***
Resulullah şûrâ'nın bağlayıcı olduğunu bildirmişti. Hz. Ömer de "Şûrâsız hilâfet olmaz" diyordu.
***
İslâmda söz ve ifade hürriyeti değil, mecburiyeti var.
***
Hz. Ali Halife iken kendisini öldürmek isteyen çeteyi serbest bıraktırmış, hakaret edenlere ceza uygulamamıştı.
***
Raşid Halifeler döneminde Halife de dahil hiç kimsenin dokunulmazlığı yoktu. Halka haksız muamele yapan devlet memuruna kısas uygulanıyordu.
ÜMİT ŞİMŞEK
Açıkdeniz, 8. sayıdan
(Ekim 2022)
Hulefâ-i Râşidîn
dönemi, vahyin başlangıcından itibaren sonuna kadar Kur’ân-ı Kerimi bizzat
Resulullahtan (s.a.v.) ilmen ve fiilen ders almış insanların görüş ve
uygulamalarının hakim olduğu bir dönemdi. Asr-ı Saadet gibi, bu dönemin de en
önemli özelliği, iman-amel bütünlüğü idi. Bu anlayışı da Sahih-i Buharî’de ilk
hadislerden biri olarak yer alan ve Tâbiînden olmakla birlikte “beşinci halife”
olarak şöhret yapmış bulunan Ömer b. Abdülaziz’e ait olan şu söz özetliyor:
“İmanın farzları,
kanunları, hadleri, sünnetleri vardır. Bunları tamamlayan, imanını ikmal etmiş
olur. Tamamlamayan ise onu eksik bırakmıştır.”[1]
İlk nesillerin
imandan anladıkları bu idi. Onlar imanı sadece inanılacak olan şeylerin bir
listesi olarak telâkki etmiyorlar, Allah’ın kitabında ve Resulullahın
sünnetinde emredilen şeyleri uygulayıp yasaklanan şeylerden kaçınmayı da aynı
tarif içinde anlıyorlardı.
Bu, salih
amellerin bütün hayatı kuşatması, kötü işlerin de hayatın bütün alanlarından
uzaklaştırılması demekti. Yasak olan bir şey, meselâ yalan söz, aile hayatında
yasak olduğu gibi mahalle, toplum, iş, ticaret, devlet ve siyaset alanlarında
da aynı şekilde yasaktı. Buna karşılık adalet de hiçbir alanı hariç
bırakmaksızın hayatın tamamına hakim olması gereken bir ilke idi.
Ve tabii, hiçbir
istisnası olmaksızın, herkes bu emir ve yasakların eşit derecede muhatabı idi.
Çünkü Allah’tan başka kim ve ne varsa hepsi de eşit bir şekilde “kul” sıfatını
paylaşıyordu. Kulluk şuurunun ve imtiyazsızlığın hakim olduğu bir toplumda
herkesin hükmüne teslim olduğu Allah’ın ve Resulünün emir ve yasaklarına uymak
kimseye zor gelmiyordu. Hüküm kaynakları herkese açıktı; herkes birbirini
denetleyebiliyor, herkes birbirinin sözünü dinliyor, yapılan güzel işler
destekleniyor, işlenen hatâlar kolaylıkla düzeltilebiliyordu.
