Mekke fethedileli
henüz bir yıl olmamıştı. Fetih günü Resulullahın Mekkelilere tek bir incitici
söz dahi söylemeksizin “Hepiniz serbestsiniz” diyerek onları evine
göndermesinden sonra insanlar huzur ve güven atmosferi içinde hayatlarına devam
ediyorlardı. Ancak içlerinden biri vardı ki, Allah’ın Resulüne karşı duyduğu
kini içinden atamamış, hattâ onu öldürmeyi bile aklına koymuştu.
Birgün bu niyetle
Kâbe’ye vardı. Resulullah orada, Kâbe’yi tavaf ediyordu. Sinsice yanına
yaklaştı.
İyice yaklaştığı
sırada Resulullah ona döndü, “Sen Fedâle misin?” diye sordu.
O da “Evet,
Fedâle’yim” dedi.
Resulullah “Şu
anda aklından ne geçiriyordun?” dedi.
Fedâle “Hiçbir
şey” diye cevap verdi.
Resulullah
tebessüm etti. Sonra da elini Fedâle’nin göğsüne koydu. Onun için Allah’a dua
etti, kalbinden geçenlerden dolayı onu bağışlamasını istedi.
“O anda kalbim
imanla doldu, derin bir huzur hissettim,” diyordu Fedâle. “Allah’a yemin olsun
ki, elini göğsümden çektiğinde, artık o Allah’ın yarattığı insanlar içinde
benim en çok sevdiğim kişi idi.”
Fedâle’nin
Müslüman oluşu, diğerlerininki gibi bir muhabbet hikâyesinden başka birşey
değildi. Bir dokunuşuyla onun göğsünü sevgiyle dolduran zâtın davetine uyan
herkes kendisini bir muhabbet deryası içinde buluyordu. Onun bir emriyle
insanlar kardeş oluyor, bir sözüyle en kaba ve acımasız âdetlerini terk ediyor,
ondan aldıkları derslerle birer ahlâk ve fazilet kahramanına dönüşüyorlardı. Cafer
b. Ebî Talib’in Necaşî’ye nasıl bir din üzere olduklarını anlatırken söylediği
şu sözler, bu konuda söylenebilecek herşeyi mükemmel şekilde özetliyor:
“Biz cahil, putlara tapan, leş yiyen, çirkin işler yapan, akrabalarla bağlarını koparan, komşuya kötü davranan, kuvvetlinin zayıfı yiyip bitirdiği bir toplum idik. Allah bize soyunu, doğruluğunu, güvenilirliğini ve iffetini bildiğimiz bir elçi gönderinceye kadar bu hal üzere devam ettik. O elçi bizi Allah’a, Onu birlemeye ve Ona kulluğa davet etti. Atalarımızın ve bizim Allah’tan başka taptığımız taş ve putları terk etmeye çağırdı. Doğru sözlü olmayı, emaneti ehline vermeyi, akrabayla ilişkiyi devam ettirmeyi, güzel komşuluk yapmayı, haramlardan ve kan dâvâsı gütmekten kaçınmayı emretti. Çirkin işleri, yalan konuşmayı, yetim malı yemeyi ve iffetli hanımlara iftira atmayı bize yasakladı. Sadece Allah’a kulluk etmemizi ve Ona hiçbir şeyi ortak koşmamamızı istedi.”[1]
Hayatın bütün
gözeneklerine nüfuz eden bu üstün ahlâk, hiç şüphesiz, insanların dillerinde de
eserini gösterecekti ve gösterdi. O kadar ki, kinleri ağzından taşan düşmanlara
karşı söz söylerken dahi, bırakın hakaret ve küfür lâfızlarını, herhangi bir
kaba söz sarf etmeyi bile Allah’ın Resulü hoş görmüyordu. Bir grup Yahudi bir
gün Resulullaha “Es-sâmu aleyke” [Ölüm senin üzerine olsun]” diye hitap edince Resulullah
“Ve aleyküm” diye selâmlarını almış, orada bulunan Hz. Aişe validemiz ise “Ölüm
de, lânet de sizin üzerinize olsun” diyerek ağızlarının payını vermişti.
