Attığın zaman sen atmadın, Allah attı. Bu, mü’minleri sınamak için Onun katından gelen güzel bir imtihan idi.
Enfal Sûresi, 8:17
Ümit Şimşek
HAYATIN
en esaslı gerçeklerinden biri olan “imtihan” hakikatini, bu âyette, özellikle
zamanımızın pek fazla muhtaç olduğu bir edep ve tevazu dersi içinde buluyoruz.
Âyet-i
kerime, zafer ve başarılardan söz ediyor. Önce, bunların Allah tarafından ihsan
edilmiş bir nimet olduğunu hatırlatıyor, sonra da, tıpkı başa gelen musibetler
gibi, iyiliklerin de birer imtihandan başka birşey olmadığını bildiriyor.
“Attığın
zaman sen atmadın, Allah attı” ifadesinde, İslâm inancının önemli bir esası
özetlenmiştir. Bu ifadenin “attığın zaman” cümlesi kulun fiiline, “Allah attı”
cümlesi de Allah’ın yaratmasına bakar. “Sen atmadın” cümlesinde ise, Allah’ın
yaratmasında her türlü şirk olasılığını kökünden kesip atan bir vurgulama
vardır. Buna göre:
Kul,
fiil ve davranışlarıyla, Allah’a bir duada bulunmuş olur. O fiilin yaratılması
ise bu duanın cevabıdır ve İlâhî kudretin işidir. Şu kadar var ki, Yüce Allah,
fiilleri yaratma işini kulun duası şartına bağlamış, kuluna ihsan edeceği nimet
için bir fiilî dua fiyatı biçmiştir. Başarıya ulaşmak isteyen kişi, çalışıp
çabalamak suretiyle bu fiyatı ödemek zorundadır.
Bu
fiyatın ödenmesinden sonra, yani çalışmanın ardından gelen başarı, âyette “belâ-yı
hasen” şeklinde nitelenmiştir. Tıpkı başa gelen musibetler gibi, bu da bir
belâdır, yani bir sınamadır. Bir farkla ki, bunların birincisinden hiç
hoşlanmayız, ikincisine ise pek düşkünüzdür.
Bu
yönüyle, ikinci tür belânın daha tehlikeli olduğunu da söyleyebiliriz. Çünkü
bir musibet başa geldiğinde, er veya geç, bunun Allah’tan olduğunu söylemek
herkesin aklına gelir. “Belâ-yı hasen”de ise bunu kolay kolay akıl etmeyiz,
akıl etsek de itiraf etmekten hoşlanmayız. Hele böbürlenmenin bir hayat tarzına
dönüştüğü bu reklam çağında nefislerin böyle bir tevazu dersini kabullenmesi
hiç kolay olmuyor. Günlük hayatımızın herhangi bir saatinde her taraftan maruz
kaldığımız reklam ve propagandaların hepsinde de “En büyük biziz, en iyisini
biz yaparız” mesajı açıkça okunmuyor mu?
Daha da vahimi, bu ahlâkın dindarlara, hattâ
hizmet ehline de sirayet etmiş olmasıdır. Çeşitli seviyelerdeki kurumlar ve topluluklar
arasında yaşanan yabanîlik ve rekabetlerin temelinde hep bu böbürlenmeler yatar.
Hangi tarafa dönseniz, “Biz yaptık,” “Bizden büyüğü yok,” “Filan başarının
haklı gururunu yaşıyoruz” türünden iddialarla karşılaşırsınız. Oysa gurur,
Kur’ân’da şeytana yakıştırılan bir sıfattır; onda nasıl bir haklılık
bulunabilir? Büyüklük ise tümüyle Allah’a aittir; başarı da Ondan gelen bir
imtihan olarak nitelenmiş bulunuyor. Kur’ân’ın bu açık tesbitleri ışığında
zamanımızın böbürlenmelerine baktığımızda, “Onlar işlerini parça parça ettiler;
her topluluk kendisininkiyle övünüp durur”[1]
mealindeki âyetin canlı bir tasvirini tam karşımızda görüyoruz. Doğal olarak,
bu böbürlenmeler, toplulukların arasında rekabet ve kıskançlık duygularını da
tetikliyor ki, bu derdin yegâne ilâcını bu âyet-i kerime bize sunuyor:
Bütün
iyilikleri Allah’tan gelen bir imtihan olarak bilmek.
Bu
imtihanın sırrını çözebilmek için, reklam dilini terk ederek Kur’ân’ın dilini
öğrenmemiz ve onunla konuşmamız gerekir.
Zira
bunların ikisi de birbirine tamamen zıt şeyleri bize emrediyor.
Biri
“Atabildiğin kadar yüksekten atacaksın” diyor.
Diğeri
“Atan sen değilsin, sana tevazu yakışır” buyuruyor.
“Belâ-yı
hasen”deki başarımız ise, bu iki emir arasında doğru olanı tercih etmekteki
becerimize bağlı bulunuyor.
Tabii,
o da Allah’tan erişecek bir lütuftan başka birşey değildir.