Toplumda itaat
hakimdi, ancak bu sınırsız ve şartsız bir itaat değildi. Allah’ın ve Resulünün
emir ve yasaklarına aykırı olan emirlere uymakla değil, uymamakla
emrolunmuşlardı. Meşhur bir vak’ada Allah’ın Resulü sefere bir müfreze
göndermiş, Ensardan birisini de komutan tayin etmiş ve “Ona itaat edin”
buyurmuştu. Fakat o komutan bir sebeple emrindekilere kızıp da yaktırdığı bir
ateşe atlamalarını emredince insanlar bu emri yerine getirmediler. Durum
Resulullaha anlatılınca şöyle buyurdu:
“O ateşe girmiş
olsalardı ebediyen ondan çıkamazlardı. İtaat ancak maruftadır.”[2]
Bir başka vak’ada
da Resulullahın bir müfrezeye komutan olarak tayin ettiği kimse yanlışlıkla bir
Müslümanı öldürmüştü. Müfreze seferden dönünce durumu öğrenen Resulullah onları
azarladı ve şöyle buyurdu:
“Size komutan
olarak tayin ettiğim adam benim emrime karşı geldiğinde onu azlederek yerine
başka birisini tayin etmekten âciz mi kaldınız?”[3]
Bu vak’a da açıkça
gösteriyor ki, yönetici Allah’ın ve Resulünün emirleri dışına çıktığında
Müslümanların itaat yükümlülüğü kalktığı gibi, ayrıca üzerlerine bir de onu
değiştirme yükümlülüğü binmektedir. Yusuf Karadavî, bu görevimizi her gün Vitir
namazında Allah’a karşı tekrarlamakta olduğumuzu hatırlatır:
“[Resulullah]
böylece Müslümanın içine haksızlığı reddetme ve zalimlere karşı çıkma duygusunu
yerleştiriyordu. Hatta Hanefî mezhebinin ve diğerlerinin okuduğu kunut
duasında, ‘Allahım, verdiğin nimetlerden dolayı Sana şükreder, nankörlük
etmeyiz; Sana karşı çıkan kimseyi azleder ve onu terk ederiz’ der.”[4]
Resulullahın
halifeleri, iş başına geçtikleri zaman, bu irşadlarla yetişmiş, her an
kendilerini denetlemekte olan ve hatâ gördükleri yerde tereddütsüzce ve bazan
da bir hayli sert ifadelerle kendilerine karşı dile getiren bir halkı önlerinde
buldular. Zaten onların arzuları ve Allah’ın huzuruna yüz akıyla çıkmalarını
sağlayacak olan şey de bundan başkası değildi. “Hatâmızı gördüğünüz zaman
söylemezseniz sizde, dinlemezsek bizde hayır yoktur” diyen Halife Ömer’in yöneticileri
teftişle görevlendirdiği Muhammed b. Mesleme, kendisine “Yanlış yapacak olursan
oku ateşe sokarak düzelttiğimiz gibi seni düzeltmesini biliriz” dediğinde Hz.
Ömer kendisini böyle kimselere yönetici yaptığı için Allah’a hamd ediyordu.[5]
Bir hutbesinde kadınlara mehirlerini çok yüksek tutmamalarını söyledikten sonra
cemaatte bulunan kadınlardan biri ona Nisâ sûresinin 20. âyetinde geçen “yükler
dolusu mehir vermiş olsanız dahi” meâlindeki ifadesini hatırlatınca, Hz. Ömer
“Herkes Ömer’den daha âlim” diyerek derhal bu kararını tashih etmişti.[6]
Buna benzer şekilde ikaz üzerine tashih ettiği kararları da göz önüne alındığında,
Hz. Ömer’in dillere destan olmuş yönetimini kendi feraseti kadar onu uyaran
kimselerin varlığına da borçlu olduğu sonucuna varmamız güç olmayacaktır. Çünkü
bu ikazlar yapılmasaydı, o kararlar da tashih edilmeden yürürlüğe girecek ve
Ömer’in hatâları olarak tarihe geçecekti.
