28 Şubat döneminde, Bediüzzaman ve Risale-i Nur’un zulüm karşısındaki tavrı ile ilgili olarak Akit gazetesinin Ümit Şimşek ile yaptığı ve 19-26 Temmuz 1998 tarihleri arasında sekiz gün süreyle tam sayfa olarak yayınladığı röportajın altıncı bölümü. Ramazan Gözübüyük sordu, Ümit Şimşek cevaplandırdı:
– 6 –
Ne kişisel olarak, ne de cemaat bazında tanıyamıyor muyuz? Risale-i Nur’u okuyup geçiyor muyuz?
Bu konuda çok değişik bir devreye girdiğimizi düşünüyorum. Risale-i Nur’u şu cemaatin veya bu cemaatin malı olarak görmek mümkün değildir. Bu Risale-i Nur’a haksızlık olur. Geçmişte böyle bir devir vardı ve olmalıydı. Çünkü Risale-i Nur insanın elinde bir ateş gibiydi; onu tutmak mümkün değildi. Onu, ancak, bu işi hayatının gayesi edinmiş ve ömrünü o uğurda feda etmiş bir grubun çabaları elden ele ulaştırabiliyordu. Ama bugün Risale-i Nur insanlığa mal olmuş durumdadır. Herkes bu eserlere nüfuz imkânına sahiptir. Bilgisayarınızın başına geçtiğiniz anda, birkaç tuşla herhangi bir konuyu rahatça araştırabilecek durumdasınız. Bu durumda Risale-i Nur’u kimse bir cemaatin, bir topluluğun sınırları içinde tutamaz. Zaten Üstadın kendi beyanları da onu belli bir topluluğun malı olarak göstermez. Meselâ, Emirdağ Lâhikasındaki bir mektubunda, tarikatlerle ilgili meşhur bir sözüne temas ederek şöyle der:
“Ben şimdiye kadar ‘Zaman tarikat zamanı değil; bid’atlar mani oluyor’ derdim. Fakat şimdi, Sünnet-i Seniyye dairesinde, on iki büyük tarikatin hülâsası olan Risale-i Nur’u her tarikat mensubunun kendi malı olarak görmesi lâzımdır.”
Bundan, Risale-i Nur’un, diğer cemaatlerden, gruplardan, tarikatlerden, teşekküllerden farklı bir şey olmadığı ve ona herkesin sahip çıkabileceği ve ondan herkesin istifade edebileceği neticesini çıkarabiliriz. Bediüzzaman’ın kendisi de, hangi inanışta, hangi cemaatte olursa olsun, herkesin örnek alabileceği bir dâvâ adamıdır. O, her türlü hizmetin ve düşüncenin temelini teşkil edebilecek bir iman temelini vücuda getirmiş ve her türlü inancın savunma şeklini hayatıyla ortaya koymuştur. Bugün onu örnek alan herhangi bir Müslüman, “Ben A cemaatinin, B cemaatinin yahut C cemaatinin bir mensubuyum. Ama ben de bir Said’im, ben de bir Bediüzzaman’ım” diyebilir.
Müslümanların haksızlıklar karşısındaki tavrı, Bediüzzaman’ı anladıklarını gösteriyor mu? Günümüz Müslümanları, haksızlıklar karşısındaki tavırlarıyla Bediüzzaman ile çelişmiyorlar mı?
Bediüzzaman’ın düşünce tarzını gösterecek olan şey, sadece onun yaptıkları ve yaşadıklarıdır. Onun dışındaki insanların yahut grupların yaptığı şeyi esas alarak Bediüzzaman ve Risale-i Nur hakkında bir hükme varmak, sağlıklı netice ortaya çıkarmaz. Çünkü Risale-i Nur Külliyatı ve Bediüzzaman’ın mektupları günümüze kadar gelmiştir. Onu tanıyanların hatıraları orta yerdedir. Bu hatıra sahiplerinden bir kısmı da halen hayattadır. Buralardan bize yanlış bir bilginin intikal etme ihtimali yoktur. Bu yüzden, Bediüzzaman’ın herhangi bir konudaki tavrını belirleyebilecek kriterlere sahibiz. Meselâ, Hûd Sûresinde, “Zulmedenlere sakın meyletmeyin; yoksa ateş size de dokunur” meâlindeki âyet-i kerimeyi zikrettikten sonra, “ehl-i kemal bir zatın kâmilâne söylediği bir söz” diyerek, Namık Kemal’in şu mısralarını hemen bu âyetin peşinden nakleder: “Muîn-i zâlimîn dünyada erbab-ı denâettir / Köpektir zevk alan sayyâd-ı bîinsafa hizmetten.”
