Bu kelâmla buraya kadar


   
Kur'ân'ın bize Allah'ı nasıl tanıttığını Resulullahın uygulamalarıyla birlikte incelediğimizde, ilm-i kelâm yöntemlerinin bu yoldan ciddî şekilde ayrılmış bulunduğunu, ihtiyaca cevap veremeyişinin başlıca sebebinin de burada yattığını görüyoruz. Açıkdeniz dergisinin 4. sayısından:

ÜMİT ŞİMŞEK

Sevgisiz din dilini ve yol açtığı sonuçları ele aldığımız geçen ayki yazıda, bu durumu doğuran asıl sebebin, dinin en temel noktasında, yani Allah’ı tanıma ve tanıtma konusunda yattığı sonucuna varmıştık. Aynı sayıda mülâkatı yayınlanan eski Diyanet İşleri Başkanımız Prof. Dr. Mehmet Görmez de aynı problemi dile getirdi ve kelâm ilminin yeni baştan inşa edilmesi gerektiğini söyledi.

İslâm akaidinin temel kaynağı olan Kur’ân-ı Kerimin Allah’ı nasıl tanıttığını ve onu bize hem sözlü, hem de uygulamalı olarak Resulullahın nasıl öğrettiğini inceleyecek olursak, bizim bugün takip ettiğimiz yöntemlerle arada büyük farklar bulunduğu ortaya çıkacak, hattâ oradan buraya nasıl geldiğimiz konusunda bizi hayrete düşürecektir. İyimser tarafından bakacak olursak, bu hayretin bize yeni bir ilm-i kelâm inşasında yol göstereceğini umabiliriz. Biz de bu ümitle, Kur’ân’ın Allah’ı bize nasıl tanıttığını, hem nüzul ve hem de tertip sırasıyla ve Resulullahın açıklama ve uygulamalarının ışığında incelemeye çalışacağız. Bu incelememiz sırasında ortaya çıkacak olan tesbitlerin, Allah’ı Onun bize kendisini tanıttığı gibi tanımak ve bu bilgiyi zamanımız insanına sağlıklı bir şekilde aktarmakta yol göstereceğini umuyoruz.

***

Herşeyden önce, bizim ilmihal ve kelâm kitaplarımızda karşılaştığımız tasnifatın, geçen yazımızda da temas  ettiğimiz gibi, daha işin başında Kur’ân’dan ciddî şekilde ayrıldığını ve birtakım rötuşlarla bu ayrılığı gidermenin mümkün olmadığını en başta kabullenmemiz gerekiyor. Problem, ilm-i kelâmın doğru veya yanlış yapmasında değil, tasnifat yapmış olmasındadır. Mezhepler arası ve mezhepler içi tartışmaların en somut neticesi, selbî ve sübutî sıfatlarla ve Allah’ın Kur’ân’da kendisini tanıtmadığı bir yöntemle yapılan bir ilâh tanımı ortaya çıkarmak olmuştur ki, hayat-ilim-irade-kudret-sem’-basar-kelâm’dan ibaret olan ve Allah’ın rahmetinden, adaletinden ve muhabbetinden söz etmeyen bu tanım üzerine sağlıklı bir akaidin inşa edilemeyeceği aşikârdır ve bu gerçek artık kabullenilmelidir.

Bu konuda sağlıklı bir bakış açısını işin en başında yakalayabilmek için, doğrudan doğruya akaidimizin temel kaynağı olan Kur’ân-ı Kerime yönelmenin ve onu, hem tertibi ve muhtevâsı itibarıyla, hem de nüzul sırasına göre incelemenin en doğru yol olduğunu düşünüyoruz.

Nüzul sırası, Kur’ân’a ilk olarak muhatap olan ve ondan aldıkları dersle dünyaya meydan okuyan ve bir medeniyetin temellerini atan insanların âleminde böyle bir imanı Kur’ân’ın nasıl inşa ettiğini göstereceği için, konuya bu açıdan girmeyi tercih ediyoruz. Daha sonra, konuyu Kur’ân-ı Kerimin tertibi açısından ele almak da tekemmül etmiş bir eğitim programının esaslarını ortaya çıkaracaktır.

