Diyanet'ten beklenmedik bir 28 Şubat hutbesi

ÜMİT ŞİMŞEK

17 Ağustos depremi, 28 Şubat döneminin en karanlık günlerinde başımıza inen semâvî bir âfet idi. Ancak o günün yönetimi, bu âfeti Kur’ân-ı Kerimin ışığında okumayı yasaklamıştı. Camilerde okunan merkezî hutbeler depremin bütün vebâlini müteahhitlere yüklüyor, radyo ve televizyonlarda boy gösteren bir kısım ilâhiyatçılarımız da Kur’ân’ın semâvî felâketlerle ilgili uyarılarını bütünüyle inşaat sektörüne yönelik ikazlar şeklinde yorumlamak için yarışıyorlardı. Konuyu jeolog-mühendis-müteahhit üçgeninin sınırlarından taşırarak Allah’ın iradesi ile ilişkilendirmeye teşebbüs edenlerin icabına ise günün mahkemeleri bakıyordu.

Bugünkü Cuma hutbesini, sanki o günlere tekrar dönmüşüz gibi duygular içinde dinledim. Bir farkla:

28 Şubat hutbesini dinlerken işin nereye varacağını görünce sonunu beklemeden camii terk etmiştim. Bu defa, hüsnüzanla ve “Herhalde konunun maneviyat yönüne de sıra gelir” ümidiyle sonuna kadar bekledim. Ancak bütün kazancım, Kandilli Rasathanesi adına yapılabilecek bir basın açıklamasını hutbe niyetine dinlemekten ibaret kaldı.

“Hutbenin neresi yanlıştı?” diye soranlar olacaktır. Yanlış olan şey, doğrulardan sadece bir kısmının ele alınmış olmasıydı. Bazan doğruların sadece bir kısmının söylenmesi, yanlıştan ve yalandan daha yanıltıcı olabilir. Semâvî felâketlerin de elbette ki insanların tedbiriyle ilgili yönleri vardır; fizik, sağlık, şehir planlaması, inşaat, siyaset, sosyal yardım gibi çeşitli uzmanlık alanlarına mensup insanlardan her biri, felâketlerin kendisini alâkadar eden yönleri hakkında konuşabilir, yorum yapabilir, halka yol gösterebilir. Bunlardan herhangi birisi, felâketlerde Allah’ın iradesini açıkça inkâr etmediği müddetçe işin bu yönünü dile getirmemiş olmaktan dolayı suçlanamaz; çünkü ondan beklenen kendi sahasıyla ilgili bir aydınlatmadan ibarettir. Ancak milleti dinî konularda sağlıklı bir şekilde aydınlatmakla resmen görevli olan Diyanet İşleri Başkanlığı, eğer doğal âfetlerden bahsedecekse, herşeyden önce bu konunun, Allah’ın iradesi ve kulların fiilleri ile ilgili yönlerini doğru ve yeterli bir şekilde açıklamak zorundadır. Kur’ân-ı Kerim ise, bu konuda son derece açık ve şiddetli uyarılar içermektedir. Diyanet İşleri Başkanlığının son hutbesinde bu uyarıların, en hafif tabiriyle, ihmal edilmiş bulunduğunu görüyor ve bu hutbeyi hazırlayan ve onaylayanlara, Bakara 159’un sadece Yahudi ve Hıristiyanları anlatmadığını hatırlatmak istiyoruz:

“Biz onları kitapta insanlara açıkladıktan sonra, indirmiş olduğumuz delilleri ve hidayeti saklayanlara gelince: Allah onları rahmetinden uzak tutar; lânet edebilecek olanlar da onlara lânet eder.”

Diyanet’imiz, felâketlere karşı nasıl tedbir alınacağı konusunda kendisine vazife çıkarmaya uğraşacağı yerde, kendi üzerinde bulunan sorumluluğun icabını yerine getirmeye gayret ederse, emin olun, felâketlerden korunmamıza da hizmet etmiş olur ki, zaten kendisinden beklenen, bu yönde bir koruma ve korunmadır. Bir memlekette zinanın her türlüsü kanun koruması altına alınıp genç yaşta nikâh ırza tecavüz muamelesine tâbi tutuluyorsa, sapıklığın Lût kavmine rahmet okutacak derecede iğrenç türleri Anayasa-üstü kanun ve sözleşmelerle himaye ediliyorsa, aile reisleri karısının bir telefonuyla sokağa ve hattâ hapse atılabiliyorsa, Kur’ân’ın kadın ve erkeklere yüklediği sorumluluklar temelden reddedilerek aile ve toplum düzenini zîrüzeber edecek teşebbüsler milletle inatlaşırcasına topluma dayatılıyorsa, adalet arayanların feryatları sağır kulaklardan geri dönüyorsa, Allah’ın azabını hangi mühendislik tedbiri geri çevirecektir, Diyanet’imiz bu sorunun da cevabını verebiliyor mu? Daha doğrusu, bu soruları sorabiliyor mu? Sormasa bile, hiç değilse, yaygınlaşan isyan ve tuğyânın umumî belâlaarı çekeceğini, genel ifadelerle olsun dile getirebiliyor mu? Kur’ân’ımız, sapasağlam evler inşa eden kavimlerin de azgınlıkta inat ettikleri zaman Allah’ın azâbından kurtulamadığını bize haber veriyor; Hicr sûresinin 82-83. âyetlerinden (aşağıda gelecek) Diyanet’imizin haberi yok mu?

