ÜMİT ŞİMŞEK
Açıkdeniz, 9. sayıdan
Yirminci yüzyılın önde gelen âlimlerinden Muhammed Gazalî
“Bu ümmet sahih hadislerin yanlış anlaşılmasından çektiğini uydurma
rivayetlerden çekmemiştir” diyordu. Bu tesbite verilebilecek örneklerden belki
de en ünlüsü, Türkçemizde “çoban hadisi” olarak bilinen hadis-i şerif olsa
gerektir. Türk okuyucuları, bu hadis-i şerifin herhangi bir fertten devlet
başkanına kadar herkesin bir nevi çoban, onların yönettikleri kimseleri de
onlar tarafından güdülen birer sürü olarak tasvir ettiğini düşünmekte; onlardan
bir kısmı bu benzetmeyi çeşitli tevillerle açıklamaya çalışırken, diğer bir
kısmı da hiç öyle zahmetlere girmeksizin hadisi reddetmeyi daha kestirme bir
yol olarak görmektedirler. Dilerseniz kendinize sorun: Hadis tercümesi olarak
karşınıza çıkan metinde “Devlet başkanı da bir çobandır, sürüsünü gütmekten
sorumludur” ifadesiyle karşılaştığınızda, bir hadis hakkında şüpheye düşmek
yahut güdülen büyük bir davar sürüsünden bir koyun olmak şıkları arasında
hangisini tercih ederdiniz?
Oysa geriye doğru gidecek şekilde biraz lügat ve literatür karıştırdığımız
takdirde önümüze çıkacak manzarada ne çoban görülecektir, ne sürü, ne güden, ne
de güdülen. Meselâ bu konuda en önemli Türkçe kaynaklardan biri olan Tecrid-i
Sarih mütercimi Babanzade Ahmed Naîm, bu hadis-i şerifi tercüme ederken,
hadis metninde geçen “râî” ve “raiyye” kelimelerini aynen muhafaza etmiş ve parantez
içine aldığı birkaç kelime ile bunları açıklamıştır:
(Abdullah) ibn Ömer radıyallahu
anhümadan. Şöyle demiştir:
Resulullah sallallahu aleyhi ve
sellemden işittim, buyurdu ki: “Her biriniz râî (yani elinin altında ne varsa
onu lâyıkıyla muhafaza ve sıyanetle mükellef)tir ve her biriniz elinin
altındakinden mesuldür. Devlet adamları birer râîdir ve raiyyesinden mesuldür.
İnsan ehl(ü ıyâl)inin râîsidir ve raiyyesinden mesuldür. Kadın, kocasının
evinin râîsi (yani muhafızı)dır. Hizmetkâr efendisine ait malın râîsidir ve
elinin altındakinden mesuldür.”
Râvi ki, İbn Ömer, yahut ondan
rivayet eden oğlu Salim b. Abdullah'tır – Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin
bir de "İnsan babasına ait malın râîsidir ve elinin altındakinden
mesuldür" buyurduklarını zannediyorum der. (Elhasıl) her biriniz râî ve
her biriniz raiyyesinden mesuldür. (B893 Buharî, Cum'a 11).