***

Mekke ve Medine’de inen âyetleri genel planda karşılaştırdığımız zaman ortaya çıkan tabloda en ziyade dikkatimizi çeken husus şudur:

Mekke döneminde inen sûrelerde Lâfza-i Celâlden ziyade Rab ismi ön planda iken, Medine döneminde durum değişmiş ve Allah lâfzı Rab isminin açık farkla önüne geçmiştir. Oysa Kur’ân’da en çok geçen İlâhî isim Lâfzullah’tır ve 2697 yerde karşımıza çıkar, ondan sonra en çok kullanılan isim olan Rab ismi ise 970 yerde geçer. Fakat Kur’ân’ın yüzde 60’ını teşkil eden Mekke dönemi sûrelerinde çoğunluk bilâkis Rab ismi lehindedir.

Bu ismin kullanılışında bir başka özellik daha dikkatimizi çekiyor:

İlk olarak inen sûrelerde çoğunlukla Rab ismi ikinci muhatap kişiye izafeten “senin Rabbin” şekilde geçmektedir.

Daha sonra, Mekke devrinin ilerleyen zamanlarında ise, bu ibarenin yanı sıra, “onun Rabbi, sizin Rabbiniz, onların Rabbi, sizin ve atalarınızın Rabbi, bu beldenin Rabbi, doğunun ve batının Rabbi, sizin ve öncekilerin Rabbi, yerin Rabbi, göklerin Rabbi,  göklerin ve yerin Rabbi, yedi göğün Rabbi, âlemlerin Rabbi, büyük Arş’ın Rabbi” gibi tamlamalarla, bütün varlık âlemini kuşatan bir rububiyet tablosu tasvir edilmiştir. Bu durumun ortaya çıkardığı tabloyu tasavvur etmek zor değildir:

Hirâ mağarasında ilk olarak inen âyetten başlamak üzere, Kur’ân’a muhatap olan insanlar bu hitabın doğrudan doğruya kendi Rabbinden geldiğini görüyor ve Onun tarafından muhatap alınmanın ayrıcalığını yaşıyorlardı. O günün şirke batmış ve Allah ile doğrudan temas kurulamayacağına inandığı için araya bir yığın şefaatçiler koymuş toplumunda şu hitapların nasıl bir müjde teşkil ettiğini tasavvur etmek çok zor değildir:

Rabbinin adıyla oku. Çok kerîm olan Rabbin. Dönüş Rabbinedir. Rabbinin nimeti sayesinde. Doğru yoldan sapanları en iyi Rabbin bilir. Rabbinin adını an. Rabbinin büyüklüğünü an. Rabbin için sabret. . .[1]

Bu arada iki ilginç şey daha cereyan ediyor:

Birincisi: İlk olarak inen âyet “Oku” emriyle başlıyor ve ardından da yazmaktan söz ediyor, “Kalemle yazmayı senin Rabbin öğretti” diyor. Hemen arkasından inen sûre ise daha ilk âyetinde kaleme ve yazdıklarına yemin ederek söze başlıyor.

İkincisi: Alâk sûresinin ardından inmeye başlayan Kalem sûresi, kaleme ve yazdıklarına ettiği yemini, Allah elçisinin ahlâk yüceliğine bağlıyor ve böyle yapmakla bu üstün ahlâkı ona iman eden ve edecek olan kimselere hedef olarak gösteriyor. Ondan sonra da kötü ahlâkın her türlüsünden ve kötü ahlâklılardan sıkı sıkıya sakındırmalar geliyor:

Yolundan sapanları Rabbin çok iyi bilir; doğru yolda olanları en iyi bilen de Odur.
Yalanlayanların sözüne uyma.
Onlara yaltaklanmanı isterler, tâ ki onlar da sana yaltaklansınlar.
Uyma sen çok yemin edene, aşağılık kimseye,
Başkasını çekiştirene, söz taşıyana,
Hayra engel olana, haddini aşana, çok günahkâr olana,
Kaba ve katı kalpli, üstelik ne idüğü belirsiz olana.
Malları, oğulları var diye uyma onlara.[2]