Raşid Halifelerin
en büyük bir güç kaynağı şûrâ ilkesi idi ve bu ilke onların ruhlarına daha
Mekke yıllarında iken kodlanmıştı. Tamamen düşman bir kavim içinde var olma
mücadelesi verdikleri bir dönemde inen ve bu isimle adlandırılan Şûrâ sûresi,
Rablerine iman eden ve Ona tevekkül eden mü’minlerin özellikleri arasında,
onların alâmet-i farikaları olan namaz ve infakın ortasında şûrâ ilkesini
sayıyordu.[7]
Bu, hiç şüphesiz, mü’minleri tek bir vücut olarak gören ve o vücudun fonksiyonlarını
düzenleyen kuşatıcı bir bakışın eseriydi. Nitekim bu âyetin devamındaki
âyetlerde sayılan özellikler de mü’minler topluluğuna yekpare bir vücut
muamelesi yapıyor ve o vücuda, içlerinden haksızlığa uğrayan kimselerin hakkını
almayı bir görev olarak yüklüyordu. Ve tabii bu muamelede, iman ile salih
amelin her türlüsünün ayrılmaz bütünlüğü de aşikâr şekilde görülüyordu.[8]
Burada, bizim
Müslümanlığımız Kur’ân’ın tanımladığı Müslümanlığa ne kadar benziyorsa, şûrâ
anlayışımızın da Kur’ân ve Sünnetin tarif ettiği şûrâya en fazla o kadar
benzeyeceğini not etmeden geçmeyelim. Zira bugün İslâm âleminde, özellikle
yöneticiler ile onların fetvacıları nezdinde makbul olan şekliyle şûrânın, “Yönetici
dilediği kimseyle dilediği konuyu dilediği kadar istişare eder, sonra da istişare
sonucuna ister uyar, ister uymaz” şeklinde anlaşıldığı hepimizin malûmu olan
bir hayat gerçeğidir. Allah’ın âyetleriyle eğlenmekten başka bir anlam
taşımayan ve İslâm âlemini içinde bulunduğu perişan vaziyetin içine sokan bu hayat
gerçeğinin faturasını ise, kendilerinin birer enstrüman olarak kullanılmasına
müsaade etmeyen ilim ve ihtisas ehlinin bir kenara çekilmesi (veya
çektirilmesi), meydanın kuklalara ve dalkavuklara kalması ve bunun sonucu
olarak da, şûrânın maksadına tamamen zıt bir şekilde istibdadın kuvvet bulması
şeklinde ödüyoruz.
Oysa Kur’ân,
zahiren istişare sonucu meydana gelmiş görünen Uhud yenilgisinden sonra inen
âyetlerinde “Onları bağışla, onlar için istiğfar et, yönetimde onlarla istişare
et, azmettiğinde de Allah’a tevekkül et”[9]
buyurarak onlara yine şûrâ yolunu gösteriyordu. Üstelik, âyette geçen “azim”
kelimesinden neyin kastedildiğini soran Sahabîye de Allah’ın Resulü “Rey
ehliyle müşavere etmek, sonra da onlara tâbi olmak”[10]
cevabını vermiş ve istişareye uyup uymamakta serbest davranma yolunu
yöneticilere ebediyen kapatmıştı. Dikkatlerden kaçmasın: Bu cevabı veren
Resulullah, savaş öncesi yapılan istişarede kendi görüşünü terk ederek
çoğunluğun görüşüne tâbi olmuş ve, zahire bakılırsa, mağlûbiyet de bir bakıma
bu yüzden yaşanmıştı. Buna rağmen âyetin Resulullaha yine istişare yolunu
göstermesi ve onun da açıklamasında istişareye tâbi olmayı vurgulaması, hiç
şüphesiz, yenilgi dolayısıyla zihinlerde şûrâ ile ilgili olarak zuhur
edebilecek tereddütleri kesin şekilde gidermek amacını taşıyordu. Ayrıca
Resulullahın mütevatir sünneti de hep bu istikamette cereyan etmiş, hakkında
vahiy bulunmayan hususlarda bizzat kendisi her zaman istişareye tabi olmuştu.
Adaletli ve isabetli kararlarıyla meşhur olan Hz. Ömer’in de istişaresiz hiçbir
karara varmadığı, net bir karar çıkmayan istişareleri ise karar netleşinceye
kadar sürdürdüğü ve şûrâ kararlarına aykırı karar ve icraatının bulunmadığı
bilinmektedir. “Şûrâsız Hilâfet olmaz” sözü de Hz. Ömer’e aittir.[11]
Esasen şûrânın bağlayıcı olup olmadığı konusu Ashab-ı Kiramın zihnini meşgul
etmiş bir soru değildi; onlar Allah’ın Elçisinin bu ilkeyi nasıl uyguladığını
gözleriyle görmüş kimselerdi.
