Hepimiz sorumluyuz

 
  

Hatâlı bir şekilde "çoban hadisi" olarak bilinen bir hadis-i şerifteki tercüme hatâsı sebebiyle Türk okuyucuları Hz. Peygamberin yöneticileri "çoban," yönetilenleri de onlar tarafından "güdülen bir sürü" olarak tasvir ettiğini düşünüyor. Gerçekte ise hadiste ne çoban var, ne sürü, ne güden, ne de güdülen...

***

Bizim bu şekildeki tercüme ile yaptığımız şeyi Asr-ı Saadette Yahudiler yapıyor ve Resulullaha "çobanımız" şeklinde hitap ediyordu. Kur'ân-ı Kerim onlara bu hitapları sebebiyle acı bir azap vaad etti.

***

Bu tercümenin hadis-i şerifi "Devlet başkanı da bir çobandır, sürüsünü gütmekten sorumludur" şekline sokmuş olması ise, problemi bir rejim bunalımı seviyesine taşıyor!

    

ÜMİT ŞİMŞEK
Açıkdeniz, 9. sayıdan


Yirminci yüzyılın önde gelen âlimlerinden Muhammed Gazalî “Bu ümmet sahih hadislerin yanlış anlaşılmasından çektiğini uydurma rivayetlerden çekmemiştir” diyordu. Bu tesbite verilebilecek örneklerden belki de en ünlüsü, Türkçemizde “çoban hadisi” olarak bilinen hadis-i şerif olsa gerektir. Türk okuyucuları, bu hadis-i şerifin herhangi bir fertten devlet başkanına kadar herkesin bir nevi çoban, onların yönettikleri kimseleri de onlar tarafından güdülen birer sürü olarak tasvir ettiğini düşünmekte; onlardan bir kısmı bu benzetmeyi çeşitli tevillerle açıklamaya çalışırken, diğer bir kısmı da hiç öyle zahmetlere girmeksizin hadisi reddetmeyi daha kestirme bir yol olarak görmektedirler. Dilerseniz kendinize sorun: Hadis tercümesi olarak karşınıza çıkan metinde “Devlet başkanı da bir çobandır, sürüsünü gütmekten sorumludur” ifadesiyle karşılaştığınızda, bir hadis hakkında şüpheye düşmek yahut güdülen büyük bir davar sürüsünden bir koyun olmak şıkları arasında hangisini tercih ederdiniz?

Oysa geriye doğru gidecek şekilde biraz lügat ve literatür karıştırdığımız takdirde önümüze çıkacak manzarada ne çoban görülecektir, ne sürü, ne güden, ne de güdülen. Meselâ bu konuda en önemli Türkçe kaynaklardan biri olan Tecrid-i Sarih mütercimi Babanzade Ahmed Naîm, bu hadis-i şerifi tercüme ederken, hadis metninde geçen “râî” ve “raiyye” kelimelerini aynen muhafaza etmiş ve parantez içine aldığı birkaç kelime ile bunları açıklamıştır:

(Abdullah) ibn Ömer radıyallahu anhümadan. Şöyle demiştir:

Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemden işittim, buyurdu ki: “Her biriniz râî (yani elinin altında ne varsa onu lâyıkıyla muhafaza ve sıyanetle mükellef)tir ve her biriniz elinin altındakinden mesuldür. Devlet adamları birer râîdir ve raiyyesinden mesuldür. İnsan ehl(ü ıyâl)inin râîsidir ve raiyyesinden mesuldür. Kadın, kocasının evinin râîsi (yani muhafızı)dır. Hizmetkâr efendisine ait malın râîsidir ve elinin altındakinden mesuldür.”

Râvi ki, İbn Ömer, yahut ondan rivayet eden oğlu Salim b. Abdullah'tır – Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin bir de "İnsan babasına ait malın râîsidir ve elinin altındakinden mesuldür" buyurduklarını zannediyorum der. (Elhasıl) her biriniz râî ve her biriniz raiyyesinden mesuldür. (B893 Buharî, Cum'a 11).