Bu şekilde başlayan talim ve terbiye, daha sonra inen âyetlerle de yine iman-marifet-ilim-ahlâk ekseninde ve hayatın bütün alanlarını kapsayacak şekilde devam edecektir. Böylece, Mekke döneminde inen âyetlerin seyrinde Allah’ı Rab isminin mahlûkat tabakalarındaki tecelliyatıyla tanıtan ve ilim ile ahlâk esasları üzerine bina edilmiş bir eğitim programıyla karşılaşıyoruz. “Neden Lâfza-i Celâl değil de Rab ismi?” denecek olursa:

Allah ism-i celîli Allah Teâlânın kendisine mahsus özel isim olduğundan, herhangi bir ek almaz. Meselâ “yerin Allah’ı, göklerin Allah’ı, insanların Allah’ı” gibi ifadelerle kullanılmaz. (“Yâ Allah” mânâsındaki “Allahümme” kelimesi bir istisnadır; dilimizdeki “Allahım!”[3] hitabı da bu anlamda bir istisna değerlendirilmelidir.) Oysa Kur’ân’ın indiği dönemdeki muhatapları Allah’ı biliyorlar, lâkin Onu çok yüksekte ve uzakta, sıradan insanların muhatap olamayacağı bir varlık olarak görüyorlar ve ancak araya koydukları şeriklerin vasıtasıyla dileklerini Allah’a ulaştırabileceklerine inanıyorlardı. Hem malikiyet, hem de terbiye anlamlarını barındıran Rab unvanı ise, daha ilk hitaplarında peş peşe “Senin Rabbin, senin Rabbin, senin Rabbin” diyerek muhatabını dosdoğru Allah’ın huzuruna çıkarırken, Onun aynı zamanda doğuların, batıların, yerin, göklerin, cansızların, canlıların, bütün insanların, bütün meleklerin ve bütün âlemlerin Rabbi olduğunu da tekrar tekrar hatırlatıyor ve hiçbir aracıya en küçük bir fırsat tanımaksızın doğrudan doğruya onunla konuşuyor, onu bütün mahlûkatının üzerine çıkararak kendisine muhatap alıyor, bu iltifatında ona rahmet ve muhabbetinin en şirin cilvelerini tattırıyor ve eriştiği bu yüce nimetlerden çok daha yükseklerini hedef olarak gösteriyordu. Bunlar, ilim sayesinde ve Rabbinin esmâsına mazhariyetin bir sonucu olan üstün ahlâk güzellikleriyle süslenmek suretiyle erişilebilecek hedeflerdi. Ve bu hedefler, kendisini “senin Rabbin” diye tanıtan Yer ve Gökler Rabbinin hitabına cevap veren herkese – evet, zenginiyle-yoksuluyla, erkeğiyle-kadınıyla, siyahıyla-beyazıyla, kölesiyle-efendisiyle herkese! – aynı derecede yakın görünüyordu.

***

Rab ismi üzerinden verilen bu eğitim, on üç sene kadar süren Mekke dönemi boyunca devam etti. Bu arada âyetlerdeki Lâfza-i Celâl ile Rab ismi arasındaki oran değişmeye başladı. Nihayet Medine devrine gelindiğinde bu oran tamamen tersine dönecek, bir Rab ismine karşılık on kadar Lâfza-i Celâl ile bir dengeye kavuşacak, bir başka tabirle, Rab isminin baş rolü oynadığı bir eğitim süreci içinde, ona tâbi olarak daha başka esmâ ve fiillerin de tanımlarıyla, kendisini Allah olarak isimlendirmiş olan Zât-ı Zülcelâl en mükemmel bir şekilde tanımlanmış olacaktı.

