28 Şubat döneminde, Bediüzzaman ve Risale-i Nur’un zulüm karşısındaki tavrı ile ilgili olarak Akit gazetesinin Ümit Şimşek ile yaptığı ve 19-26 Temmuz 1998 tarihleri arasında sekiz gün süreyle tam sayfa olarak yayınladığı röportajın birinci bölümü. Ramazan Gözübüyük sordu, Ümit Şimşek cevaplandırdı:
-1-
Bize Üstadı nasıl anlatabilirsiniz?
Üstadı kısaca tanıtmak mümkün değil; ama ona tanımaya yardımcı olacak bazı noktalara kısaca işaret etmek mümkün. Bir defa, Üstadı tanımak için iki şeye öncelikle dikkat etmek gerekir:
Birincisi, onun hayatına daima Kur’ân ışığında bakmak lâzımdır. Eğer Kur’ân’ı tamamıyla okur, bütününü dikkate alır, onun insanlara sürekli ikazlarını hayalimizin bir köşesinde canlı tutarsak, Bediüzzaman’ın hareketlerinde, üslûbunda, mesleğinde takip ettiği amaçlarında bir mânâ bulabiliriz.
İkinci olarak, Bediüzzaman’ı geçmişe değil, geleceğe bakarak anlamaya çalışmalıyız. Çünkü o geçmişte yaşayan bir insan değildir. Hattâ günümüzde yaşayan bir insan da değildir. Onun cismi bugünün Türkiye’sinde yaşamışsa da, bakışı, hayali ve idealleri hep daima geleceğe dönüktür. Onun yazılarında en yakın zaman biriminin, 50 sene sonrası olduğunu görebiliriz. Meselâ, bir mektubunda “şimdi ekilen tohumların mahsullerinin, eğer ıslah olmazsa 50 sene sonra vereceği neticelerden” söz eder, yöneticilerin dikkatini bu konuya çeker. Kendi çağdaşı olan muhataplarından ümidini kestiği zaman, onun 300 sene sonrasına dönerek, kendisinin dünya gözüyle göremeyeceği muhakkak olan nesillere hitap etmeye başladığını görürsünüz. Zamanından ümidini kesse de hayattan hiçbir zaman ümidini kesmemiştir. Onun bütün çabası, bütün ikazları, ileriye dönüktür. Onun bir idealini gerçekleştirmek için müsait zeminin kendi yaşadığı zamanda mevcut olup olmaması, Bediüzzaman için hiç önem taşımaz. O ideal mutlaka gerçekleşecektir. Bunu kendisinin görmesi önem taşımaz. O, idealinin canlandığı görmüş gibi bir hayat sürmüştür.
Üstad Bediüzzaman bir fikir adamı mıydı, bir müçtehid miydi? Kendisini nasıl anlatabiliriz?
Bediüzzaman’a çeşitli açılardan bakmak mümkündür. Ama daha kestirme ve şümullü bir ifadeyle, ona “Kur’ân adamı” demek daha doğru olur. Kendisinin ilmî gelişmesine, ilk tahsiline baktığımız zaman, o günün ilimlerini, özellikle dinî ilimleri alabildiğine hazmetmiş olduğunu görüyoruz. Ama, gerek toplumun içinde bulunduğu durum, gerekse bu ilimlerin tedris tarzları kendisini tatmin etmemiş ve yepyeni bir ihtiyacın ortaya çıktığını fark etmiş ve bu ihtiyaca cevap verecek bir çözüm arayışı içine girmiştir. Onun ilk hayatı bu arayışla geçer. Bu arayış, daha sonra Barla hayatıyla başlayan devrede, Risale-i Nur Külliyatını ve Risale-i Nur hizmetini ortaya çıkarmıştır.
Bu arayış sırasında Bediüzzaman’ın bütünüyle Kur’ân’a yöneldiğini görüyoruz. Kendisinin anlattığına göre, İslâmî ilimlerin 90 tane temel kitabını tamamen hafızasına almıştır ve her üç ayda bir tamamını hatmedecek şekilde bunları hafızasından geçirmektedir. Sonra der ki: “Bu 90 kitap, Kur’ân’ın mertebe-i arşiyesine yetişmek için bana birer basamak oldu. Sonra da onların hepsini bıraktım; hiçbirine ihtiyacım kalmadı. Bana Kur’ân kâfi geldi.”
Kur’ân’a ulaşmak için bu kitapları mı okumak lâzım?
Hayır. Hadise, bu kitapları iyice hazmeden bir fikir adamının, onlardan farklı bir metod geliştirmesidir. Bu metod, bence, ilm-i kelâmda bugüne kadar yapılmış olan en büyük yeniliktir. Risale-i Nur’un asıl değerini ve mahiyetini anlayabilmek için, onun disiplinler içindeki yerini tesbit etmek lâzım. Bana göre bu yer ilm-i kelâmdır. Çünkü Risale-i Nur, kelâm ilminin bütün konularını ele alır. Tabii, klâsik kelâm kitaplarının metod ve tasnifi içinde ele alınmaz bu konular. Ortada çok farklı bir tasnif ve üslûp vardır. Geçmiş dönemlerin eserlerinde, bu üslûbu bu ölçekte bulmanız mümkün değildir. Ama Bediüzzaman’ın hayatını Kur’ân ışığında değerlendirdiğimizde, bu üslûbun Kur’ân’dan alınmış olduğunu görüyoruz. Bediüzzaman, başta Allah’a iman olmak üzere, akaidin hemen hemen bütün meselelerine girmiş, ancak bu konuları ele alırken bütünüyle Kur’ân’ı kendisinine örnek almış ve onun canlılığından bir parıltıyı, bir beşerin takat getirebileceği ölçüde kendi eserlerine aksettirebilmiştir. Onun için, Bediüzzaman’ın eserlerindeki iman, sadece okunan değil, aynı zamanda duyulan, hissedilen ve yaşanan bir iman olarak ortaya çıkar.