Yine, “Hücumat-ı Sitte” adı altında kaleme aldığı, ehl-i dalâletin iman ve Kur’ân hizmetkârlarını aldatmak, yıldırmak, sindirmek ve yollarından çevirmek için başvurdukları altı hileye işaret eden Bediüzzaman, bu hileler karşısındaki tedbirleri de ortaya koyar. Bunlardan birisi, korku damarıdır. Burada, “korkutarak insanları hizmetlerinden alıkoymak yahut kendi taraflarına geçirmek” şeklindeki hilelerini ve buna karşı, bu konularda herhangi bir korkuya yer olmadığını, esasen Allah’tan başka korkulmayla lâyık kimse bulunmadığını uzun uzun anlatır ve şöyle bir misal verir: “Bilerek yahut bilmeyerek ehl-i dalâletin hizmetinde kullanılma ihtimali olan biçareler, ‘Kalbimiz Üstad ile beraberdir’ diyerek onların hilelerine kapılırlar. Halbuki bu adamın hali şu misale benzer ki: Bir adam namaz kılarken karnındaki yeli tutamıyor, hades vaki oluyor. Ona ‘Namazın bozuldu’ dendiği vakit, ‘Neden bozulsun?’ diyor. ‘Kalbim safidir.’”
Kalben Üstada taraftar olmak başka bir şey, onu hayatında yansıtabilmek başka bir şey…
Yani onu takip ettiğini söyleyen insanlar, gruplar Üstadı takip edebiliyorlar mı?
Bu konuda bir değerlendirmeye girmek istemiyorum. Zaten onlar üzerinde bir değerlendirme mevkiinde değilim. Bunun yerine, objektif ölçüleri ortaya koymak daha doğru olur. Ama, Risale-i Nur’dan feyiz alan insanların hepsinin birden her hareketlerinde Üstadın izinde bulunduklarını söylemek biraz zor. Orada bir küllenme sözkonusu. Geçenlerde Millî Gazete’de, Sadık Albayrak’ın bir yazısını okumuştum. Bir “iman zaafı” teşhisi koyuyordu. Bence işin doğrusu da budur. Bediüzzaman’ın dâvâsı iman dâvâsıdır; gevşeklik de doğrudan doğruya iman dâvâsındaki bir eksiklikten ve imandaki bir zaaftan ileri gelmektedir.
Üstadın Kur’ân’ı anlamakla kalmayıp, aynı zamanda onu yaşamış olması, üzerinde durulması gereken önemli bir nokta. Burada, yaşama konusunda bir eksiğimiz sözkonusu. Meselâ, Şûrâ Sûresinde, mü’minlerin özellikleri sıralanırken, “Onların haklarına bir tecavüz vaki olduğunda, hep beraber yardımlaşarak haklarını alırlar” buyurulur.
Şimdi bu yardımlaşma var mı?
Şûrâ Sûresinde var da, bizde var mı? O ayrı bir konu… Bütünüyle yok olduğunu söyleyemeyiz. Bunun çok güzel örneklerini de yaşayabiliyoruz. Ama yeterince yaygınlaşmış değildir bu husus. Özellikle, “hak arama” konusu, günümüz insanı için oldukça yabancı bir kavram sayılabilir. Ama iman etmiş bir insan nasıl olur; Kur’ân bunu tarif ediyor ve inanan adamın özelliklerini tek tek sayıyor. Gerek Şûrâ Sûresinde, gerek Mü’minûn ve Furkan gibi diğer sûrelerde, “Onlar öyle kimselerdir ki…” diye başlayan sıfatlar sayılır. İşte, inanmış bir insanı, iman ile Yer ve Gökler Rabbine intisap etmiş ve iman dâvâsından bir nasip almış insanı belirleyen, bu özelliklerdir. Bunlardan bir tanesi de, Şûrâ Sûresinde sayılan, “haksızlık halinde yardımlaşarak hak arama” özelliğidir. Bu, başkasının değil, mü’minin özelliğidir.