Bu eğitimin gücünü ve müessiriyetini tasavvur edebilmek için, hangi şartlar altında cereyan ettiğini de unutmamak gerekir. Kur’ân’ın ilk muhatapları, bizim gibi rahat koltuklarında oturarak kitabını okuyan kimseler değildi. Onlar bu imanlarını açıklamanın, hattâ açıklamak bir yana dursun, kitabın bir âyetine ulaşmanın dahi her türlü tehlikeyi davet ettiği bir ortamda bu tevhid dersini aldılar. Zulüm, baskı, işkence, ambargo, kıtlık, ölüm gibi akla gelebilecek her türlü eziyete katlanmak zorunda kaldılar. Vahyin kesildiği uzun zamanlar yaşandı. Sıradan insanlara, bütün âlemi kendilerine düşman ettikten başka Rableri tarafından da terk edilmiş hissini yaşatacak şartlara maruz kaldılar. Daha ilk andan itibaren kendilerini doğrudan doğruya Âlemlerin Rabbiyle irtibatlandıran eğitimleri, onların bu imtihandan yüz akıyla çıkmalarında, hiç şüphesiz, baş rolü oynuyordu. Bu eğitim onlara Rableriyle aralarına hiç kimseyi sokmamayı kesin bir şekilde öğretirken, aynı zamanda kendilerinin de Rableri katında bir değer sahibi olduklarını ve Allah tarafından çok önemli haklara sahip kılındıklarını gösteriyordu. Çekilen sıkıntılar bu büyük eğitimin muhtelif alan ve seviyelerdeki tatbikatlarından başka birşey değildi.

***

Sahabîler Rableriyle aralarına hiçbir şeyi sokmamayı daha yolun başlarında iken öğrendiler. Gerçi aralarında Allah tarafından kendilerine gönderilmiş bir elçi vardı, ama o da kendileri gibi bir beşer ve bir kuldu. Yine de, vahye mazhar oluşu sebebiyle önceleri onu kendilerinden biraz daha farklı bir mevkide görüyorlar ve bu da “Allah’ın ve Muhammed’in dilediği olur” şeklindeki ifadelerle sözlerine yansıyordu. Bu durum, Hz. Aişe’nin anne-bir kardeşi Tufeyl b. Sahbere’nin gördüğü bir rüyaya kadar devam etti.

Tufeyl, rüyasında önce Yahudilerden, sonra da Hıristiyanlardan bir toplulukla karşılaştığını görmüştü. Bu topluluklardan birincisine “Üzeyr için Allah’ın oğlu demeseydiniz ne güzel olurdu,” ikincisine de “İsa Allah’ın oğlu demeseydiniz ne güzel olurdu” deyince, her ikisinden de aynı cevabı aldı:

“Siz de Allah’ın ve Muhammed’in dilediği olur demeseydiniz ne güzel olurdu!”

Tufeyl bu rüyayı Resulullaha anlatınca, o da namazdan sonra cemaate hitap ederek Tufeyl'in rüyasını anlattı ve şöyle dedi:

"Siz bir söz söylüyordunuz, ancak sizden utandığım için engel olamıyordum. Sakın 'Allah'ın dilediği ve Muhammed'in dilediği olur' demeyin."[4]

Şunu hiçbir zaman unutmamalıyız: Âhirzaman Peygamberinin getirdiği tevhid dini, insanları bir anda Rabbine bağlıyor, hiçbir şekilde Ona hiçbir ortak kabul etmiyor, bu hususta bir tedriç de gözetmiyordu. Fakat diğer bir açıdan bakınca, bu, kul için daha iman eder etmez imanına karşılık Âlemlerin Rabbinden aldığı bir ödül anlamını da taşıyor, hattâ imtiyazlar da getiriyordu. Çünkü bir mü’min olarak artık o kul Allah’ın himayesine girmiş, doğrudan doğruya kendisine yönelen lütuflarına mazhar olmuş, bizzat ve kasten kendisini bulan rahmet ve muhabbetiyle kuşatılmış bir hayat sürdüğünü biliyordu.

