Yapmakta olduğum bir kitap çalışması dolayısıyla Abdülkays
Elçileri ile ilgili hadis-i şerifleri mütalaa ederken aldım vefat haberini
Raşit Hoca’nın. Hicri 8. Yılda Bahreyn taraflarından Müslüman olup İslâm
hakkında bilgi almak ve o bilgiyi hem yaşayıp hem de çevrelerindeki insanlara
ulaştırmak maksadıyla kendi istekleriyle Medine’ye gelen bu heyet içinde, bu
yolculuktan sonra Eşeccü Abdilkays diye ünlenecek asıl adı el-Münzir olan
sahâbî de vardı. Heyettekiler Medine’ye ulaşınca doğruca Hz. Peygamber’e koştular.
Eşecc ise, hayvanların yanında kaldı, eşyalarını derleyip toparladı devesini
bağladı. Güzel ve temiz elbiselerini giydi. Daha sonra Resul-i Ekrem sallallahu
aleyhi ve sellem’in huzuruna çıktı. Efendimiz onu yanına oturttu. Tanışma ve
niyet beyanı konuşmalarından sonra Hz. Peygamber bu zâta “Sende Allah’ın
sevdiği iki haslet, özellik ve güzellik var: Hilim ve Enât” buyurdu. Hilim,
akıl, vakar ve sabır; Enât ise, sükûnet ve teennî ile hareket etmek,
acelesizlik, sekinet demekti.
Benim kendisine hitap cümlem olan “Raşit Hoca”nın vefat
haberi üzerine, yıllarca oda arkadaşlığı ve mesâi birlikteliği sonucunda
hakkında edindiğim intibaya tam denk düşen bu hadis-i şerifi, bir yerde söz
düşerse söylemek üzere hemen bir kağıda kaydettim. Bana söz düşmedi ama tabutu
başında tezkiye konuşması yapan önceki Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez
Bey, ilim ilavesiyle aynı hadis-i şerifi hatırlatarak söze başladı. İçimden
“Raşit hoca”yı tanıyan kim olsa, hadisten haberi olmasa bile aynı sözleri
söyler; ilim, vakar ve teenni kelimeleri ile hocayı anar ve gerçeği dile
getirmiş olurdu” diye geçirdim.
On yılı aşkın oda arkadaşlığı süresince bir kez olsun acele
edip telaşla koştuğunu, sesini yükseltip bağırdığını, herhangi biri hakkında
–başkalarından naklettiği sözler dışında- hakaret anlamına gelecek cümleler
kullandığını hatırlamıyorum. İslâm ve ümmet-i Muhammed hakkında fevkalâde
duyarlı, bilinçli ve dinamik bir iman hassasiyetine sahip olmasına rağmen
tepkilerinde de aynı hassasiyete sahip çıkar, aşırıya kaçacak bir söz söylemez
ve tavır göstermezdi. Hep aynı vakar içinde kalırdı. İtiraf etmeliyim ki
kendisiyle ayrıştığım belki en belli başlı nokta bu idi.
Yaptığı bir iyilikten ya da farklı halden bahsetmek zorunda
kaldığında “söylemesi ayıp” diye söze başlama âdetini, “Raşit Hoca”ya ait bir
edep olarak hatırlamaktayım.
Hoca bildiğim kadarıyla aileden zengin biri değildi. Resmi
veya özel herhangi bir kurum veya kuruluşa ortaklığı, senedi sepeti de yoktu.
Maaşı yegâne gelir kaynağı idi. Fakat çevresindekileri ve tanıdığı servet ü
sâman sahiplerini teşvik etmek suretiyle vesile olduğu hayır-hasenât müessese
ve teşkilatları açısından fevkalâde zengin biriydi. Bu açıdan mal sahibi birçok
zenginden çok çok daha zengindi. Raşit hocaya “yaptırdıklarıyla zengin” demek
yerinde bir tespit olur. Yaptıklarının sayım ve dökümünü kirâmen kâtibinin
kayıtlarına havale etmek en isabetli yoldur.
İlmî, fikri, idari, ticari ve siyasi çevreler ve
faaliyetlerle hep bilgili, bilinçli ve etkili bir hoca ve yönlendirici olarak
birlikte olmuş ve fitneyi uyandırmadan hakka ve halka hizmet etme başarısını
göstermiştir. Gösterişe ve reklama kesinlikle kaçmadan resmi görevine ek olarak
sosyal, bilimsel ve kurumsal faaliyetlerini sürdürmüş ve bu yönüyle akademi
dünyasının dışında ve fakat hayatın içinde olmayı başarmıştır.
Öyle sanıyorum ki, 1982 ihtilalinden sonra onu Erzurum’da
içeri alıp sorgulayan sonra da İstanbul’a sürgün eden dönemin idarecileri,
hocanın İstanbul’da vereceği hizmetleri hayal edebilmiş; “cezalandırma diye
uygulamaya konulan işlemlerde büyük ikramların saklı olabileceği” gerçeğini
sezebilmiş olsalardı, kesinlikle böyle bir işlemi yapmazlar, hocayı İstanbul’a
kendi iradeleriyle göndermezlerdi. Ne demiş koca Erzurumlu; “Hak şerleri hayr
eyler, Neylerse güzel eyler.”
“Raşit Hoca”nın İstanbul’daki hayatında gözlemlediğim iki
temel tavrı; Peygamberlerin iki ortak sünneti olan “İnananlara kol-kanat germek
ve inançlı (muvahhid) nesiller yetiştirmek” eylemine gücü ölçüsünde sahip
çıkmak diye tanımlayabilirim. Bunu yaparken de Kitap ve Sünnet’ten başka bir
ölçü tanımamak ve ne pahasına olursa olsun din kardeşliğini öncelemeye özen
göstermek, onun yakınlarına, meslektaşlarına ve dostlarına örnek gösterilecek
karakteristik temel mirasıdır, diye düşünüyorum.
Yetîm-i akrân, yetîm-i ahbâb ve yetîm-i ashâb’tan biri
olarak Raşit Hoca’dan şikâyetçi olduğum bir konuyu da zikretmeden
geçemeyeceğim. Özellikle Riyazu’s-sâlihin Tercüme Şerhi üzerinde çalışırken bir
araya geldiğimiz anlarda cep telefonunun çalmadığı; akıl danışan, medeni,
ailevi, ticari, siyasi ve dini bir konuda kendisiyle istişare etmek isteyen bir
arayanın olmadığı on dakikalık bir zaman bulamazdık. O günlerde cep telefonu
olmayan M. Yaşar Kandemir hoca ve bendeniz çareyi hocaya telefonunu
kapattırmakta bulmuştuk.
Taziye maksadıyla arayan bir meslektaş telefonda; “Hocam,
öyle insanlar vardır, geriden büyük bilinir. Yakınlaşıp tanıdıkça küçülür.
Öyleleri de vardır ki tanıdıkça büyür. Raşit hoca, biz Ankara’da kendisini
tanıdıkça gözümüzde büyüdü” dedi. Ben de kendisine “Raşit Hoca’nın soyadı Küçük’tü”
dedim, Meslektaşım cümleyi, “Evet, soyadı küçük, kendi büyük hocaydı” diye
tamamladı.
Benim de artık söyleyecek bir şeyim kalmadı. Raşit Hoca,
Allah sana gani gani rahmet eylesin. Bizleri cennetü’l-firdevs’inde
buluştursun.
(26 Kasım 2022)