdasını
kin ve nefretten alan ve varlığını düşmanının varlığıyla kaim bilen bir kısım
köhne kafalar, hâlâ yüz yıl öncesinin kavgalarını kaşıyıp durarak küllenmiş
nefretleri tekrar harlandırmaya ve bütün bir toplumu husumet cehenneminde helâk
olmaya çağırıyor.
Herşeye rağmen, bu manzaranın da
iyi bir tarafı var. Mandela, uzun tutukluluk yıllarında edindiği önemli
tecrübelerinden birini şu sözleriyle aktarıyor:
“Cezaevi şartlarının,
tartışmalara itidal kazandırmak ve bireyleri bölen şeylerden ziyade birbirine
bağlayan şeyleri onlara göstermek şeklinde bir özelliği var.”
Halkına tepeden bakan
yöneticilerin elinde açık bir temerküz kampını andırmaya başlayan ülkeler de
sanki Mandela’nın tesbitini doğruluyor gibi. Oralarda da birbirinin cevrini
tatmış ve nefret dilinden tiksinmiş tarafların tabanında insanlar birbirini
anlamaya başlıyor ve bu karşılıklı anlayış, er veya geç bu insanları
beklediğinde şüphe olmayan aydınlık bir istikbali her gün biraz daha
yaklaştırıyor.
***
Açıkdeniz dergisinin Nisan 2023 sayısından alınmıştır.
[1] The
Autobiography of Martin Luther King Jr, ed. Clayborne Carson (New York: Warner
Books, 2001), s. 29.
[2] Larry
King, My Remarkable Journey, 249.
[3] Bu
hatırayı Prof. Dr. İbrahim Özdemir 5 Aralık 1999 tarihinde Cape Town’da
toplanan Dünya Dinleri Parlamentosunda bizzat Mandela’dan dinlediğini
anlatıyor.