Resulullah bunu hoş karşılamadı ve “Aişe, çirkinleşme, Allah her işte
yumuşaklığı sever” buyurdu. Aişe validemiz “Onların neler söylediğini duymadın
mı?” deyince “Duydum, ben de ‘Ve aleyküm [Sizin üzerinize olsun]’ dedim.
Onların bizim hakkımızdaki duaları kabul olunmaz, ama bizim onlar hakkındaki
duamız kabul olunur’ buyurdu.[2]
***
Kur’ân ve Sünnetin
insanları tanıştırdığı âlem, standartları çok yüksek bir hayat seviyesini
temsil ediyordu. Rahmet ve adalet temelleri üzerinde yükselen bu hayat
seviyesinde insanlar arasında saygı ve sevgi alınıp verilirdi. Düşmanın da hukukuna
saygı gösterilir, savaş meydanını terk eden düşmanın peşinden gidilmez, ölülere
müsle yapılmaz, esirlere kendi yediklerinden yedirilirdi. Müslümanlara müşrik
kadınları nikâhları altında tutmayı yasaklayan âyet, Müslüman erkeklere müşrik
hanımlarına verdikleri mehri geri istemelerini bildirirken, müşrik erkeklerin hakkını
da ihmal etmiyor ve “Onlar da Müslüman hanımlarından mehirlerini geri
istesinler” diyordu.[3]
Mekke’nin fethinde ise müşrikler bundan çok daha fazlasını gördüler: kendilerine
dokunulmadığı gibi, vaktiyle Müslümanlardan gasp ettikleri mal ve mülkler dahi onlardan
geri alınmadı.
Müslümanların
kendi aralarındaki iman bağı ise, ana-baba bir kardeşliğin de ötesinde bir muhabbet
alışverişi halini almıştı. Sevmek bir yana dursun, sevgiyi dile getirmekteki
gecikmeyi bile Resulullah hoş karşılamıyordu. Bir mü’mini sevdiğini söyleyen
Sahabîye Resulullah “Bunu ona söyledin mi?” diye sormuş, “Hayır” cevabını
alınca “Git ona söyle” buyurmuş, emri alan Sahabî de arkadaşının arkasından
koşup yetişmiş ve sevdiğini ona söylemişti.[4]
Fakat o insanlar
evvelden beri birbirleriyle muhabbet içinde geçinen kimseler değildi. Cafer-i
Tayyar’ın da anlattığı gibi, kuvvetlinin zayıfı yiyip bitirdiği bir toplumdu o
günkü toplum. Lâkin Allah onların kalplerini kaynaştırmış ve bir dokunuşla
onları kardeş yapıvermişti. Onların üzerinde hükmeden, “çok seven ve çok
sevilen” Rablerinin nimetinden ve muhabbetinden başka birşey değildi. Kitabında
inananlara vaad ettiği de yine Onun sonsuz muhabbetiydi. Buna ulaşmanın yolu
ise, dünyanın en çok seven ve sevilen insanına benzemeye çalışmak idi:
“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin.”[5]
***
İlâhî muhabbetin parıltılarıyla
süslenen o mutlu günler bir Asr-ı Saadet idi, belki bir Asr-ı Muhabbet idi.
Daha sonraki asırlarda saltanatla beraber insanların hayatına servet, mevki,
makam ve şöhret gibi unsurlar girdikçe, merhamet ve muhabbet gibi temel
değerler de eski nüfuzunu yitirdi. Hattâ, Kur’ân’ın onca âyeti Allah’ın kimleri
sevip kimleri sevmediğini açıkça
bildirir ve muhabbetullahı mü’min kullara hedef olarak gösterirken, muhabbeti
ulûhiyete yakışmayan bir noksan sıfat olarak görenler ortaya çıktı. Ondan sonra
da “Allah sever mi, Allah sevilir mi?” tartışmaları başladı.
