Marketlerimiz ekonomik savaşın neresinde?

2012 yılında Son Devir’de yayınlanmış bir yazımız. O günden bu yana değişen birşey yok. Gazze olayları ile ilgili paragraf da olmasa, eskiden kalma bir yazı olduğu neredeyse hiç anlaşılmayacak: 

ÜMİT ŞİMŞEK

İçeride veya dışarıda Müslümanlar bir saldırıya uğrayıp da çaresiz kaldıkları zaman, yegâne etkili silâh olarak boykota başvurmak aklımıza gelir—daha doğrusu, gelirdi. Birçoğumuz saldırgan tarafa destek olan kurumların ürünlerini bir müddet satın almazdık; ama zaman geçip de mesele soğuyunca, saldırılar yumuşamasa da bizim tepkimiz yumuşar, bir müddet sonra da herşey yine eski haline döner ve biz cellâtlarımızın ücretini ödemeye kaldığımız yerden devam ederdik.

28 Şubat döneminde her iki tarafın da birbirine karşı ilân ettiği boykotlar, hatırlayabildiğimiz kadarıyla, bir neticeye ulaşmadı. Onlar hedef aldıkları kurumları yıkmayı başaramadılar; berikiler de kendilerinin kuyusunu kazanlara karşı tepkilerini sonuna kadar götüremediler.

11 Eylül bahanesiyle ABD’nin Afganistan topraklarında başlattığı bombardımanların ilk beş ayında can veren sivillerin sayısı, 11 Eylül saldırısında ölenleri geride bırakmıştı. Bu katliama karşı ilk andaki tepkimiz Amerikan mallarına boykot şeklinde tezahür ettiyse de, bu konudaki azmimiz, katilin cinayetlere devam konusundaki azmi kadar güçlü ve devamlı olmadı. Hattâ, daha sonraki Irak işgali sırasında, İslâm topraklarında işlenen vahşetlere karşı bu kadarlık bir tepkiyi bile göstermeden, o vahşetlerin sponsorluğunu yapmaya devam ettik.

Gazze’de cereyan eden İsrail hunharlığı, ekonomik savaş konusunu gündeme getirmese de, en azından bazılarımızın hatırına tekrar getirmiş bulunuyor. Pek gür çıkmamakla birlikte, en azından İsrail’e destek veren kuruluşların ürünlerini boykot etme çağrıları yer yer işitiliyor. Çoğunluğumuzun ise, dilleri “Kahrolsun İsrail!” diye bağırırken, bir türlü vazgeçemedikleri alışveriş ve tüketim alışkanlıkları, işlenen cinayetlere malî kaynak sağlamaya devam ediyor. Gerçi bazılarımızın dilleri bile İsrail’i kınamaya varmadı; eğer utanmasalar, Obama ile ağız birliği içinde “İsrail savunma hakkını kullanıyor” diyecekler! (Yine de emin olmaya gelmez; bakarsınız yarın öbür gün bu tür söylemleri de açıkça işitmeye başlarız. Şimdiye kadar neleri işitmeye alışmadık ki?)

***

Boykot veya ekonomik savaş deyince, akla Bediüzzaman Said Nursî geliyor. Bu kavramları Bediüzzaman bundan bir asır önce hem sözlü, hem de fiilî olarak kullanmış ve uygulamıştı. Kendisinden, “niçin ilim ve irfanına münasip bir kıyafet giymediğini” soranlara şu cevabı veriyordu:

“Siz Avusturya’ya güya boykot yapıyorsunuz, ama onun gönderdiği kalpakları giyiyorsunuz. Ben ise bütün Avrupa’ya boykot yapıyorum; onun için yalnız memleketimin maddî ve manevî mahsulâtını giyiyorum.”

31 Mart sonrasında çıkarıldığı Divan-ı Harb-i Örfîde de Bediüzzaman, “Boykotlarla Avrupa’ya karşı harb-i iktisadî açmaya sebebiyet verdiğimden [sizce] cinayet işledim” sözleriyle savunma yapıyordu.

***

Başka sahalarda imkânsızlıklardan söz edilse bile, ekonomik savaş ve onun en önemli bir silâhı olan boykot konusunda İslâm âleminin elinde dünyayı dize getirecek imkânlar mevcuttur; bu silâhı kullanmamayı mazur gösterecek hiçbir bahane de yoktur. Ne var ki, bugüne kadarki boykot çağrıları büyük çoğunlukla bireylerin teşebbüslerine bağlı kaldığı için, uzun soluklu ve tesirli olmamıştır. Nihayet herkes kendi içinde bir muhasebeyle baş başa kaldığında, kendi teşebbüsünün küçüklüğünü meselenin büyüklüğü ile kıyaslamakta, aradaki orantısızlık karşısında şahsî boykotunu sonuna kadar götürme azmi eriyip gitmektedir. Bu durum bizi topyekûn bir çözüm arayışına sevk ediyor.

Aslında mesele, herkesin kendi başına çözüp yürütebileceği kadar basit değildir. Birinci adımda, boykot edilecek firmaların tesbiti gerekir ki, vatandaşın bu konuda güvenilir ve kapsamlı bir listeye ulaştığı varsayılsa bile, alışverişlerini bu listeyle karşılaştırarak yapması külfetli bir iştir. Bu işi kolaylaştıracak bir yol varsa, o da, boykotu bizzat uygulayan müesseselerin yaygın bir şekilde hizmete sunulmasıdır.

Böyle bir marketler zinciri teşekkül etmiş olsa, yahut mevcut market zincirlerinden bazıları bu yolu ihtiyar etse, dostunu-düşmanını bilen ve alışverişine haram karıştırmak istemeyen şuurlu mü’minler, paralarının nereye gittiği ve kime yaradığı konusunda bir endişe taşımaksızın, gönül rahatlığı içinde alışverişlerini yaparlar. Bu takdirde kimsenin önünde bir mazeret kalmamış olur.

***

Böyle bir teşebbüsün güçlüğüne, hattâ imkânsızlığına dair yüzlerce dereden su getirecek olanların sıralayacakları “Neden olmaz?”ları şimdiden işitir gibi oluyoruz. Fakat bizce bunun tam tersi geçerlidir:

Kesin ve zarurî bir ihtiyaca cevap vereceği için, bu bâkir sahada ciddiyetle girişilecek ve ciddiyetle takip edilecek olan bir teşebbüsün muvaffak olma ihtimali daha fazladır. Kaldı ki, ister ticaret, ister savaş olsun, her ikisi de risk işidir; bunu göze almadıkça zaten bir iş yapamazsınız. Bahsimize konu olan işte ise kendisini asıl tehlikeye atanlar, teşebbüs edenlerden ziyade, teşebbüs etmeyenlerdir.

İşin içinde, zalimin zulmünden hiç değilse bir kısmına engel olmak imkânı varken buna teşebbüs etmemek ve zalimi desteklemeye bilfiil devam etmek gibi manevî ağırlığı çok yüksek bir risk vardır.