***

Bütün bu tesbitlerden çıkarabileceğimiz derslerin en önemlisi herhalde şu olmalıdır:

Âhirzaman Peygamberinin getirdiği ve Kur’ân’ın bize öğrettiği tevhid dini, insanları bir anda Rabbine bağlamış ve bu konuda ne tedriç, ne de istisna kabul etmemiştir. O insanların iman ettikleri Rabbü’l-Âlemîn, aynı zamanda her birinin de bizzat muhatabı olan, onu görüp gözeten, rızıklandıran, koruyan, ona yol gösteren, onun dualarını dinleyen ve ona cevap veren Rabbidir. Bu konuda, Peygamberlerinin dahi öğretmekten ve yol göstermekten başka hiçbir rolü ve tesiri yoktur. Bütün âlemin düşmanlığına muhatap olan bir avuç insanı âleme galebe ettiren, Âlemlerin Rabbiyle aralarındaki bu ahidden başka bir şey değildir.

Bu ahidde her iki tarafın da yükümlülükleri vardır. Kulun en büyük yükümlülüğü Rabbine hiçbir şeyi ortak koşmadan sadece Ona kulluk etmek, sonra Onun emir ve yasaklarına riayet etmek, kusur işlediğinde yine Ona yönelerek rahmetini talep etmek, hiçbir zaman Onun rahmetinden ümidini kesmeden Ona olan kulluğunun icaplarını elinden geldiğince yerine getirmeye çalışmaktır.

Buna karşılık, kulun maddî ve manevî her alanda velâyetini deruhte etmek, bu cümleden olarak onu rızıklandırmak, koruyup gözetmek, talip olduğunda ona ilim öğretmek, mahlûkatının sırlarını ona açmak ve onları kulun hizmetine sunmak, istiğfar ile kapısına geldiğinde mağfiretiyle uğurlamak, her bir iyiliğine en az on kat ödül vermek, yardım istediğinde yardımsız bırakmamak, hiçbir şeyi ortak koşmaksızın Rabbinin huzuruna çıktığında onu Cehenneme atmamak gibi yükümlülükler de Allah’ın mü’min kuluna karşı kendi üzerine yazdığı taahhütler arasındadır. Ve bu hususlar, huzur-u İlâhîde ibraz edeceği birer ahitname olarak gerek Allah’ın kitabında, gerekse Resulullahın hadislerinde sarih ifadelerle yer almış bulunmaktadır.[5] Dünyalıların adaletinde suçluya dahi ilk olarak haklarını okumak bir ilke olarak yerleşmişken, Allah’a iman ve kulluk etmeye çağırılan bir insana bu hakları öğretilmeksizin sadece Rabbinin kudretinden, azametinden, cezasından, azabından söz etmenin, üstelik bütün bunları Onun âdeti olmayan bir üslûpla dile getirmenin âdil ve gerçekçi bir yol olmadığı aşikârdır ve sonuç vermediği de sayısız tecrübelerle sabittir.

***

Hatırlayalım: Rab ismi, Allah Teâlâyı niteleyecek şekilde Kur’ân’ın 970 yerinde geçer; bunların büyük çoğunluğu da Mekkî âyetlerdedir. Yukarıda da temas ettiğimiz gibi, Mekkî âyetlerde geçen Rab isminin sayısı, Lâfza-i Celâlin önündedir; ancak bütün Kur’ân nazara alındığında, Lâfza-i Celâlin 2697 defa geçtiğini ve bunun çok büyük çoğunluğunun Medenî âyetlerde yer aldığını görürüz. Bununla beraber, Rab ismi, Lâfza-i Celâlden sonra Kur’ân’da en çok zikredilen isimdir ve bir özelliği de, yine yukarıda vurguladığımız gibi, her bir kul ile doğrudan doğruya irtibatlandırılacak şekilde Allah’ı nitelemesi, kulları ve bütün eşyayı gerek münferiden, gerekse toplu halde, doğrudan doğruya Âlemlerin Rabbine muhatap etmesidir.

