ÜMİT ŞİMŞEK
Saadet Asrından hemen sonra, “Ne günlere kaldık!” diye yakınıyordu Abdullah ibni Ömer, “artık dinar ve dirhem, insanlara Müslüman kardeşinden daha sevimli geliyor!”
İnsandan paraya doğru yönelen bu umumî teveccüh, bugün artık şikâyet edilen değil, olağan kabul edilen ve üzerine hüküm bina edilen bir konuma geldi. Gerçi Müslüman kardeşlerimizin sevgisini bütün bütün kaybetmiş sayılmayız; ama cüzdanı kabarık kardeşlerimizi diğer kardeşlerimizden daha fazla sevdiğimiz de hayatın bir gerçeği olarak ortada duruyor. Zaman zaman diller bundan farklı şeyler söylese de, gerek kişilerin, gerekse toplulukların yaşayışlarına baktığımız zaman, işin doğrusunu açıkça görüyoruz.
Çok şükür ki, dehrin bu amansız gidişine karşı çıkan kahramanlar da dünyamızda hiçbir zaman eksik olmadı. Onlar eksik olmadığı için, birtakım değerlerimiz herşeye rağmen bize kadar ulaşabildi. Onlar sayesinde biz herşeyin paradan, mevkiden, maddiyattan, şan ve şöhretten ibaret olmadığını öğrendik. Bize anlatıldığı zaman masal gibi dinleyeceğimiz o saf ve samimî hayatın gerçekten yaşanabileceğini onların şahıslarında bilfiil gördük.
Zamanımızda Bediüzzaman onlardan biri, hattâ birincisiydi. Kendi kendisine unutulur gider düşüncesiyle tek başına mahsur bırakıldığı kuş uçmaz, kervan geçmez Anadolu kasabasında, o, etrafına yiğit Anadolu insanlarını toplamakta hiç zorlanmadı. Ve o insanlarla, bugün dünyanın dört bir yanında milyonlarca kişinin hayatına yön veren bir iman inkılâbını gerçekleştirdi.
Bediüzzaman bütün bunları parayla yapmadı; bilâkis, parasızlık ve maddî imkânsızlık onun en büyük güç kaynağıydı. Hiçbir maddî menfaatin söz konusu olmadığı ve olamadığı o şartlar altında, insanlar sadece Allah için birbirlerini sevmek ve sadece Allah rızası için hizmetten hizmete koşmak imkânını buldular ve bunun hazzını doya doya yaşadılar. Bir avuç insanı, hiçbir tehdit ve tehlikeye metelik vermeksizin — zaten verecek metelikleri yoktu! — bütün dünyaya meydan okuyacak bir şehametle donatan, içine hiçbir menfaatin nüfuz edemediği bu hâlis bu imanın şevkiydi.
***
Bediüzzaman’ın bu hayat tarzını tercih edişi bir mecburiyet sonucu değildi. Eğer Cumhuriyetin ilk yıllarında kendisine teklif edilen görev, makam ve maaşı kabul etseydi, hayatının daha sonraki döneminde çektiği sıkıntılardan hiçbirine muhatap olmayacaktı. Hattâ, bugün çoğumuzda hakim olan anlayışa göre değerlendirecek olursak, belki daha da çok hizmet etme imkânı bulacaktı! Fakat Bediüzzaman öyle bir kabulün maliyetini, bugün tasavvur bile etmek istemeyeceğimiz bir fatura halinde önümüze koyuyor ve “Eğer kabul etseydim, hiçbir şeye âlet ve tâbi olmayan ve sırr-ı ihlâsı taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi” diyor. (Bugün bizim karşı koyamadığımız mevkiler, makamlar, servetler, şan ve şöhretler acaba hangi eserlerin vücut bulmasını önlüyor, hesaplamaya cesareti olan var mı?)
Allah ondan razı olsun ki, Bediüzzaman, o teklifi kabul etmedi ve Risale-i Nur’un doğumunu netice verecek bir çileli yolu tercih etti. Bu yolda yürürken kimseden birşey almamayı ve hiçbir hediye kabul etmemeyi kendisine ilke edinmişti. Bu arada, şalvarındaki yamalar on, yirmi, otuz derken sekseni buldu. Bediüzzaman için bir bayram gününde veya mahkemeye çıkarken yeni elbise giymek demek, şalvarına birkaç yama daha ekleyerek onu tamir etmek demekti. Bir keresinde, zekî talebesi Hulûsi Yahyagil, kimseden hediye kabul etmeyen Üstadına yeni bir şalvarı kabul ettirmek için harikulâde bir formül bulmuştu:
Üstadının seksen yamalı şalvarını kendisi ondan satın alacak, karşılığında da ücret olarak bir şalvar verecekti! Bu niyetle yazdığı mektubunda, Üstadından, satın aldığı eski şalvarını kendisi nâmına birine sadaka olarak vermesini teklif etti.
Fakat Hulûsi Beyin parlak zekâsı bile Bediüzzaman’ın ilkesini delmeye yetmedi. Bediüzzaman, ona verdiği cevapta, “Seksen yamalı şalvarı kendimden başka verecek kimse bulamadığımdan, yine kendime verdim” diyor ve sâdık talebesinin teklifini, onun kalbini kırmaksızın geri çeviriyordu.
***
Para yok, mevki yok, makam yok, şan ve şöhret yoksa, Anadolu’nun ücra bir beldesinden bir ömür içinde bütün dünyaya yayılan bir iman hizmeti bu gücünü nereden aldı?
Bediüzzaman sadece iki tane güç kaynağı gösteriyordu talebelerine:
“Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve hakta bilmelisiniz” diyordu. Yolunuz da, yordamınız da hak olmalı, hiçbir zaman ve hiçbir şekilde haktan ayrılmamalı, Allah’ın rızasından başka maddî ve manevî hiçbir hedefe gözünüzü dikmemelisiniz; işte sizin bütün kuvvetiniz bu iki kelimede saklı demekti bu.
Başka mektuplarında da, ihlâs kuvvetinden sonraki en büyük kuvvet kaynağı olarak, Nur talebeleri arasındaki tesanüdü ve onların ibadet ve hizmetleriyle birbirlerine kazandırdığı sevapları gösteriyordu. O kadar. Altı bin sayfalık Külliyatın hiçbir yerinde, Bediüzzaman’ın talebelerine bunlardan başka bir kuvvet kaynağı gösterdiğini göremiyoruz.
Bediüzzaman Hazretlerinin dizi dibinde yetişmiş o emsalsiz kahramanlar başta olmak üzere, onu takip eden Nur talebeleri de bu iman hizmetini maddî veya manevî hiçbir şeye âlet etmemeyi hayatlarının en önemli ilkesi halinde muhafaza ettiler. O gün bugündür, dünyanın neresinde bir Risale-i Nur dersi yapılsa, hangi ülkenin hangi beldesinde bir insana bir iman hakikati anlatılsa, dersi yapan da, dinleyen de bilir ki, verilen bu hizmet sadece ve sadece Allah’ın rızası içindir. Bu derslerde zengin-fakir, vali-köylü, ünlü-ünsüz ayırımı yapılmaz, kimseden en küçük bir menfaat beklenmez, kimseden velev hizmet bahanesiyle de olsa birşey istenmez, kimseye birşey de satılmaz.
İşte bu, gerçek bir Risale-i Nur dersini ve iman hizmetini taklitlerinden ayıran en önemli özelliktir.