Şûrâ ilkesi,
zarurî olarak, farklı fikirlerin ve karşıt görüşlerin de serbestçe ifade
edilebilmesini ve ciddîye alınmasını gerektirir ki, Raşid Halifeler döneminde
bu ilkeye büyük bir duyarlılıkla riayet edildiğini gösteren birçok vak’a ve
uygulama vardır. Kur’an ve Sünnetin çok büyük önem verdiği ve terk edilmesini
helâk sebebi saydığı emr-i maruf ve nehy-i münker (iyiliği teşvik ve kötülükten
sakındırma) ilkesinin de, özellikle yöneticilere karşı söz konusu olduğu zaman
muhalefet anlamına geleceği aşikârdır. Ve bu anlamda muhalefetin ümmet üzerine
bir vecibe olarak yüklenmiş bulunduğu da âyet ve hadislerle sabittir:
Siz
insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz / ümmetin en hayırlısısınız.
İyiliği teşvik eder, kötülükten sakındırır, Allah’a hakkıyla iman edersiniz.
Eğer Kitap Ehli de iman etseydi, onlar için hayırlı olurdu. Gerçi onlardan
mü’minler de vardır; fakat çoğu yoldan çıkmış kimselerdir.[12]
Zulmedenlere
eğilim göstermeyin; yoksa ateş size de dokunur. Sizin zaten Allah’tan başka
dostunuz yoktur; sonra büsbütün yardımsız kalırsınız.[13]
Allah’a yemin
olsun, ya iyiliği teşvik edip kötülükten sakındırır, zalime engel olup onu
hakka döndürür ve hak üzerinde tutarsınız; ya da Allah sizin de kalplerinizi
birbirinize benzetir ve onlara lânet ettiği gibi sizi de lânetler.[14]
Ümmetimin zalime
“Sen zalimsin” demekten korktuğunu gördüğün zaman bil ki onlardan ümit
kesilmiştir.[15]
Cihadın
en üstünü, zalim yöneticinin yanında adaleti savunmaktır.[16]
Bunlar gibi daha
pek çok âyet ve hadisle önemi vurgulanmış olan emr-i maruf ve nehy-i münker
ilkesinin yönetenden yönetilene veya yönetilenden yöneticiye yönelik olması
arasında İslâm herhangi bir fark gözetmemiş, her ikisini de bu ümmetin üzerine,
onun alâmet-i farikası halinde bir farz kılmıştır. Zamanımızda yönetime müteveccih
olduğu takdirde muhalefet olarak anılan bu görevin İslâmda özgürlükten de ötede
bir görev mahiyeti taşıdığına, çağdaş âlimlerimizden Yusuf Karadavî şöyle
işaret eder:
Söz
ve ifade hürriyeti masumdur [korunmuştur]. Hattâ bu İslâmın ve onun devletinin
nazarında hürriyet olmaktan daha büyük bir şeydir. Zira o İslâm nazarında
haklar ve hürriyetler nev’inden değil, farzlar ve vacipler nev’indendir. Bir
insan açık bir kötülük gördüğü zaman elinden geldiği kadar onu engellemek
mecburiyetindedir. Susmak veya konuşmak hususunda serbest değildir. Çünkü hak
karşısında susmak, bâtıl konuşmak gibidir. Haksızlık karşısında susan dilsiz
şeytandır. Aynı şekilde, kaybolmuş bir iyilik gördüğü zaman onun yapılmasını
emretmek ona farzdır. Onun bu görevi yapıp yapmama konusunda serbest olduğu bir
durum değildir.[17]
Emr-i maruf ve
nehy-i münker görevi, iman-amel bütünlüğünün toplum seviyesindeki yansıması