Madem Diyanet’imiz bugünkü hutbesiyle bizim 28 Şubat dönemine ait hatıralarımızı canlandırdı; biz de borçlu kalmayalım, kendilerine Kur’ân-ı Kerim’in semâvî felâketlerle ilgili uyarılarından birkaç tanesini hatırlatalım. Bakarsınız, önümüzdeki haftalar içinde konunun bu yönünü de yeterli ve etkili bir şekilde ele alan bir hutbeyi dinlemek bahtiyarlığına erişiriz:

Keşke sizden önceki nesillerden, yeryüzünde bozgunculuğun önüne geçecek söz sahibi insanlar olsaydı! Lâkin, onlardan kurtuluşa erdirdiğimiz pek azı bunu yaptı. Zulmedenler ise daldıkları refahın peşine düştüler de mücrim olup çıktılar.
Yoksa Rabbin, ahalisi düzgün kimseler olduğu halde beldeleri haksız yere helâk edecek değildi.

Hûd, 11:116-117

Onlar hiç yeryüzünde dolaşıp da kendilerinden öncekilerin âkıbetlerine bakmadılar mı? Oysa onlar kendilerinden daha güçlüydüler; toprağın altını üstüne getirmişler ve yeryüzünü bunlardan daha fazla imar etmişlerdi. Onlara da peygamberleri apaçık deliller getirmişti. Allah elbette ki onlara bir haksızlık edecek değildi; fakat onlar kendilerine zulmedip duruyorlardı.
Rum, 30:9

Senden önce de kendi kavimlerine Biz peygamberler gönderdik de onlara apaçık âyetler getirdiler. Sonra da cürüm işleyenlerden intikamımızı aldık. Mü’minlere yardım etmek ise üzerimize bir hak olmuştu.
Rum, 30:47

Âd ve Semud kavimlerini de helâk ettik ki, meskenlerinin hali size bunu açıkça göstermiştir. Şeytan onlara yaptıklarını süsledi ve onları yoldan çıkardı. Oysa onlar gerçeği görebilecek kimselerdi.
Karun’u, Firavun’u, Hâmân’ı da helâk ettik. Halbuki Musa onlara apaçık deliller getirmiş, onlar ise o ülkede büyüklük taslamışlardı. Fakat azabımızdan kaçamadılar.
Onların hepsini de günahlarıyla yakaladık. Kiminin başına taş yağdırdık. Kimini o korkunç ses yakaladı. Kimini yerin dibine geçirdik. Kimini de boğduk. Allah onlara haksızlık etmedi; onlar kendilerine zulmedip duruyorlardı.
Ankebût, 29:38-40

İçlerinden bir topluluk, onları sakındırmaya çalışanlara, “Allah’ın helâk edeceği veya şiddetli bir azapla cezalandıracağı bir kavme niçin öğüt verip duruyorsunuz?” dediklerinde, onlar dediler ki: “Rabbimize karşı bir özür olsun diye. Bakarsınız, onlar da Allah’a karşı gelmekten sakınırlar.”
Onlar kendilerine verilen öğütü unuttuklarında, Biz de kötülükten sakındıranları kurtardık; zulmedenleri ise, yoldan çıkmaktaki ısrarları yüzünden, şiddetli bir azapla yakaladık.
A’râf, 7:164-165

Hicr ahalisi  de peygamberlerini yalanlamıştı.
Biz onlara âyetlerimizi verdik; onlar ise bundan yüz çevirdiler.
Onlar dağlardan güvenli evler yontarlardı.
Onları da bir sabah vakti o korkunç ses yakaladı.
Kazandıkları şeylerin onlara hiçbir faydası olmadı.
Hicr, 15:80-84