Ahmed Naîm, bahsin biraz ilerisinde bu râî ve raiyye
kavramlarını biraz daha açarken bu kelimelerin “çoban” ve “sürü” anlamlarında
kullanılışına da temas eder; ancak, ona göre bu kelimelerin asıl anlamları
insana yöneliktir; “çoban” ve “sürü” mânâlarına gelen kullanımları ise bu
tesbitin ışığında mânâlandırılır. Yani, bir yönetici nasıl sorumluluğu
altındaki kimseleri şefkatle koruyup gözetmekle yükümlü ise, derdini
anlatmaktan âciz hayvanları koruyup gözetmekten sorumlu olan çobanlar da o
hayvanlara aynı şekilde şefkatle muamele etmelidir. Çünkü o hayvanlar her ne kadar dertlerini anlatmaktan
âciz iseler de, maruz kaldıkları muamele kayıt altındadır ve yarın onların
çobanlarından bunun hesabı sorulacaktır:
. . . Râî, herhangi bir şeyi
gözetip hüsnüsuretle muhafaza mânâsına gelir. Türkçedeki sayıp rencide etmemeye
"hatırını saymak" dedikleri bu mânâyadır. Çobana da "râî"
denilmesi, yed-i hıfz ve emanetinde duran hayvanları gözetip otlatmakla, kurda
kaptırmamakla, hasta olmamalarına bakmakla mükellef olduğu içindir. İnsandan,
hayvandan, emval ve eşyadan her ne olursa olsun hıfz ve nezareti, salâh ve
selâmeti her kimin nazar-ı sıyanet ve emanetine mevzu ise o kimse onun râîsi,
gözetilenler de o râînin raiyyesi olmuş olurlar. Binaenaleyh râîlikten,
vazife-i riayeti hüsnüifa edip etmediğinden indallah mesul olmadık kimse yok
demektir.[1]
Buraya kadar yapılan izahat hadis-i şerifin mânâsı hakkında
herhangi bir tereddüde mahal bırakmayacak kadar açıktır. Ancak Babanzade Ahmed
Naim’in vefatından sonra Tecrid-i Sarih tercümesini tamamlama işini
üstlenen Kâmil Miras merhum, bu açıklamaların altına bir haşiye ekleyerek Ahmed
Naim’in mantığını tersine çevirmiş ve onun çobanı yöneticiye benzetmesine
karşılık, yöneticiyi “koyunlarına derin şefkat ve merhamet hissi besleyen”
çobana benzetmiştir:
Hadis-i şerifte fertlerin yekdiğerine
ve cemiyete karşı mükellef bulundukları vazifeleri noktasından (râî - çoban)
yad edilmesi vazifenin kudsiyetini ve onun samimiyetle eda edilmesi lüzumunu
ifade etmektedir. Cemiyetin hasis ihtiraslarından uzak bulunan ve daima fıtrî
safvetiyle yaşayan çoban, koyunlarını güdüp gözetirken bunlara karşı duyduğu,
beslediği derin şefkat ve merhamet hissi, fertlerde îfâ-yı vazife ederken
aranılan samimiyetin en temiz bir numunesidir. İşte râîden maksut olan mânâ
budur. (K. M.).[2]
Bu değişik bakış açısının temelinde yatan sebep, herhalde,
lisanlar arasındaki farkın dikkate alınmaması olsa gerektir. Zira hadis-i
şerifin metninde geçen râî ve raiyye kelimeleri Arapçada hem
insanlar, hem de hayvanlar hakkında kullanılmakta ve kullanım yerine göre
farklı mânâlar almaktadır. Türkçede ise durum farklıdır. Bu kelimelere “yöneten/sorumlu
olan” ve “yönetilen” mânâlarını verirseniz onları sadece insanlar hakkında;
“çoban” ve “sürü” mânâlarını verdiğiniz takdirde ise sadece hayvanlarla ilgili
bir muhtevâ içinde kullanabilirsiniz. Hadis-i şerifin bütün şıklarında insanlar
söz konusu olduğuna göre, bu kelimeleri Türkçede hayvanlar ile ilgili olarak
kullanılan kelimelerle tercüme etmenin isabetli bir davranış olmayacağı, büyük
müfessir Elmalılı’nın şu açıklamasından da aşikâr bir şekilde anlaşılmaktadır:
Müraat, müfaale babından ra'y ü
riayette mübalâğa veya müşareket ifade eder. Ra'y ü riayet, bir kimse
başkasının umurunu tedbir ve mesalihini tesviye ve tedarik ederek muhafazasına
itina etmektir ki, hayvanat hakkında gütmek, insanlar hakkında siyaset tabir
olunur. Nitekim ilmü'r-riâye, ilm-i siyaset ve idare demektir. Müraat da
riayette mübalâğa veya mütekabilen riayet demek olur. Ve bir insanın haline
müraat etmek, ne yapacağını ve hali nereye varacağını gözetmek, murakabe etmek,
tazim ile nazar-ı dikkate almak mânâsını ifade eder ki, lisanımızda riayet bu
mânâca kullanılır.[3]
Arap dilinde râî kelimesinin insanlar hakkında
kullanıldığı zaman “sorumlu, yönetici, idareci, vali, velâyet sahibi” anlamlarına
geldiği, aslında, söz konusu hadis-i şerifi “çoban” benzetmesiyle tercüme
edenlerin de yabancısı olmadığı bir gerçektir. İhmal edilen gerçek ise şudur:
Her dilin kendisine has bir felsefesi olduğu gibi, Türkçenin
de özgün bir felsefesi vardır. Biz hayvanları otlatan kimseyi “müdür, başkan,
vali, yönetmen” gibi isimlerle anmayız; hayvanları otlatan kimseye verdiğimiz
“çoban” adını da hiçbir zaman insan topluluklarının yöneticilerine vermeyiz.