yahut topyekûn bir toplumsal gelişim faaliyeti olarak düşünülebilir. Bu
faaliyette toplum yekpare bir vücut halinde davranmakta, kendisine yarayışlı
olan şeyleri arayıp bulmak ve toplum hayatına katmak, zararlı olan şeyleri de
vücuttan atmak ve uzak tutmak için sürekli faaliyet göstermektedir. Bu
faaliyetlerde görevler açısından fertler arasında farklar bulunsa da, bir vücudun
azaları olmak, hep birlikte o vücudun gelişimi için çalışmak ve imanlarının
gereği olan İlâhî emir ve yasaklara uygun bir hayat yaşamak açısından hiçbir
fark yoktur. Raşid Halifeler döneminde en mükemmel uygulamasını gördüğümüz bu
adalet ilkesini Muhammed Hamidullah’ın diliyle ifade edecek olursak:
Halife
çok kudretliydi, fakat diğer Müslümanlar gibi o da aynı kanunlara boyun
eğiyordu. Ayrıca kendi reâyâsından [yönettiklerinden] her bir şahıs önünde
mes’ul durumdaydı.[18]
Her bir şahıs
önünde mes’ul durumda olmak – ilk dört Halifenin yönetici olmaktan anladıkları
ve uyguladıkları şey aynen bu idi. Herhangi bir kişi, herhangi bir yerde, herhangi
bir zamanda Halifenin karşısına dikilip onun herhangi bir icraatını
sorgulayabiliyor, dileği varsa arz ediyor, itirazı varsa dile getirebiliyor,
hattâ bu itirazını oldukça sert bir dille de ifade edebiliyor, ama her
seferinde sözlerine sükûnet ve ciddiyetle cevap alıyordu. Bir defasında halka
ganimet olarak birer parça kumaş dağıtılmıştı. Ancak bu parça kumaş bir gömlek
için yeterli değildi. Hz. Ömer o kumaşla dikilmiş bir gömlekle kürsüye çıkınca
hemen itirazla karşılaştı:
“Üzerindeki kumaşı
nasıl elde ettiğini açıklamadığın takdirde sana itaat etmiyoruz!”
Hz. Ömer oğluna
işaret etti, o da kendi payını babasına verdiğini söyledi. Mesele anlaşılmış,
Halifenin haram yemediği ortaya çıkmıştı.[19]
Hz. Ali’nin
Haricîlerden gördüğü muhalefet ise hem haksız, hem de şiddet içeren bir
muhalefet idi. Lâkin bu durum onun muhaliflerine karşı adaletten ayrılmasına
hiçbir zaman gerekçe olmadı. Bir defasında bir grup Haricî ona halkın içinde
sövmüş ve onu öldüreceklerine yemin etmişti. Adamlarının onları tutukladığını
haber alan Hz. Ali, “Beni öldürmeyen bir kimseyi öldürecek miyim?” diyerek
Valiye onları serbest bırakmasını emretti. Onların kendisine sövdükleri
hatırlatılınca, “Eğer istiyorsan sen de aynı şekilde onlara söversin, fazlasını
yapamazsın” cevabını verdi.[20]
Bir kuyumcu
terazisinin hassasiyeti dahi Hz. Ali’nin adalet konusundaki duyarlılığının
yanında sözü edilemeyecek derecede kalırdı desek mübalâğa etmiş olmayız. O,
kendi tayin ettiği hakimi, dâvâlılara karşı sesini yükselttiğinde görevden
alıyordu.[21]
Hz. Ali ölüm
döşeğinde iken kendi katili hakkında dahi haksızlık etme endişesini taşıyordu.