İşte, Cerrahpaşa ve Çapa Tıp Fakültesindeki başörtüsü meselesi, daha doğrusu zulme dönüşen mesele… Burada yardımlaşılmazsa nerede yardımlaşılacak?
Oradaki temel felsefeye dikkat edersek, niye haklarına tecavüz edildiği zaman yardımlaşmak bir mü’minin temel özelliği sayılıyor? Yine Bediüzzaman’da bunun mantığını çok açık şekilde görebiliriz. Her namazın her rekâtında okuduğumuz Fatiha Sûresinin “Bizi doğru yola ilet” meâlindeki âyetinde, sırat-ı müstakimin tarifini yaparken, Bediüzzaman bazı ilginç şeyler söyler. Hergün, her namazda defalarca tekrarladığımız bir dilektir bu: “Bizi doğru yola ilet.” Zaten iletmiş; Müslüman olmuşuz. Daha niye tekrar edip duruyoruz? Mesele bu kadar basit değildir. Her konuda doğru yol, “sırat-ı müstakim” vardır. Meselâ kuvve-i gadabiye dalında biri ifrat, biri tefrit olmak üzere iki yanlış yol, bunların arasında bir de doğru yol vardır. Yanlışların biri korkaklıktır ki, hiçbir hakkını bilmez. Diğer uçta da hiçbir hak hukuk tanımaz şeklinde bir aşırılık vardır. Doğru yol ise, şecaattir ki, dinî ve dünyevî hakları için canını feda eder, bir karıncanın hakkına tecavüz etmekten de çekinir.
Niçin canını feda eder? Çünkü o haklar bir başkası tarafından verilmiş, bağışlanmış bir şey değil, kendi satın aldığı bir şey de değil; doğrudan doğruya Allah’ın ona verdiği bir nimettir, bir emanettir. Allah’tan gelen şeyin değeri herşeyin üzerindedir; onu korumak için herşey feda edilir. Gözümüzü, kulağımızı, vücudumuzu nasıl korumak zorundaysak, bir insan olarak Allah’ın bize bağışlamış olduğu hakları da öylece korumak zorundayız. Çünkü onlar bize “Sultan”dan gelmiş hediyelerdir ve dünya ve içindekiler onun değerini karşılayamaz.
Haklarını bu şuur içinde koruyan ve kollayan kardeşlerimiz, arkadaşlarımız var. Ve bunlar, büyük fedakârlıklar ve pek büyük takdire lâyık tavırlar ortaya koyuyorlar ki, bunları küçümsemek mümkün değil. Bir üniversite önünde kendi temel hak ve özgürlüklerini en mâsum şartlar altında müdafaa etmeye çalışan, kimsenin hakkına tecavüz etmeden kendi hakkını korumaya çalışan insanlarımız var. Bunların gösterdikleri cesaret ve fazileti hiçbir şekilde küçümsemek mümkün değildir. Bu konuda çalışan teşekküller de var. Sözgelişi, Mazlum-Der’in fevkalâde ölçülü, bilgili, bilinçli ve fedakârâne gayretlerini, Şûrâ Sûresinden demin naklettiğimiz âyetin ışığında görmemek ve övmemek mümkün değildir. Ve bunlar o kadar büyük değer ifade eden gayretlerdir ki! Eğer gayb perdesi açılsa, bu hak ve özgürlük mücadelesi peşinde koşan insanların o konuda çektikleri sıkıntıların Allah katındaki ve Allah dostları yanındaki değeri görülecek olsa, herhalde o sıkıntılar büyük bir saadete dönüşecektir. Yani, ümitsiz değilim o konuda.
Üstadın savunduğu icraat noktasında, haksızlığa karşı çıkma noktasında onun yolunda gidilmiş olsa…
Onun yolunda gidilmiş olsa, o iman dâvâsı yeteri kadar anlaşılmış, savunulmuş olsa, bugün Türkiye’nin değil, dünyanın çehresi farklı olurdu.