Bu durum idare edilenler hakkında da aynen geçerlidir:
Türkçenin mantığında, yönetilen eğer insan topluluğu ise, “halk, ahali, grup,
cemaat, kurul” gibi çeşitli isimler alırlar. Hayvan topluluklarına bizim
verdiğimiz genel isim ise “sürü”dür ve bu isim hiçbir zaman insan toplulukları
hakkında kullanılmaz, eğer kullanılacaksa ancak hakaret anlamı taşıyacak
şekilde kullanılır.
İsimde olduğu gibi fiil hakkında da durum böyledir. Arapçada
yine aynı kökten türeyen fiiller gerek insan, gerekse hayvan toplulukları
hakkında kullanıldığı ve kullanım yerine göre farklı anlamlar taşıdığı halde,
Türkçede bu fark ayrı ayrı kelimelerle ifade edilir. Bir yönetici, sorumluluğu
altındaki insan topluluğunu yönetir, idare eder; bir çoban ise sorumluluğu
altındaki hayvan sürüsünü “güder.” Eğer “gütmek” fiilini insanlar hakkında
kullanacaksak bunu ancak hakaret kastıyla yaparız; söyleyen bu mânâ ile söyler,
dinleyen de bu sözden bu mânâyı anlar. İşte bu sebeptendir ki, söz konusu
hadis-i şerifi “Aile reisi bir çobandır, sürüsünü gütmekten sorumludur; devlet
reisi de bir çobandır, sürüsünü gütmekten sorumludur” ifadeleriyle tercüme
etmek, Resulullahın – hâşâ – aileye de, memleket ahalisine de hakaret kastıyla
bu sözleri söylediği iddiasını zımnında taşıyacaktır. Bu farkı mütercimlerimiz ihmal
etse bile yöneticilerimizin çoğu zaman havada kapacak kadar iyi anladıklarını,
hasımlarının beceriksizliğini anlatırken kullandıkları “İki tane kazı güdemez,
üç koyun versen ikisini kaybeder” gibi benzetmelerinden veya zaman zaman
kendilerini engin bir tevazu ile “çoban” olarak takdim etmelerinden çıkarmakta
zorlanmıyoruz.
Burada, Babanzade Ahmed Naim gibi, Diyanet İşleri
Başkanlığının da en azından bir büyük projesinde bu farkı gözetmiş bulunduğunu
kaydetmeden geçmeyelim. Başkanlığın Hadislerle İslâm adlı külliyatında
bu hadis-i şerif isabetli bir tercihle “Hepiniz birer sorumlusunuz ve hepiniz
yönettiklerinizden mesulsünüz. Devlet başkanı bir sorumludur ve
yönettiklerinden mesuldür. Evin beyi bir sorumludur ve yönettiklerinden
mesuldür. Evin hanımı da bir sorumludur ve yönettiklerinden mesuldür. Hizmetçi
de efendisinin malı üzerinde bir sorumludur ve yönettiklerinden mesuldür”
şeklinde tercüme edilmiştir. Ne yazık ki, bu isabetli anlayışın,
ilâhiyatçılarımız da dahil olmak üzere, eli kalem tutan dindarlarımız arasında yeteri
kadar mâkes bulduğunu söyleyemiyoruz. Bilâkis, pek çoğumuzun zihninde bu çoban
metaforu öylesine yerleşmiş ve bu hadis-i şerifle öylesine bütünleşmiştir ki,
hadisin orijinal metnini görür görmez kalemlerimizden “çoban, sürü, gütmek”
kelimeleri otomatik olarak önümüzdeki sayfaya akıp gidivermektedir. Bu hazîn
gerçeğin gülünç bir nümunesi olarak ünlü bir tefsirin tercümesinden aldığımız
şu kısa pasaja ve Türkçe tercümesine bakınız:
سواء
في ذلك أئمتهم ورعيتهم، فالإمام (السلطان) راع وهو مسؤول عن رعيته
