Ünlü ilâhiyatçıdan Kur'an ve Resulullah hakkında haddi aşan iddialar

Ekranların ünlü ilâhiyat savaşçısı Prof. Dr. Mustafa Öztürk, bu defa Kur’an hakkındaki devrimci görüşleriyle gündeme geldi.

Öztürk, sosyal medyada yoğun tenkitlere hedef olan sözlerinde, Kur’ân’ın lâfzının Hz. Peygambere ait olduğuna inandığını açıkladıktan başka, bu lâfızlardan bazılarını şahsen isabetli bulmadığını, hattâ ahlâkî de bulmadığını açıkladı.

Prof. Öztürk’ün bu açıklamaları, Kuramer’in “Cihad” konulu sempozyumunda sunduğu “Cihad Âyetleri: Tefsir Birikimine, İslâm Geleneğine ve Günümüze Yansımaları” başlıklı tebliğinde ve bu tebliğin müzakeresi sırasındaki cevaplarında yer alıyor.

29 Mayıs Üniversitesine bağlı olarak faaliyet gösteren Kuramer (Kur’an Araştırmaları Merkezi) tarafından yayınlanan sempozyum kitabında cevaplarıyla beraber 120 sayfalık bir bölüm işgal eden tebliğinin bir bölümünde, Prof. Dr. Mustafa Öztürk, Kur’ân’ın lâfzının Allah’a ait olamayacağına dair inancını şu sözlerle dile getiriyor:

Kur’ân’ın hem lâfız hem mânâ itibarıyla inzal edildiğini kabul etmek, cihad ve kıtal meselesinde kullanılan politik dilin bizzat Allah’a ait olduğunu söylemeyi gerektirir. Vahyin salt mânâ ve mefhum olarak inzal edildiğini kabul etmek ise, söz konusu dilin Hz. Peygamber tarafından formüle edildiğini, dolayısıyla Allah katından genel muhteva ve perspektif olarak aldığ vahyin ışığında konjonktürel gelişmelerle ilgili yol haritasını kendisinin belirlediğini söylemek gerekir, ki, bu ikinci ihtimal daha makul görünmektedir. Aksi takdirde “Allah’ın ahlâkîliği” meselesi gündeme gelir.[1]

Öztürk, bu sözlerinde Kur’ân’ın bazı ifadelerinin ahlâkî bir problem doğurduğunu öne sürüyor ve bu problemden Allah’ı tenzih etmenin yolunu da, ahlâk açısından problemli sözleri Hz. Peygamber’e yakıştırmakta buluyor.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk, tebliğinin müzakeresi sırasında verdiği bir cevapta bu görüşünü daha da ayrıntılandırıyor ve Kur’ân’ın farklı âyetleri arasındaki “uçurumların” ancak bu lâfızları Hz. Peygamber’in üzerine atmakla “az çok anlaşılır hale gelebileceğini” söylüyor:

Kanaatimce vahiy; tevhid, adalet, meâd gibi temel kavramlar olarak nazil olmuş ve bu genel / mücmel kavramsal içerik Hz. Peygamber’in zihninde detaylı hale gelmiştir. Hz. Peygamber temel inanç ve ahlâk ilkeleri uyarınca toplumu dönüştürme hedefini tutturmak üzere o günkü sosyoloji içerisinde durum bağlamına uygun birtakım tikel stratejiler ve taktikler belirleyip imkânlar elverdiği ölçüde bunları tatbik etmiştir.

Bu zaviyeden baktığınızda, Kur’an’ın ötekilerle ilişkisinde niçin çok esnek, değişken ve aynı zamanda politik bir dil ve üslûp kullanıldığını anlamak mümkün olabilir. Daha açıkçası, Kur’ân’ın Mekke döneminde Ehl-i kitap, özellikle de Yahudiler hakkında olumlu bir dil kullanmasına rağmen, Tevbe sûresi 29. âyette aynı zümrenin “Allahsızlar” diye nitelendirmesi arasındaki uçurum az çok anlaşılır hale gelir. Kur’an’daki bu keskin üslûp ve tikel hüküm değişikliklerinin tek tek ve lâfzen Allah tarafından belirlendiği kanaatinde değilim. Çünkü Allah’ın bu denli güncel ve politik bir sürecin içinde bizzat müdahil olduğuna kani değilim. Allah’ın bizzat savaşa katıldığı izlenimi  veren âyetlerin Hz. Peygamber’in zihnindeki genel ve küllî vahiyden istinbat edilmiş tikel referanslar olduğu kanaatindeyim.[2]

Ünlü ilâhiyatçı, bu sözlerinin biraz ilerisinde de Kur’ân’a uzaktan bakılınca sorun görülmediğini, ama yakından incelendiğinde işin içinden çıkılmadığını söylüyor:

Önermesel vahiyler ve tikel hükümlerin Hz. Peygamber’in zihninde genel-tümel vahiyden çıkarımlar yoluyla billurlaştığını düşünürsek o zaman Kur’ân’ın stratejik ve politik dilini izah etmek az çok mümkün oluyor. Lâkin Kur’an’daki her bir ifadenin hem lafız hem mânâ olarak bizzat Allah tarafından dikte edildiğini kabullenmek söz konusu olduğunda, ben bu politik dili izahta çok güçlük çekiyorum, hattâ izah edemiyorum. Kur’ân’a uzaktan bakınca hiçbir sorun yok gibi görünüyor ama satır aralarına daldığınızda işin içinden pek çıkılmıyor. Bu yüzden de eski ezberler ister istemez bozulabiliyor.[3]

Prof. Dr. Mustafa Öztürk, sözlerinin en sonunda, i’lâ-i kelimetullah kavramının meşruiyetini de reddediyor ve böyle bir kavram kabul edilecekse Haçlı seferlerinin de buna dahil edilmesi gerektiğini öne sürüyor:

Fakihler ve müfessirler söz konusu âyetleri tâmimci yaklaşımla yorumladılar ve bu yorumdan hareketle i’lâ-i kelimetullah diye bilinen bir kutsal savaş doktrini ortaya koydular. Ben bir Müslüman olarak bu doktrinin meşru olduğunu kabul etmiyorum. Dolayısıyla Viyana kuşatmasının hiçbir ulvî boyut taşıdığına inanmıyorum. Şayet i’lâ-i kelimetullah adına savaşmak söz konusuysa, Hıristiyanlarla empati kurulup “Haçlı seferlerinin de fetih olarak tanımlanması gerekir” diye düşünüyorum.[4]


[1] İslâm Kaynaklarında, Geleneğinde ve Günümüzde Cihad (İstanbul: Kuramer, Ekim 2017), s. 155.

[2] A.g.e., s. 201.

[3] A.g.e., s. 202.

[4] A.g.e., s. 215.