Her ne kadar Ehl-i
Sünnet mezhepleri bu görüşe iltifat etmedilerse de, zaman içinde geliştirilen
yöntemlerle, doğrudan doğruya Kur’ân ve Sünnetin yöntemini takip etmek yerine,
Allah’ı selbî-sübutî sıfatlar gibi birtakım tasniflerle tanıtma yolu tercih
edildi. Lâkin bu tasnifat içinde adalet, rahmet, muhabbet gibi sıfatların yeri
yoktu. Bu yolla Allah’ın ilim, irade ve kudretinin herşeyi kuşattığını, hiçbir
şeyin Ondan gizlenemeyeceğini, hiçbir kuvvetin Ona karşı çıkamayacağını
öğreniyorduk, ama Onun herşeyi kuşatan rahmetinden, kullarını sayısız sevgi
bağlarıyla birbirine bağlayan sonsuz muhabbetinden, her türlü haksızlıktan
sonsuz derecede münezzeh olan adaletinden haberimiz olmuyordu. Gerçi içinde
yaşadığımız âlemde, özellikle anne ve babalar ile evlâtlar arasında sevgi ve
şefkat tezahürleri eksik olmuyordu; ama bunlar ile Yer ve Göklerin Rabbi
arasında doğrudan bir bağ kuracak ve bu gördüklerimizden Ona intikal edecek bir
eğitim almamıştık. Bu bağlantıyı kendi tefekkürümüzle kuracak olsak bile, din
eğitiminin buna doğrudan bir katkısı olmadığı için, şefkat ve muhabbetin dinde hayatî
önemi haiz bir yeri bulunduğu sonucuna varmak ve bunun sonucu olarak bu
kavramları dinî hayatımızın baş köşesine yerleştirmek hemen hemen imkânsız hale
gelmişti.
Bu durumun
vahametini, konuya başka bir açıdan bakarak da tasavvur edebilirsiniz:
Rahmeti herşeyi
kuşatan, bütün anne ve babaları – insandan başka mahlûkat da dahil olmak üzere
– şefkatle donatan, yerden ve gökten sayısız nimetlerini üzerimize yağdırarak
bizi sevdiğini gösteren ve bize sevmeyi öğreten Allah’ın bizi birgün huzuruna
alarak yaptıklarımızın karşılığını vereceğini öğrendiğimiz takdirde Ona
kavuşmak iştiyakını bütün varlığımızda hissetmez miyiz?
Mantığımız bu
soruya evet cevabı verecek olsa da, hislerimiz yapmacık bile olsa bu cevabı
veremiyor. Çünkü biz Allah’ın rahmetini bizim hiçbir zaman erişemeyeceğimiz
mertebelerdeki seçkin kullarına hasredilmiş farz ettiğimiz – veya öyle farz
etmeye alıştırıldığımız – için, Allah’ın huzuruna çıkmayı da, bize en şiddetli
uyarı ve azarlamalarını lâyık gören çatık kaşlı bir hesap görücü tarafından defterimizin
dürülmesi şeklinde anlamaya daha yatkın bulunuyoruz. Bunun sonucu olarak da,
Onun huzurunda bulamadığımız şefkat ve mağfireti Onun çok az sayıdaki seçkin kullarının
aracılığında arıyoruz. Ve bu zannımız, Allah’ın Resulünden gelen “Hiçbiriniz
Allah hakkında hüsnüzan etmeksizin can vermesin”[6]
şeklindeki emir ve müjdeyi işitmemize, işitsek bile ciddîye almamıza engel
teşkil edebiliyor.