Bu konuda mü'minlerin
idarecileriyle yönetilenler birbirine eşittir. Devlet başkanı bir çobandır ve
güttüğü sürüden sorumludur.[4]
Metindeki ilk cümle müfessire aittir ve mütercim bu
cümledeki “imam” ve “raiyye” kelimelerini isabetli bir şekilde “idareci” ve
“yönetilen” olarak tercüme etmiştir: “Mü’minlerin idarecileriyle yönetilenler
birbirine eşittir.” Ancak hemen arkasından hadis-i şerif gelince otomatik
tercüme devreye girmiş; hadisteki “imam” önce “devlet başkanı,” sonra da
“çoban” olmuş, “yönetilen”in yerini “sürü” almış, bütün bunlara bir de hadiste
mevcut olmayan “gütmek” fiili eklenmiştir. Arka arkaya iki kısa cümle: Arapça
orijinali birbirini açıklayan, Türkçe tercümesi ise her bir kelime ve
kavramıyla birbirini yalanlayan iki kısa cümle!
Tercüme problemine eşlik eden bir başka problem de şudur: Orijinal
metinde bulunan “imam” kelimesi, “çoban” metaforunu tamamlayacak bir başka
unvan olarak, yukarıdaki tercümede olduğu gibi hadisin hemen hemen bütün
tercümelerinde “devlet başkanı” olarak geçmektedir. Aslında her türlü
yöneticiyi kapsamına alan bu kelime, her nedense, bu hadisin tercümesinde
olduğu gibi daha başka pek çok metinde de karşımıza “devlet başkanı” veya
“sultan” gibi zamanın icaplarına uygun bir unvan halinde çıkmaktadır. Oysa
hadisteki ifade geneldir ve kapsamı da her türlü yöneticiyi içine alacak kadar
geniştir. Aile reisine, hattâ hizmetçiye varıncaya kadar herkesi ve her türlü
yönetimi içine alan bir kaideyi sadece devlet başkanına münhasır kılmanın ne
anlamı olabilir? Bu gerçekten meraka değer bir sorudur. Ve cevabı da, büyük
ihtimalle, şu tesbitin ardında saklanmaktadır:
Siyasetnamelerde devlet başkanı
(sultan) koyun çobanı metaforu ile de ifade edilir. Çoban metaforu, bu alanda
yazılan eserlerde en çok karşılaşılan metaforlardan biridir.[5]
Çoban metaforu sultanlara, krallara, hükümdarlara,
diktatörlere ne kadar sevimli geliyorsa, Kur’an nazarında da o kadar sevimsiz
karşılanan bir benzetmedir. Ve, aslına bakarsanız, Kur’an tarafından sarih bir
ifadeyle yasaklanmıştır da. Asr-ı Saadette bazı Müslümanlar Peygamber
Efendimizin sözlerini iyi anlayabilmek için Resul-i Ekreme “Bizi gözet”
anlamında “Râinâ” derler; Yahudiler ise bu sözü “i” hecesini uzatarak
“çobanımız” anlamına çevirir ve Resulullaha öyle hitap ederlerdi. Bu sebeple Resulullaha
“Râinâ” şeklinde hitap edilmesini yasaklayan âyet-i kerime nazil oldu:
Ey iman edenler, “Râinâ” demeyin,
“Unzurnâ” deyin ve kulak verin. Kâfirler
için ise acı bir azap vardır.[6]
Tefsirlerde bu âyetle ilgili olarak şu açıklamaları
buluyoruz:
Yahudilerin “Râînâ” sözlerinin
mânâsı, “Sen bizim koyunlarımızın çobanısın” demektir. İşte bundan dolayı Allah
Müslümanların böyle hitap etmesini yasaklamıştır. (Fahreddin Razi).
Yahudiler bu sözü “râînâ = çobanımız”
şekline tahvil ile hitap ve tahkir etmeye kalkıştılar. (Hasan Basri Çantay).