Ahmed Naîm, bahsin biraz ilerisinde bu râî ve raiyye kavramlarını biraz daha açarken bu kelimelerin “çoban” ve “sürü” anlamlarında kullanılışına da temas eder; ancak, ona göre bu kelimelerin asıl anlamları insana yöneliktir; “çoban” ve “sürü” mânâlarına gelen kullanımları ise bu tesbitin ışığında mânâlandırılır. Yani, bir yönetici nasıl sorumluluğu altındaki kimseleri şefkatle koruyup gözetmekle yükümlü ise, derdini anlatmaktan âciz hayvanları koruyup gözetmekten sorumlu olan çobanlar da o hayvanlara aynı şekilde şefkatle muamele etmelidir. Çünkü o  hayvanlar her ne kadar dertlerini anlatmaktan âciz iseler de, maruz kaldıkları muamele kayıt altındadır ve yarın onların çobanlarından bunun hesabı sorulacaktır:

. . . Râî, herhangi bir şeyi gözetip hüsnüsuretle muhafaza mânâsına gelir. Türkçedeki sayıp rencide etmemeye "hatırını saymak" dedikleri bu mânâyadır. Çobana da "râî" denilmesi, yed-i hıfz ve emanetinde duran hayvanları gözetip otlatmakla, kurda kaptırmamakla, hasta olmamalarına bakmakla mükellef olduğu içindir. İnsandan, hayvandan, emval ve eşyadan her ne olursa olsun hıfz ve nezareti, salâh ve selâmeti her kimin nazar-ı sıyanet ve emanetine mevzu ise o kimse onun râîsi, gözetilenler de o râînin raiyyesi olmuş olurlar. Binaenaleyh râîlikten, vazife-i riayeti hüsnüifa edip etmediğinden indallah mesul olmadık kimse yok demektir.[1]

Buraya kadar yapılan izahat hadis-i şerifin mânâsı hakkında herhangi bir tereddüde mahal bırakmayacak kadar açıktır. Ancak Babanzade Ahmed Naim’in vefatından sonra Tecrid-i Sarih tercümesini tamamlama işini üstlenen Kâmil Miras merhum, bu açıklamaların altına bir haşiye ekleyerek Ahmed Naim’in mantığını tersine çevirmiş ve onun çobanı yöneticiye benzetmesine karşılık, yöneticiyi “koyunlarına derin şefkat ve merhamet hissi besleyen” çobana benzetmiştir:

Hadis-i şerifte fertlerin yekdiğerine ve cemiyete karşı mükellef bulundukları vazifeleri noktasından (râî - çoban) yad edilmesi vazifenin kudsiyetini ve onun samimiyetle eda edilmesi lüzumunu ifade etmektedir. Cemiyetin hasis ihtiraslarından uzak bulunan ve daima fıtrî safvetiyle yaşayan çoban, koyunlarını güdüp gözetirken bunlara karşı duyduğu, beslediği derin şefkat ve merhamet hissi, fertlerde îfâ-yı vazife ederken aranılan samimiyetin en temiz bir numunesidir. İşte râîden maksut olan mânâ budur. (K. M.).[2]

Bu değişik bakış açısının temelinde yatan sebep, herhalde, lisanlar arasındaki farkın dikkate alınmaması olsa gerektir. Zira hadis-i şerifin metninde geçen râî ve raiyye kelimeleri Arapçada hem insanlar, hem de hayvanlar hakkında kullanılmakta ve kullanım yerine göre farklı mânâlar almaktadır. Türkçede ise durum farklıdır. Bu kelimelere “yöneten/sorumlu olan” ve “yönetilen” mânâlarını verirseniz onları sadece insanlar hakkında; “çoban” ve “sürü” mânâlarını verdiğiniz takdirde ise sadece hayvanlarla ilgili bir muhtevâ içinde kullanabilirsiniz. Hadis-i şerifin bütün şıklarında insanlar söz konusu olduğuna göre, bu kelimeleri Türkçede hayvanlar ile ilgili olarak kullanılan kelimelerle tercüme etmenin isabetli bir davranış olmayacağı, büyük müfessir Elmalılı’nın şu açıklamasından da aşikâr bir şekilde anlaşılmaktadır:

Müraat, müfaale babından ra'y ü riayette mübalâğa veya müşareket ifade eder. Ra'y ü riayet, bir kimse başkasının umurunu tedbir ve mesalihini tesviye ve tedarik ederek muhafazasına itina etmektir ki, hayvanat hakkında gütmek, insanlar hakkında siyaset tabir olunur. Nitekim ilmü'r-riâye, ilm-i siyaset ve idare demektir. Müraat da riayette mübalâğa veya mütekabilen riayet demek olur. Ve bir insanın haline müraat etmek, ne yapacağını ve hali nereye varacağını gözetmek, murakabe etmek, tazim ile nazar-ı dikkate almak mânâsını ifade eder ki, lisanımızda riayet bu mânâca kullanılır.[3]

Arap dilinde râî kelimesinin insanlar hakkında kullanıldığı zaman “sorumlu, yönetici, idareci, vali, velâyet sahibi” anlamlarına geldiği, aslında, söz konusu hadis-i şerifi “çoban” benzetmesiyle tercüme edenlerin de yabancısı olmadığı bir gerçektir. İhmal edilen gerçek ise şudur:

Her dilin kendisine has bir felsefesi olduğu gibi, Türkçenin de özgün bir felsefesi vardır. Biz hayvanları otlatan kimseyi “müdür, başkan, vali, yönetmen” gibi isimlerle anmayız; hayvanları otlatan kimseye verdiğimiz “çoban” adını da hiçbir zaman insan topluluklarının yöneticilerine vermeyiz.

Bu durum idare edilenler hakkında da aynen geçerlidir: Türkçenin mantığında, yönetilen eğer insan topluluğu ise, “halk, ahali, grup, cemaat, kurul” gibi çeşitli isimler alırlar. Hayvan topluluklarına bizim verdiğimiz genel isim ise “sürü”dür ve bu isim hiçbir zaman insan toplulukları hakkında kullanılmaz, eğer kullanılacaksa ancak hakaret anlamı taşıyacak şekilde kullanılır.

İsimde olduğu gibi fiil hakkında da durum böyledir. Arapçada yine aynı kökten türeyen fiiller gerek insan, gerekse hayvan toplulukları hakkında kullanıldığı ve kullanım yerine göre farklı anlamlar taşıdığı halde, Türkçede bu fark ayrı ayrı kelimelerle ifade edilir. Bir yönetici, sorumluluğu altındaki insan topluluğunu yönetir, idare eder; bir çoban ise sorumluluğu altındaki hayvan sürüsünü “güder.” Eğer “gütmek” fiilini insanlar hakkında kullanacaksak bunu ancak hakaret kastıyla yaparız; söyleyen bu mânâ ile söyler, dinleyen de bu sözden bu mânâyı anlar. İşte bu sebeptendir ki, söz konusu hadis-i şerifi “Aile reisi bir çobandır, sürüsünü gütmekten sorumludur; devlet reisi de bir çobandır, sürüsünü gütmekten sorumludur” ifadeleriyle tercüme etmek, Resulullahın – hâşâ – aileye de, memleket ahalisine de hakaret kastıyla bu sözleri söylediği iddiasını zımnında taşıyacaktır. Bu farkı mütercimlerimiz ihmal etse bile yöneticilerimizin çoğu zaman havada kapacak kadar iyi anladıklarını, hasımlarının beceriksizliğini anlatırken kullandıkları “İki tane kazı güdemez, üç koyun versen ikisini kaybeder” gibi benzetmelerinden veya zaman zaman kendilerini engin bir tevazu ile “çoban” olarak takdim etmelerinden çıkarmakta zorlanmıyoruz.

 

Burada, Babanzade Ahmed Naim gibi, Diyanet İşleri Başkanlığının da en azından bir büyük projesinde bu farkı gözetmiş bulunduğunu kaydetmeden geçmeyelim. Başkanlığın Hadislerle İslâm adlı külliyatında bu hadis-i şerif isabetli bir tercihle “Hepiniz birer sorumlusunuz ve hepiniz yönettiklerinizden mesulsünüz. Devlet başkanı bir sorumludur ve yönettiklerinden mesuldür. Evin beyi bir sorumludur ve yönettiklerinden mesuldür. Evin hanımı da bir sorumludur ve yönettiklerinden mesuldür. Hizmetçi de efendisinin malı üzerinde bir sorumludur ve yönettiklerinden mesuldür” şeklinde tercüme edilmiştir. Ne yazık ki, bu isabetli anlayışın, ilâhiyatçılarımız da dahil olmak üzere, eli kalem tutan dindarlarımız arasında yeteri kadar mâkes bulduğunu söyleyemiyoruz. Bilâkis, pek çoğumuzun zihninde bu çoban metaforu öylesine yerleşmiş ve bu hadis-i şerifle öylesine bütünleşmiştir ki, hadisin orijinal metnini görür görmez kalemlerimizden “çoban, sürü, gütmek” kelimeleri otomatik olarak önümüzdeki sayfaya akıp gidivermektedir. Bu hazîn gerçeğin gülünç bir nümunesi olarak ünlü bir tefsirin tercümesinden aldığımız şu kısa pasaja ve Türkçe tercümesine bakınız:

سواء في ذلك أئمتهم ورعيتهم، فالإمام (السلطان) راع وهو مسؤول عن رعيته

Bu konuda mü'minlerin idarecileriyle yönetilenler birbirine eşittir. Devlet başkanı bir çobandır ve güttüğü sürüden sorumludur.[4]

Metindeki ilk cümle müfessire aittir ve mütercim bu cümledeki “imam” ve “raiyye” kelimelerini isabetli bir şekilde “idareci” ve “yönetilen” olarak tercüme etmiştir: “Mü’minlerin idarecileriyle yönetilenler birbirine eşittir.” Ancak hemen arkasından hadis-i şerif gelince otomatik tercüme devreye girmiş; hadisteki “imam” önce “devlet başkanı,” sonra da “çoban” olmuş, “yönetilen”in yerini “sürü” almış, bütün bunlara bir de hadiste mevcut olmayan “gütmek” fiili eklenmiştir. Arka arkaya iki kısa cümle: Arapça orijinali birbirini açıklayan, Türkçe tercümesi ise her bir kelime ve kavramıyla birbirini yalanlayan iki kısa cümle!

Tercüme problemine eşlik eden bir başka problem de şudur: Orijinal metinde bulunan “imam” kelimesi, “çoban” metaforunu tamamlayacak bir başka unvan olarak, yukarıdaki tercümede olduğu gibi hadisin hemen hemen bütün tercümelerinde “devlet başkanı” olarak geçmektedir. Aslında her türlü yöneticiyi kapsamına alan bu kelime, her nedense, bu hadisin tercümesinde olduğu gibi daha başka pek çok metinde de karşımıza “devlet başkanı” veya “sultan” gibi zamanın icaplarına uygun bir unvan halinde çıkmaktadır. Oysa hadisteki ifade geneldir ve kapsamı da her türlü yöneticiyi içine alacak kadar geniştir. Aile reisine, hattâ hizmetçiye varıncaya kadar herkesi ve her türlü yönetimi içine alan bir kaideyi sadece devlet başkanına münhasır kılmanın ne anlamı olabilir? Bu gerçekten meraka değer bir sorudur. Ve cevabı da, büyük ihtimalle, şu tesbitin ardında saklanmaktadır:

Siyasetnamelerde devlet başkanı (sultan) koyun çobanı metaforu ile de ifade edilir. Çoban metaforu, bu alanda yazılan eserlerde en çok karşılaşılan metaforlardan biridir.[5]

 

Çoban metaforu sultanlara, krallara, hükümdarlara, diktatörlere ne kadar sevimli geliyorsa, Kur’an nazarında da o kadar sevimsiz karşılanan bir benzetmedir. Ve, aslına bakarsanız, Kur’an tarafından sarih bir ifadeyle yasaklanmıştır da. Asr-ı Saadette bazı Müslümanlar Peygamber Efendimizin sözlerini iyi anlayabilmek için Resul-i Ekreme “Bizi gözet” anlamında “Râinâ” derler; Yahudiler ise bu sözü “i” hecesini uzatarak “çobanımız” anlamına çevirir ve Resulullaha öyle hitap ederlerdi. Bu sebeple Resulullaha “Râinâ” şeklinde hitap edilmesini yasaklayan âyet-i kerime nazil oldu:

Ey iman edenler, “Râinâ” demeyin, “Unzurnâ” deyin ve kulak verin.  Kâfirler için ise acı bir azap vardır.[6]

Tefsirlerde bu âyetle ilgili olarak şu açıklamaları buluyoruz:

Yahudilerin “Râînâ” sözlerinin mânâsı, “Sen bizim koyunlarımızın çobanısın” demektir. İşte bundan dolayı Allah Müslümanların böyle hitap etmesini yasaklamıştır. (Fahreddin Razi).