Resulullah kendisine onun eşkâlini bildirdiği için katilini tanıyordu ve
etrafındakilere “Beni öldürecek olan budur” demişti. “Onu öldürelim mi?” diye
sorduklarında “O henüz beni öldürmedi ki” cevabını verdi. Gün gelip de onun tarafından
hançerlendiğinde, insanlara onu hemen öldürmemelerini ve kötü muamele de
yapmamalarını emretti ve “Eğer sağ kalırsam yara kısası vardır, öldüremezsiniz;
ölürsem müsle ve işkence yapmaksızın öldürürsünüz” dedi.[22]
Hulefâ-i Râşidîn
döneminde kısas da dahil olmak üzere her türlü ceza, yönetilen ve yöneten
ayırımı yapılmaksızın herkese eşit şekilde uygulanır ve devletin itibarı da
bundan hiçbir zarar görmediği gibi, adaletin tavizsiz uygulanması sebebiyle
daha da kuvvet kazanırdı. Ebu Musa el-Eş’arî, ganimet dağıtımına itiraz eden
halktan birisine yirmi değnek vurdurmuş ve başını da tıraş etmişti. Bu durum
kendisine intikal ettiğinde Halife Ömer Ebu Musa’ya bir mektup yazarak bu olay
topluluk içinde cereyan etmişse yine topluluk içinde, eğer yalnız olarak
cereyan etmişse yalnız olarak kısas yapılmasını emretti. Ebu Musa da adamı
çağırarak kısas yapmasını istedi, ancak adam onu Allah rızası için affettiğini
söyleyerek kısas hakkından vazgeçti.[23]
Hz. Ömer’in bu konudaki tavrı son derece net ve sert bir tavırdı. “Bir memur
asayişi sağlamak için birisini dövse onu da cezalandıracak mısın?” diye soran
kişiye “Allah’a yemin olsun ki onu da cezalandırırım; çünkü Resulullahın böyle
yaptığını gördüm” cevabını vermişti.[24]
Hz. Osman da
birgün kölesini çağırarak “Bir keresinde senin kulağını çekmiştim, hatırlıyor
musun?” dedi ve kendisine kısas yapmasını istedi. Kölesi de onun kulağını
çekti.[25]
Bununla beraber, Raşid Halifelerin adaleti de bölünmez bir bütüne aitti; o bütün içinde merhamet, şefkat, ihsan, kerem gibi daha başka güzellikler de vardı. Ve bu güzellikler sadece Müslümanları değil, idareleri altındaki sair din mensuplarını da kapsamına alıyordu. Günün birinde mescidde hutbe irad ederken Hz. Ömer’in karşısına bir Hıristiyan tüccar dikilip gümrükçülerle ilgili bir şikâyetini arz etmişti. Zimmî birkaç gün sonra şikâyetinin sonucunu öğrenmek üzere Hz. Ömer’e gelerek “Ben sana problemini arz eden Hıristiyanım” diye kendisini takdim etti, Hz. Ömer ise “Ben de senin problemini çözen Müslümanım” cevabını verdi. Bu cevap karşısında Hz. Ömer'in kendisini başından savdığını zannederek ümitsizliğe kapılan Hıristiyan tüccar mallarının durumunu öğrenmek için gümrük dairesine gittiğinde, Halifenin talimatının ondan önce oraya ulaşmış ve şikâyet konusu olan uygulamanın düzeltilmiş olduğunu gördü.[26] Başka bir gün de Hz. Ömer ihtiyar bir Yahudinin kapı kapı dilendiğini görmüş, onu elinden tutup evine götürerek bir miktar sadaka verdikten sonra “Gençliklerinde bunlardan cizye alıyor, yaşlandıklarında da kendi hallerine terk ediyoruz” diyerek hazineden ona maaş bağlatmıştı.[27]
Raşid Halifeler
Resulullahın Asr-ı Saadetinde yaşadıkları hayatı iş başına geldiklerinde böyle
anlıyor ve böyle yaşatıyorlardı. Onları bir parça olsun anlayabilmek için,
hafızalarımızı tamamen boşaltmak, sonra Asr-ı Saadetin başlangıcına gidip orada
yeniden dünyaya gelmek ve o insanların hayatına Kur’ân âyetlerinin birer birer
nasıl indiğini görmek gerekir. Daha önceki bölümlerde de üzerinde durduğumuz
gibi, Kur’ân’ın âyetleriyle beraber o insanların imanları da semâdan inerek
hayatlarının tamamına yerleşiyordu. Peş peşe iniyordu âyetler, ama parçaların
bir araya gelerek bütünü tamamlaması şeklinde değil. Her parçada bütünün bir
nüshası vardı. Kur’ân bir bütündü, iman bir bütündü, İslâm bir bütündü, hayat
bir bütündü. Allah’a iman ile beraber yetim başı okşamayı öğrendiler o asil
ruhlar; güzel söz söylemeyi, gönül almayı, kölelerle kardeş olmayı, ihsan
etmeyi, affetmeyi, Allah yolunda cihad etmeyi, özgür olmayı, İslâmın
esenliğinde teneffüs etmeyi, alnı yerdeyken göklerin ve yerin tesbihatını
Âlemlerin Rabbine sunmayı, Onun kitabını Onun huzurunda Onun elçisiyle diz dize
okumayı, Onun tarafından duasına cevap almayı öğrendiler. Ne öğrendilerse hepsi
o bütünün bir misaliydi; hepsi iman, hepsi İslâmdı. İslâm imandan, iman
amelden, amel ihlâstan ayrılmıyordu, zaten ayırmak da kimsenin aklından
geçmiyordu. Bütün bunları Âlemlerin Rabbinden bize ulaştıran Allah’ın Elçisi,
çok kısa bir zaman içinde görevini tamamladı ve arkasında bir vasiyet bile
bırakmadan Rabbinin huzuruna döndü. Aslında vasiyete ihtiyaç da yoktu. Çünkü o
güzel ahlâkı tamamlamak için gelmişti, tamamladı ve bizlere Allah’ın kitabı ile
kendi sünnetini bırakarak aramızdan ayrıldı. Ne diyordu Hamidullah:
Hz.