Çünkü aldığımız
dinî eğitim ve maruz kaldığımız din kisveli ürkütücü telkinler, Allah’a
kavuşmayı böyle bir tablo içinde bize sunmuyor; şiddet ve cezayı manzaranın tam
ortasına yerleştiriyor, bunu kısmen de olsa dengeleyecek şefkat ve muhabbet
unsurlarını bu manzaraya katmıyor. Sonuç olarak, inanç, bizim dünyamıza
sevgiden yoksun, asık bir çehreyle giriyor. Daha sonra biz de bu şekilde
aldığımız şeyi aynı şekilde, hattâ şiddet unsuru daha da yoğunlaşmış bir
şekilde başkalarına satıyoruz. Ondan sonrasına gelince, onu da en özlü bir
şekilde özetleyen bir mektubu, Özgür ve Bilge dergisini çıkarırken bir hanım
okuyucudan almıştık. Bu okuyucumuz, küçüklüğünde Allah’ın insanları yakacağını
işittikten sonra dehşete kapıldığını anlatıyor ve yanmaktan kurtulmak için
yaptığı planı anlatıyordu: Büyüyünce ilk fırsatta Türkiye’den kaçacak, böylece
Allah onu yakalayamayacaktı! Rahmetli Cem Karaca ise Allah adına uygulanan şiddet
ile Allah’ın mescitlerinde tanışanlar arasındaydı. “İmam tarafından camiden
kovulduğumda yedi yaşındaydım. Geri dönmem yetmiş yılımı aldı” diyordu.
Elinde
Cehennem ateşini tutarak Allah’a çağıran bir zihniyetin insanları ürküterek verdiği
zarardan daha kötüsü, kendileri gibi sevgi ve şefkat yoksunu insanlar
yetiştirerek emsallerini çoğaltmak olmuştur. Ali Özek merhum, Kur’an
kurslarında dayağın önüne geçmek için bir defasında 20-25 kadar kurs hocasını
toplayarak onları ikna etmeye çalıştığını, ama içlerinden bir kısmının “Bu iş
dayaksız yürümez” diye sonuna kadar direndiğini anlatıyor.[7]
Gariptir,
sevgisiz din dilinin en ziyade keskinleştiği zamanlar, din düşmanlarından
ziyade dindarlara yöneldiği zamanlar olmaktadır. Hattâ, Ehl-i Sünneti
savunmanın İslâmı savunmaktan, Ehl-i Sünnet içindeki bir grubu savunmanın da
Ehl-i Sünneti savunmaktan daha popüler bir cihad modeli halini aldığını açıkça
görüyoruz. Bazıları bunu “Allah düşmanlarına düşmanlık” olarak adlandırıyor ve
Allah katında salih amelden ziyade buna ümit bağladığını ilân edebiliyor. Aynı
cahiliyet hamiyeti, bazılarını, İmam Gazalî imzasıyla yayınladıkları kitaplarda
Seyyid Kutub’u anarşist ilân etmeye; Elmalılı, Mehmed Akif, Mevdudî gibi mümtaz
şahsiyetleri Abdullah ibni Sebe’ ve Hasan Sabbah ile aynı kefeye koyarak lânetlemeye,
cemaatine yönelik en masum ve haklı bir eleştiride bulunacak olanları Velid bin
Mugîre’ye benzetmeye sevk edebiliyor. İnternetin, özellikle sosyal medyanın
yaygınlaşmasıyla birlikte bu çirkin dilin de gittikçe sivrileşerek
yaygınlaştığı doğrudur; ancak bunun suçunu internete ve sosyal medyaya yüklemek
doğru değildir. Çünkü bunlar insanları ne çirkinleştirir, ne de güzelleştirir;
sadece insanın içinde olanı ortaya çıkarır ve vurgular, aynı zamanda şu gerçeği
de gösterir ki, insanların ve dâvâların içi boşaldıkça gürültüsü ve kabalığı artmaktadır.