Diğer Esmâya gelince: Bu isimleri bize öğreten âyetler de, hiç şüphesiz, Allah Teâlâyı tarif eden, Onu bize birçok yönden ve son derece zengin ve âhenkli bir tablo içinde anlatan âyetlerdir. Bunları Lâfza-i Celâlin ve Rab isminin zikredildiği âyetlerde tasvir edilen manzaranın içinde incelediğimiz zaman herşey yerli yerine oturur ve Allah Teâlâ hakkında yapılabilecek en doğru, en gerçekçi, en dengeli ve en güzel tanıma ulaşmış oluruz. Bu tanımın en ilginç tarafını hemen söyleyelim:

Mekke döneminde inen âyetlerde 115, Medine dönemi âyetlerinde ise (sadece Medenî âyetlerde yer alan) 20 kadar İlâhî isim yer almıştır. Bu isimlerden 6’sı Mekkî, 1’i Medine dönemi âyetlerinde olmak üzere, sadece 7 (yazı ile YEDİ) tanesi şiddet veya tehdit anlamını içeren isimlerdir: Kahir, Kahhâr, Serî’u’l-İkab, Şedîdü’l-İkab, Zü’ntikam, Münzir ve Cebbâr. Evet, toplam 135 isim içinde sadece 7 isim![6]

Buna karşılık, Allah’ın kuluna karşı lütufkârâne muamelesini dile getiren rahmet, şefkat, muhabbet, mağfiret gibi sıfatlarından Kur’ân-ı Kerimde sadece “rahmet” anlamını içeren İlâhî isimlerin sayısı 7’yi bulur; sadece “mağfiret” (ğ-f-r) kökünden gelen isimlerin sayısı da yine 7’dir.[7] Bunların dışındaki isimlerin de pek çoğu Allah’ın kullarına olan lütuf, ihsan, hidayet, nusret, dualarına icabet, muhabbet, meveddet, velâyet, iyilik, yardım, re’fet, rızık, âfiyet gibi nimetlerini ifade eden isimlerdir. Geri kalan Esmâ ise Allah’ın yüce sıfatlarını bize tanıtır ve genel tablodan çok rahat şekilde anlaşılacağı gibi, bu yüce sıfatların, yani sonsuz ilim, irade, kudret, görme, işitme, azamet, kibriya gibi sıfatların, mü’min için her derdine deva, her ihtiyacına cevap, her sıkıntısına çare, her arzusuna cevap bulacağı sonsuz birer hazine anlamını taşıdığını anlatır, Allah’tan başka rab tanımayan kulların cümlesini bu sonsuz hazinelerden sonsuza kadar yararlanmaya çağırır.

***

İlâhî sıfatların tasnif ve tanımında Kur’ân’ın çizgisinden uzaklaştığımız bir diğer önemli nokta da selbî sıfatlar konusunda ortaya çıkmaktadır.

Kur’ân’ın Allah’a dair tanımları ekseriyetle müsbet ifadeler içerir, yani “ispat” eder. Nefiy söz konusu olduğu zaman ise, nefyettiği şey daima Allah’ın mâsivâsı olur. Bizim – belki de farkına bile varmadan – uzaklaştığımız nokta da çoğunlukla burasıdır.

Biz “Allah’ın görmesi bizimkine benzemez” deriz. Kur’an ise nefyi Allah’ın gayrısına verir, “Gözler Onu göremez, O ise bütün gözleri görür”[8] der.

Biz “Allah mekândan münezzehtir” deriz, çoğu zaman da Onun hiçbir mekânda olmadığını söyleriz. Kur’ân ise “Nerede olsanız O sizinledir,”[9] “Nerede olsalar O onlarladır”[10] der.

Biz çoğu zaman “Allah hiçbir şeye benzemez” deriz. Kur’ân ise “Hiç bir şey Allah’ın benzeri değildir”[11] der, “Hiçbir şey Allah’a denk olmamıştır”[12] der.