Muhammed (s.a.v.) tüm ahlâkın bir müeyyidesi olarak ölümden sonra dirilmeyi
yerleştiriyor, fakat bu dünya için lüzumlu olan cemiyet kuvvetlerini de
unutmuyor. Böylece müeyyide daha da müessir hale geliyor.
Hz.
Muhammed (s.a.v.) menşei İlâhî olan bir kanun bırakıyor: Kur’ân-ı Kerim. İlga
edilemeyen bu aynı kanun, çeşitli durumlara uyması için kıyas yapılmasına
müsaade ve hattâ teşvik ediyor. Öyle bir şekilde yapıyor ki, yalnız adalet
değil kanun da infaz kuvvetinin emniyetinde, sebatsız krallardan ve maceraperest
muhterislerden direktif almayan gayrı resmî âlimlere veriliyor.[28]
[1] Buharî,
İman: 1.
[2] Buharî, Ahkâm: 4; Müslim, İmâre: 39.
[3] Ebû
Dâvud, Cihad: 87 (no. 2627).
[4] Yusuf
Karadavî, İslâmda Devlet Mefhumu, müt. Hüsameddin Cemal (İstanbul: Nidâ
Yayınları, 2018), s. 130.
[5] M. Yusuf
Kandehlevî, Hayâtü’s-Sahabe, müt. Ali Arslan (İstanbul: Okusan Yayıncılık,
1993), 2:121.
[6] Ebu
Davud, Nikâh: 28; Zemahşerî, Keşşâf, Nisâ 20 tefsiri.
[7] Şûrâ,
42:38.
[8] Bkz.
Şûra, 42:39-43.
[9] Âl-i
İmran, 3:159.
[10] İbn
Kesir, Âl-i İmran 159 tefsiri.
[11] Şiblî
Numanî, Bütün Yönleriyle Hz. Ömer ve Devlet İdaresi, müt. Talip Yaşar Alp
(İstanbul: Mahya Yayıncılık, 2015), s. 182.
[12]Âl-i
İmrân, 3:110.
[13] Hûd,
11:113.
[14] Ebû
Dâvud, Melâhim: 17.
[15] Müsned,
no. 6362.
[16] Ebû
Davud, Melâhim: 15; Tirmizî, Fiten: 13.
[17]
Karadavî, s. 72.
[18]
Muhammed Hamidullah, İlk İslâm Devleti, müt. İhsan Süreyya Sırma (İstanbul:
Beyan Yayınları, 2015), s. 87.
[19] Hamidullah,
s. 87-88.
[20] Nevin
Abdulhalık Mustafa, İslâm Düşüncesinde Muhalefet, çev. Vecdi Akyüz (İstanbul:
Ayışığı Kitapları, 2001), s. 343.
[21] Ali
Muhammed Sallâbî, Hz. Ali, müt. Şerafettin Şenaslan (İstanbul: Ravza Yayınları,
2018), s. 325.
[22]
Sallâbî, s. 883-888.
[23] Kandehlevî,
2:146-147.
[24] Numanî,
s. 193.
[25]
Kandehlevî, 2:154.
[26]
Hamidullah, s. 87.
[27]
Kandehlevî, 2:153.
[28] Hamidullah,
s. 82.