***
Ne
var ki, bu sevgi yoksunluğu, bu kabalık, bu nefret dili hiç kimseyi bugünkünden
daha iyi bir yere götürecek değildir. Eğer ilk Müslümanlar da bugünkü halefleri
gibi davranmış olsaydı, bir sonraki kuşağa bırakacak hiçbir şeyleri
olmayacaktı. İslâm içinde de, haklı sebeplerle bile olsa, nefret ve husumeti
elden bırakmayan gruplar, ümmetin problemlerine çözüm getirmek bir yana dursun,
bizzat problem kaynağı olagelmişlerdir. Mısırlı mütefekkir Ahmed Emin’in,
“Şiîlik hareketi, kin ve düşmanlıklarından ötürü, İslâmı yıkmak isteyen
herkesin sığınağı olmuştur”[8]
şeklindeki tesbiti bu gerçeğin bir şahididir. Eğer ABD’deki zenci hareketi
maruz kaldığı nefrete aynı dille cevap verecek olsaydı, bugün zenciler hâlâ
otobüslerin arka koltuklarında oturmaya devam edeceklerdi. “Karanlık karanlığı
gideremez, bunu ancak ışık yapar” diyor Martin Luther King. “Nefret de nefreti
gideremez, bunu ancak sevgi yapar.”
Bu
evrensel gerçeğe rağmen insanlar, hele düşmanın dahi izzetinefsini kırmaktan
kaçınan bir Peygambere ümmet olan insanlar, nasıl oluyor da yakalarını nefret
ve husumetin elinden bir türlü kurtaramıyorlar?
Amerikalı
yazar Katherine Anne Porter diyor ki: “Sevgi öğrenilmek ister: öğrenilmek,
tekrar tekrar öğrenilmek. Bunun sonu yoktur. Nefret ise öğrenilmek istemez,
yalnız tahrik edilmeyi bekler.”
Bu
ifadeler, aynı zamanda, Müslüman olmanın da çok güzel bir tarifidir. Çünkü
Müslüman olmak demek, herşeyden önce kendini tanımak ve kendisinde görünen
eserleriyle Rabbini tanımak demektir. İşte bu tanıma, hiç bitmeyecek bir
muhabbet macerasının başlangıcıdır.
İnsan
kendi yaratılışına bakar, herşeyden âciz ve habersiz bir varlık olarak dünyaya
gelişini, sonra bir anne-baba şefkatiyle koruma altına alınmış şekilde yetişmiş
olduğunu görür. Sonra başka yavrular ve anne-babalar geçer gözlerinin önünden.
Daha sonra bütün canlılar, bütün yavrular ve anne-babalar geçer gözlerinin
önünden. Kendisini ve dünyayı bir şefkat ve muhabbet deryası içinde bulur. Ve
aklı bir sorunun peşine düşer: Nereden gelir bütün bu şefkatler, muhabbetler?
Sonra
insan yerden fışkıran, gökten yağan nimetleri görür, saymaya kalkar, saymakla
bitiremez. Yalnız bütün bunlarda dünyayı dolduran sayısız varlıkların hepsinin
birden ayrı ayrı ihtiyaçlarının karşılandığını, her biri için her an yeryüzünün
her bir köşesinde sayısız sofraların kurulup kaldırıldığını görür. Ve aklı yine
bir sorunun peşine düşer: Nereden yağar bütün bu nimetler, kim kurup kaldırır
bu sofraları?
Bunlar
gibi nice sorular peş peşe zihnine doluşurken, başka bir şeyin farkına varır
insan:
Aradığı
soruların anahtarı uzaklarda değil, kendisindeymiş!
O
an, insanın içindeki muhabbet pınarını keşfettiği andır. Bu keşiften sonrası
ise, bitip tükenmek bilmeyen ve tadına doyum olmayan bir keşifler yolculuğudur.
Etrafını
çevreleyen her türlü güzellik karşısında, içinden bir sevmek arzusunun
fışkırdığını görür.
O
arzunun peşine düşünce başka güzelliklerle tanışır. İhsanın güzelliğini,
ikramın güzelliğini, affetmenin güzelliğini, adaletin güzelliğini, hikmetin
güzelliğini, merhametin güzelliğini, muhabbetin güzelliğini keşfeder.