Yahudiler arasında birbirine seb [sövmek] için kullandıkları meşhur bir kelime vardı, râînâ derlerdi. Bu tabir Arapça “bizim
çoban” demek olduğu gibi, İbranî veya Süryanîce “dinle a dinlenmeyesi, dinle a
sözü dinlenmez herif” gibi tezyif ve tahkir mânâsı ifade edermiş. (Elmalılı).
Dahası var: Yukarıdaki âyette Hz. Peygamberin mü’minlere
karşı durumunu çobana ve dolayısıyla mü’minleri de sürüye benzetenleri şiddetle
kınayan Kur’ân, aynı sûrenin bir başka âyetinde, peygamberleri ve onların
yolundan gidenleri gerçekten çobana benzetmektedir. Ancak bu temsilde sürü rolü
mü’minlere değil kâfirlere aittir; vech-i şebeh ise onların hakikat karşısında
kör, sağır, dilsiz ve akılsız bir sürü oluşları ve peygamberin mesajından
hiçbir anlam çıkaramayışlarıdır:
Kâfirlere seslenen kimsenin durumu,
bağırıp çağırmadan başka bir şey işitmeyen hayvana seslenen çobanın durumuna
benzer. Onlar sağır, dilsiz ve kördürler; çünkü akıllarını kullanmazlar.[7]
Kur’ân’ın ölçüsü ne ise, hadisin ölçüsü de odur; aralarında kıl kadar aykırılık bulunmaz. Kur’an Peygamberi dahi mü’minlere nisbetle çoban mevkiinde tutmazken, kendisine Kur’an indirilen Peygamberin, ümmetinden bir kısım seçkin insanları diğerlerine nisbeten çoban, diğerlerini de çobanın güttüğü bir sürü olarak tasvir edebileceğini ileri sürmenin Asr-ı Saadetteki bir Yahudi fitnesini uyandırma teşebbüsünden başka bir anlama gelmeyeceği açıktır. Ancak yaşadığımız hayatın en az o kadar aşikâr bir başka gerçeği daha var; o da, tarihinin büyük kısmını çeşit çeşit istibdatlar altında geçirmiş olan topluluklara bu gerçeği anlatmanın o kadar kolay olmadığıdır. Lâkin bu konu da yöneten-yönetilen ilişkilerini bir akaid problemi haline getiren bir seyir izlediğinden, ayrı bir bölümde ele alınmayı gerektirmektedir.
Diğer yandan, buraya kadar geçen açıklamaların seyrinden de
anlaşılacağı gibi, bu meselenin ilâhiyatçılardan ziyade dilcileri
ilgilendirdiği de haklı olarak düşünülebilir. Bununla beraber, Türkçe okuyup
yazan entellektüel insanlar olarak ilâhiyatçılarımızın da en azından Arapçaya
olan vukuf ve hassasiyetleri seviyesinde bir hakimiyetle Türkçeye de özen
göstermelerini beklemek hakkımızdır. Zira buraya kadar anlattıklarımız da
açıkça gösteriyor ki, dildeki küçük bir ihmal dinde önemli yaralar açabilmekte,
bu ihmal sonucu ortaya çıkan yanlış telâkkilerin taklit yoluyla bir temel bilgi
halini alması ise yarayı kolay kolay tedavi edilemeyecek boyutlara
taşımaktadır.
[1] Sahîh-i
Buharî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi ve Şerhi, Diyanet İşleri
Başkanlığı: 2018, c. 3, s. 37-39.
[2] A.g.e.,
s. 39.
[3]
Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, Bakara: 104 tefsiri.
[4] Menar
Tefsiri (İstanbul: Ekin Yayınları, 2011), c. 7, s. 649.
[5] Yakup Akyüz, “Siyasetnamelerde Devlet Başkanı, Devlet-Halk/Teb’a İlişkisinde
Metaforik Kullanımlar,” Mütefekkir (Aksaray Üniversitesi İslâmî İlimler
Fakültesi Dergisi), c. 3, sayı 5, Haziran 2016, s. 8599. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/513843
[6] Bakara,
2:104.
[7] Bakara,
2:171.