Yahudiler bu sözü “râînâ = çobanımız” şekline tahvil ile hitap ve tahkir etmeye kalkıştılar. (Hasan Basri Çantay).

Yahudiler arasında birbirine seb [sövmek] için kullandıkları meşhur bir kelime vardı, râînâ derlerdi. Bu tabir Arapça “bizim çoban” demek olduğu gibi, İbranî veya Süryanîce “dinle a dinlenmeyesi, dinle a sözü dinlenmez herif” gibi tezyif ve tahkir mânâsı ifade edermiş. (Elmalılı).

Dahası var: Yukarıdaki âyette Hz. Peygamberin mü’minlere karşı durumunu çobana ve dolayısıyla mü’minleri de sürüye benzetenleri şiddetle kınayan Kur’ân, aynı sûrenin bir başka âyetinde, peygamberleri ve onların yolundan gidenleri gerçekten çobana benzetmektedir. Ancak bu temsilde sürü rolü mü’minlere değil kâfirlere aittir; vech-i şebeh ise onların hakikat karşısında kör, sağır, dilsiz ve akılsız bir sürü oluşları ve peygamberin mesajından hiçbir anlam çıkaramayışlarıdır:

Kâfirlere seslenen kimsenin durumu, bağırıp çağırmadan başka bir şey işitmeyen hayvana seslenen çobanın durumuna benzer. Onlar sağır, dilsiz ve kördürler; çünkü akıllarını kullanmazlar.[7]

Kur’ân’ın ölçüsü ne ise, hadisin ölçüsü de odur; aralarında kıl kadar aykırılık bulunmaz. Kur’an Peygamberi dahi mü’minlere nisbetle çoban mevkiinde tutmazken, kendisine Kur’an indirilen Peygamberin, ümmetinden bir kısım seçkin insanları diğerlerine nisbeten çoban, diğerlerini de çobanın güttüğü bir sürü olarak tasvir edebileceğini ileri sürmenin Asr-ı Saadetteki bir Yahudi fitnesini uyandırma teşebbüsünden başka bir anlama gelmeyeceği açıktır. Ancak yaşadığımız hayatın en az o kadar aşikâr bir başka gerçeği daha var; o da, tarihinin büyük kısmını çeşit çeşit istibdatlar altında geçirmiş olan topluluklara bu gerçeği anlatmanın o kadar kolay olmadığıdır. Lâkin bu konu da yöneten-yönetilen ilişkilerini bir akaid problemi haline getiren bir seyir izlediğinden, ayrı bir bölümde ele alınmayı gerektirmektedir.

Diğer yandan, buraya kadar geçen açıklamaların seyrinden de anlaşılacağı gibi, bu meselenin ilâhiyatçılardan ziyade dilcileri ilgilendirdiği de haklı olarak düşünülebilir. Bununla beraber, Türkçe okuyup yazan entellektüel insanlar olarak ilâhiyatçılarımızın da en azından Arapçaya olan vukuf ve hassasiyetleri seviyesinde bir hakimiyetle Türkçeye de özen göstermelerini beklemek hakkımızdır. Zira buraya kadar anlattıklarımız da açıkça gösteriyor ki, dildeki küçük bir ihmal dinde önemli yaralar açabilmekte, bu ihmal sonucu ortaya çıkan yanlış telâkkilerin taklit yoluyla bir temel bilgi halini alması ise yarayı kolay kolay tedavi edilemeyecek boyutlara taşımaktadır.  



[1] Sahîh-i Buharî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi ve Şerhi, Diyanet İşleri Başkanlığı: 2018, c. 3, s. 37-39.

[2] A.g.e., s. 39.

[3] Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, Bakara: 104 tefsiri.

[4] Menar Tefsiri (İstanbul: Ekin Yayınları, 2011), c. 7, s. 649.

[5] Yakup Akyüz, “Siyasetnamelerde Devlet Başkanı, Devlet-Halk/Teb’a İlişkisinde Metaforik Kullanımlar,” Mütefekkir (Aksaray Üniversitesi İslâmî İlimler Fakültesi Dergisi), c. 3, sayı 5, Haziran 2016, s. 8599. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/513843

[6] Bakara, 2:104.

[7] Bakara, 2:171.