Kur’ân
ona “Allah’ın sana ihsan ettiği gibi sen de insanlara ihsan et” der.[9]
O da Rabbinin ihsanına kavuşmaktan aldığı lezzetin yanında, Rabbinin ihsanından
başkalarına ihsanda bulunmak gibi çok daha yüksek bir ihsana erişir ve bununla
Rabbini tanır ve sever.
Kur’ân
ona “Allah’ın da seni affetmesini istemez misin?” diye sorar.[10]
O da Rabbinin bağışlayıcılığını, hem Onun öğrettiği gibi affetmek, hem de Onun
tarafından affolunmak suretiyle öğrenir ve sever.
Allah’ın
Resulü ona bir misal verir: Çölde seyahat ederken uyuyakaldığı yerde devesiyle
beraber herşeyini kaybeden ve hayattan ümidini keserek ölmek üzere kolunun
üzerine başını koyup yattığı bir sırada bütün kaybettiklerini tekrar yanı
başında bulan bir adamın sevincini anlatır ona. Ve der ki: “Bir kul tövbe
ettiği zaman Allah’ın duyduğu sevinç, o adamın devesini bulduğu andaki
sevincinden daha fazladır.”[11]
Bu misalde o, bütün günahlarını yüklenip de dergâhına af için başvuran bir kulu
sadece affetmekle kalmayıp kucağını lütuf ve ikramlarla doldurarak geri
gönderen bir Rabbin affedişindeki güzelliği anlar, sadece anlamakla da kalmaz,
Onun affedişi gibi affetmeyi de öğrenir, sever ve uygular.[12]
Yalnız
bütün bunları doğru bir şekilde okumanın çok önemli bir şartı vardır:
İnsan,
kendisinin sadece bir ayna olduğunu ve kendisinde görünen şeylerde hiçbir
payının bulunmadığını bilmeli ve daima hatırlamalıdır ki, bu bilmek ve
hatırlamak da o aynada görünen bütün güzellikler gibi bir başka güzelliktir,
hattâ bütün o güzellikleri gerçek rengiyle gösteren bir şifredir.
Eğer
insan bu şifreyi çözemez de “Ben ihsan ettim, ben affettim, ben yaptım, ben
başardım” demeye başlarsa, bu gidişin varacağı yer bellidir:
Rabbi
gibi övülmek, Onun gibi şükredilmek, Onun hükmettiği gibi hükmetmek, Onun hesap
sorduğu gibi hesap sormak, Onun gibi hesap sorulmaktan münezzeh olmak gibi
hususlarda, hiçbir zaman ulaşamayacağı bir benzerliğin peşine düşer ve sevginin
yegâne hedefi olur nefisler.
Bugün
ıztırabını çektiğimiz sevgisiz din dili, işte böyle nefislerin eseridir. Böyle
nefislerin bir araya gelmesiyle ortaya çıkan kollektif nefs-i emmâre ise,
çözümü derdin kendisinde aramak suretiyle problemi içinden çıkılmaz hale
getiren ve sevginin de, dinin de önünde en büyük engeli teşkil eden asıl
problemin tâ kendisidir.
-- Açıkdeniz
[1] Müsned, 1:202.
[2] Müslim,
Selâm: 10-12.
[3]
Mümtehine sûresi, 60:10.
[4] Ebû
Dâvud, Edeb: 113.
[5] Âl-i
İmrân sûresi, 3:31.
[6] Müslim, Cennet: 81.
[7] Ramazan
Yıldırım, Medreseden Üniversiteye Ali Özek, s. 152.
[8] Dr. İrfan Abdülhamid, İslâmda İtikadî Mezhepler
ve Akaid Esasları (müt. M. Saim Yeprem), s. 25.
[9] Kasas
sûresi, 28:77.
[10] Nur
sûresi, 24:22.
[11] Müslim,
Tevbe: 3.
[12] Bu konu
daha ayrıntılı bir şekilde “Kalem Yazmak Zorunda” adlı kitabımızın 21.
bölümünde ele alınmıştır.