Tamamen olmasa da, bir ölçüde de olsa… Hattâ bazı olumsuz açıklamalar ve geri çekilmeler nedeniyle başını açan kız öğrenciler oldu.
Maalesef, bizim en büyük yaramız da o zaten. Bizi düşmandan gelen tavır değil de, dosttan gelenler daha çok yaralıyor.
Bazı cemaat önderlerinin açılmayı gerektirecek açıklamalarının bunda etkili olduğu söyleniyor. “Başörtüsü füruattır” gibi. Öğrencilerin direncini kırıcı, bölünmelere neden olucu… Buna ne diyorsunuz?
Etkili olduğunu görmemek imkânsız. Tabii bu iddiaların da kendilerine göre savunmaları olabilir. Ama biz bunu duymuş değiliz. Böyle bir görüşü ortaya atanların, delilleriyle beraber ortaya çıkıp, bu işin ehilleriyle meseleyi tartışabilmeleri gerekir. Ama kimsenin böyle bir tartışmaya yanaştığını görmüyoruz. Sadece bir iddia ortaya atılmış, önceleri tereddüt meydana getirici bu iddia sonra daha da berraklaştırılacak şekilde tekrarlanmış, ama bunun savunması başkalarına bırakılmıştır. İddia sahibinin iddiasını savunması gerekir. Ama böyle bir savunma yok orta yerde. Umarım, işin yanlışlığı anlaşılmış ve görüşten rücu edilmiştir. Fakat neşredilen hatânın tevbesi de neşredilmelidir. Eğer böyle bir rücu varsa, ondan da haberdar değiliz.
Üstada göre peki?
Üstada göre böyle birşeyi izah etmek zaten mümkün değil. Demin size verdiğim örnekler bunun tamamen tersi yönünde. Risale-i Nur’un bir yerinde yahut Bediüzzaman’ın hayatında, bundan farklı tek bir şey göstersinler, bu konuda tavize mecal verecek bir emare bulup ortaya çıkarsınlar, ben bütün iddiamdan vazgeçeyim. Ama Risale-i Nur Külliyatı da, Bediüzzaman Hazretlerinin hayatı da orta yerdedir. İnanç konusunda, Allah’ın emir ve yasakları ile ilgili konularda Bediüzzaman’ın herhangi bir gevşekliğine yahut çekingenliğine rastlayamazsınız. Başörtüsü gibi hakkında sarih bir İlâhî emir bulunmayan hususlarda dahi bu böyledir. Meselâ, Üstadın başındaki sarığı çıkarmamak için verdiği mücadeleler vardır. İşte, Ankara Valisi ile makam odasındaki meşhur münakaşası… Vali, Bediüzzaman’ın başındaki sarığı zorla çıkartmak ister. O da “Bu sarık bu başla çıkar” der. Ve hattâ, Vali elini atıp, onun başından almak ister sarığı. O yine sarığını çıkarttırmaz. Ve “Başından bul!” diye, büyük bir gürültü ile ayrılır oradan. Bir süre sonra, Vali Nevzat Tandoğan, kendi başına kurşun sıkmak suretiyle intihar eder.
Dikkat ederseniz, Bediüzzaman’ın talebelerine sarık giyme şeklinde bir emri yoktur. Fakat bunun bir simge oluşu ve o yüzden hücuma uğraması sebebiyle, sarığı savunuşunda hayatını çekinmeden ortaya koymuştur.
Başörtüsünde de…
Zaten tek mahkûmiyeti var; o da başörtüsü sebebiyle. Ondan sonra da geri çekilmesi yoktur. Bir kere Üstadın başörtüsü gibi bir konuda taviz vermesi ihtimal dışı.
[Devam edecek]
***
Bundan önceki bölümler:
http://www.yazarumit.com/o-kuranin-adami/
http://www.yazarumit.com/butun-cozumler-kuranda/
http://www.yazarumit.com/o-haksizlik-karsisinda-hicbir-zaman-susmadi/
http://www.yazarumit.com/furuat-sozu-bir-mugalatadir/
http://www.yazarumit.com/tukurun-zalimlerin-hayasiz-yuzlerine/