Bu iki ifade tarzının taşıdıkları anlamda bir fark olmadığını düşünebiliriz. Ancak beynimiz bizim gibi düşünmez. O, nefyedilen ve benzerini görmediğimiz şeyleri varlık olarak algılamamaya yatkındır. Meselâ yüze benzemeyen bir sima çizemez. Çiçeğe benzemeyen bir çiçek tasavvur edemez. Hiçbir şeye benzemeyen bir varlık da onun âleminde bir karanlık bölge olarak kalır. Akıl yürütme ile Onun varlığına kesin bir şekilde iman etse dahi, bunu duygularına ve dolayısıyla hayatına yansıtması hiç kolay olmaz, çoğu zaman da mümkün olmaz.

Buna karşılık, “her yerde bulunan,” hiçbir yerde bulunmayana nisbetle, “herşeyi gören,” görmesi bizim görmemize benzemeyene nisbetle varlık olarak algılanmaya çok daha yakındır. “Hiçbir şey Ona benzemez” derken, O zihnimizdeki muallâ mevkiini tek başına işgal etmeye devam eder; Ondan başka şeyler ise süpürülüp atılır, yokluk onların payına düşer. “Gözler Onu göremez” dediğimizde kusur doğrudan doğruya gözlere atfedilmiş olur; bunun arkasından gelen “O bütün gözleri görür” ifadesi ise, asıl görücü olanı, bütün gözlerin görmekten âciz kaldıkları bir yüce mevkie yerleştirir.

Kaldı ki, bu şekilde ifade edilmiş olsa bile Allah’ın varlığı ve sıfatları ile ilgili selbî ibareler az sayıdadır; Kur’ân-ı Kerimde hakim olan beyanlar ispat, tasvir ve tafsil yönündedir.[13]

Bahsimiz burada bitmiyor. Buraya kadar olan kısımda Kur’ân’ın iman ve marifetullah derslerini nüzul sırasına ağırlık verecek şekilde incelemeye çalıştık. Bundan sonraki bölümde ise, Allah nasip ederse, aynı konuyu Kur’ân-ı Kerimin tertibi ile ilim ve ahlâk bütünlüğü açısından ele almayı deneyeceğiz.

***

Açıkdeniz, 4. sayıdan

Bundan önceki bölüm: "Sevgiyi Nerede Kaybettik?"


[1] Bazı meal ve tefsirlerde bu hitapların başına eklenen “Ey Muhammed, ey Habibim” gibi ibareler maalesef ümmetin bu hitaplardaki hissesini saf dışı bırakmaktadır.

[2] Kalem sûresi, 68:7-14.

[3] Editörlere not: Lütfen bu kelimeye kesme işareti (apostrof) eklemeyiniz.

[4] İbni Mâce, Keffaret: 1; Dârimî, İsti'zân: 2; Müsned, 5:72 (Bu hadisin benzerleri için ayrıca bkz. Müsned, 1:214, 224, 283, 347; 5:384, 393, 394, 399).

[5] Böyle bir sözleşme insanların kendi aralarında aktedilmiş olsaydı, “Bir taraf diğerini çok kötü kandırmış” diyecektik!

[6] Bu oranı tersine çevirmekle bugünkü din dilimizin formülü elde edilir.

[7] er-Rahmân, er-Rahîm, zü’r-rahme, Hayru’r-râhimîn, Erhamu’r-râhimîn, zû rahme vâsia, er-Raûf, el-Ğafûr, el-Ğaffâr, Ğâfiru’z-zenb, Hayru’l-ğâfirîn, zû mağfira, Vâsi’u’l-mağfira, Ehlu’l-mağfira.

[8] En’âm, 6:103.

[9] Hadîd, 57:4.

[10] Mücadele, 58:7.

[11] Şûrâ, 42:11.

[12] İhlâs, 112:4.

[13] Bu meyanda ele alınması gereken ve akaidimizde önemli bir yer tutan konulardan birisi de müteşabihat konusudur; önemine binaen onu da ayrıca incelemek istiyoruz.