Peki, Bediüzzaman’ı farklı kılan neydi? Onun her zaman konuşulmasının sebebi nedir?
Bir defa, Bediüzzaman, net bir dâvâ ile ortaya çıkmıştı. Onun, asrın hastalığı olarak teşhis ettiği bir hastalık ve buna karşı geliştirdiği bir çözüm, bir hizmet tarzı vardır. Bu, iman dâvâsı şeklinde özetlenebilir.
Bediüzzaman’ın dâvâsı sürdürülüyor mu? Onu takip ettiğini söyleyen birçok grup var.
Risale-i Nur Külliyatı devam ettiğine göre, sürüyor demektir. Eserler orta yerdedir. Okunuyorlar. Üzerlerinde çalışmalar yapılıyor. Ama ne ölçüde “Bediüzzamanca” bir iman dâvâsı sürüyor? Bu tartışılabilir. Kişiden kişiye değişen cevaplar da verilebilir. Ama, bence, doğruyu bulabilmek için, Bediüzzaman’ın tariflerinde imanın ne olduğuna bakmak lâzım. Onun imandan ne anladığını görmek lâzım. Bediüzzaman “iman dâvâsı” ile ortaya çıktığı zaman neyi kastetmiştir, onu anlayalım. Meselâ, imanı bir “intisap” şeklinde tarif eder Bediüzzaman. Kime intisap? Yer ve göklerin mutlak maliki olan Allah’a intisap. Yani, Ona ait olmak, Onunla beraber olmak, Onun adına hareket etmek, Onun adına yaşamaktır. Hadis-i şerifte de tarif edildiği gibi, “İmanın en üstünü, nerede olursan ol, Allah’ın seninle olduğunu bilmendir.” Ama bu “bilmek,” teorik bir bilgiden ibaret değildir. Yaşanan bir imandır. Bu iman yaşandığı, bu intisap ortaya çıktığı zaman ne olur?
Üstadın Münazarat’ta tarif ettiği gibi, iman ile Kâinat Sultanına kul olan kimse, artık başkasının kulluğuna tenezzül etmez. Onun imanından gelen şehameti, kahramanlığı, başkasına kulluk etmeye ve başkası önünde eğilmeye izin vermediği gibi, yine imanından gelen şefkati de, başkasının hakkına tecavüz etmeye ve başkası üzerinde tahakküm ve istibdat kurmasına da müsaade etmez.
Bu iman, izzetin bütünüyle “Allah’a, Resulüne ve mü’minlere ait olduğuna” inanan bir kimsenin imanıdır. O iman, her nerede bulunursa bulunsun, her an üzerinde Yer ve Gökler Rabbinin gözetimi, arkasında Onun yardımı bulunduğuna, gözüyle görmüşçesine inanan bir insanın imanıdır. O iman, gökleri ve yeri tesbihatıyla çınlatan bir muhteşem musikinin nağmeleriyle mest olmuş, bütün kâinatı cezbeye getiren o nağmeler arasında sivrisinek vızıltılarının keyfini kaçırmasına hiçbir zaman müsaade etmeyen bir insanın imanıdır.
Bediüzzaman Cumhuriyetten önce çeşitli savaşlara katıldı. Ermenilere ve Ruslara karşı talebeleriyle birlikte çarpıştı. Onun bu mücadeleleri ve daha sonra dönemin devlet adamlarına karşı cesaretle karşı çıkabilmesi, onun Kur’ân’a bağlılığından ve Kur’ân’ı anlamasından mı kaynaklanıyor?
Tamamen ondan. Zaten, özellikle Cumhuriyet devrindeki hayatına baktığımızda, onun elinde Kur’ân’dan başka birşeyin kalmamış olduğunu görüyoruz. Onun Kur’ân’dan aldığı derse şöyle bir örnek verebiliriz:
Yirmi Altıncı Mektupta, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki devlet politikasını şiddetle tenkit eden bir bahis vardır. Tabii, bu bahis, tıpkı Risale-i Nur Külliyatının diğer bölümleri gibi, yazıldığı zaman, kitap olarak basılmıyor. El yazısıyla, elden ele çoğaltılarak yayılıyor ki, bu dahi o dönemde çok sıkı bir tarassut altında takip edilen ve suç olarak muameleye uğrayan bir hareket… Bu bahis, Bediüzzaman’ın kardeşi merhum Abdülmecit Ünlukul’un eline geçtiği zaman, çeşitli mahzurların doğabileceği endişesiyle, bunun mahrem tutulması gerektiğini ifade etmiş. Bunun üzerine, Bediüzzaman’ın talebelerinden—ki Üstadın kendi tabiriyle “Nurun birinci talebesi”—merhum Hulûsi Yahyagil’in bu konuda Ünlükul’a verdiği bir cevap vardır. Hulûsi Bey, o sırada orduda muvazzaf subaydır ve yanılmıyorsam, üsteğmen rütbesindedir. Bu cevapta, Hulûsi Bey, Abdülmecid Efendinin endişelerinin yersiz olduğunu belirtir.
[Devam edecek]