Dünya üzerinde çok kısa bir zaman yaşıyor ve ondan sonra başka
bir âleme geçiyoruz. Fakat içinde iken bu hayat bize çok uzun görünüyor. Sona
erdikten sonra, bilhassa kıyamet gününün duruşmasında ise insana bu dünya üzerinde
geçirdiği hayatın çok kısa görüneceğini Kur’ân-ı Kerim bize haber veriyor:
Biz bunları da, atalarını da
nimetlerimizden nasiplendirdik. Öyle ki, hayat onlara pek uzun göründü.
Enbiya, 21:44
O günü gördüklerinde sanırlar ki,
dünyada ya bir gece kalmışlardır, ya da bir kuşluk vakti.
Nâziât, 79:46
Bir Ayet Bir Hadis programının 20. bölümünde, bu âyetler
üzerindeki tefekkürümüzü şu sonuçlara bağladık:
Dünya hayatına değer katan şey
uzunluğu değil, değerlendirilme şeklidir. Onu da arkada bırakılan eserler
gösterir.
Bu eserlerin kimi gözle görünür,
kimi hafızalarda ve gönüllerde bâki kalır.
Bu eserleri verenler, dünyayı hem
kendileri, hem de başkaları için güzelleştirirler. Onların gözlerini açtıkları
dünya ile arkada bıraktıkları dünya arasında böyle bir güzellik farkı vardır.
Gerçi bu güzelliklerin ömrü de
dünyanın ömrüyle sınırlı gibi görünür. Ancak onlar, tıpkı bir yerde batarken
bir başka yerde doğmakta olan güneş gibi, başka ve ebedî bir âlemde tekrar
doğarlar ve o âlemin güzelliklerine güzellik katarlar.
Ömürlerini bu şekilde
değerlendirebilenler için, bu kısa dünya hayatı, hiç sona ermeyecek mutlu bir
ömrün habercisidir.
Eğer bu hayat amaç olarak
alınırsa, en tatlı yerinde kesintiye uğrayan bir rüya gibi, pek çabuk tükenir.
Programın “hadis” bölümündeki konumuz ise “Ben resul olmadan
önce de kul idim” meâlindeki hadis-i şerif idi.
Bu hadis-i şerif ışığında yaptığımız değerlendirmeler özetle şu noktalarda toplandı:
Kur’ân’ın bu tasvirleri, bir
taraftan Hâlık’ı herşeyin yaratıcısı olan ve hiçbir şeriki ve benzeri
bulunmayan yegâne ilâh olarak bize tanıtırken, bir taraftan da o Hâlık’tan
başka herşeyi yaratılmışlıkta mutlak bir eşitlikte birleştirir.
Böylece, inanan insan,
- kendisinin
ve bütün varlıkların Hâlıkından başka hiç kimsenin karşısında eğilmeyen aziz
bir kul olmanın şerefini,
- en
küçük ve zayıf bir mahlûk karşısında dahi üstünlük taslamayacak bir tevazu ve
olgunlukla birlikte yaşar;
- aynı
zamanda da bütün varlık âlemiyle birlikte, aynı Hâlık’ın kulları olmaktan gelen
bir kardeşliği paylaşır.
Kendisiyle beraber bütün
varlıkların aynı Hâlık tarafından yaratılmış birer kul olduğunu bilmek, o
Hâlık’ın ilim, irade, rahmet gibi herşeyi kuşatan sıfatlarıyla birlikte
düşünüldüğünde, her mü’min için büyük bir sevinç sebebi olur, onu dünyanın dert
ve tasalarından kurtarır.
Kendisinin Allah tarafından
yaratılmış ve Onun dilediği gibi bir vücuda kavuşturulmuş olduğunu bilmek insan
için en büyük bir şeref ve mutluluk vesilesidir. Hâlık Teâlâ’nın “Sizin için
yarattım” diyerek gökteki ve yerdeki nimetleri önümüze sermesi ise, bu şerefi
ve bu mutluluğu çok daha ötelere taşır.
Bu arada, “kul olmanın” insan için ifade ettiği anlam ve
omuzlarımıza yüklediği sorumluluk ile ilgili olarak, Bediüzzaman Said Nursî’nin
şu tesbitleri de programımızda yer aldı:
İman bunu iktiza ediyor ki,
tahakküm ve istibdat ile başkasını tezlil etmemek ve zillete düşürmemek, ve
zâlimlere tezellül etmemek...
Allah'a hakikî abd olan,
başkalara abd olamaz.
Birbirinizi, Allah'tan başka
kendinize Rab yapmayınız. Yani, Allah'ı tanımayan, herşeye, herkese nispetine
göre bir rububiyet tevehhüm eder, başına musallat eder.
Evet, hürriyet-i şer'iye Cenâb-ı
Hakkın Rahmân, Rahîm tecellîsiyle bir ihsanıdır ve imanın bir hassasıdır.
. . .
Asıl mü'min hakkıyla hürdür. Sâni-i
Âleme abd ve hizmetkâr olan, halka tezellüle tenezzül etmemek gerektir. Demek,
ne kadar imana kuvvet verilse, hürriyet de o kadar kuvvet bulur.
Bir Ayet Bir Hadis programının 20. bölümü ile ilgili video
kaydına buradan erişebilirsiniz:
https://www.youtube.com/watch?v=uT7_H3PQNg0&t=53s