***
ÜMİT ŞİMŞEK
Ray Bradbury’nin “Yaya” başlıklı hikâyesi, 2131 yılında gece yürüyüşü yaparak başına belâ alan bir adamı anlatır. Hikâyenin kahramanı Leonard Mead bu âdetini yıllardır sürdürmektedir. Bütün halk evlerine çekilmişken, o her akşam çıkar, saatlerce şehir sokaklarında yürür. Fakat bu yürüyüşler mezarlık içinde yürümekten farksızdır; evler bile hayat belirtilerini yitirmiş, mezar taşlarına dönmüştür. Pencerelerin perdelerine, içeriden sadece televizyon ekranlarından ölgün ve titrek bir ışık ile ev halkının hayalet gibi gölgeleri yansımaktadır. Leonard Mead, elleri cebinde yürürken, önünden geçtiği evlerin her birine tek tek döner, “Hey, içeridekiler,” diye yavaşçacık seslenir. “Bu akşam Dördüncü Kanalda ne var? Yedincide, Dokuzuncuda ne var?” O kimsesiz sokaklarda, on yıllık gece yürüyüşleri boyunca, Mead, kendisinden başka tek bir insana bile rastlamamıştır.
Mead’in bu merakı, bir Kasım akşamında şehrin tek polis arabasıyla karşılaşıncaya kadar devam eder. O gece âniden karşısına çıkıp kendisini köşeye sıkıştırıveren polis arabasındaki mekanik ses Mead’i olduğu yerde durdurur ve sorguya çeker. Ne iş yaptığı sorulunca Mead “Yazarım” der; polis arabasından gelen ses “İşsiz” diye notunu alır. Haksız da sayılmaz; çünkü insanlar okumayı terk edip televizyon ekranının ışıkları karşısında ölüler gibi oturmayı âdet edindiklerinden, nice yıldır şehirde kitap ve dergi satılmamakta, dolayısıyla Mead de hiçbir şey yazmamaktadır. Fakat asıl zor soru bundan sonra gelecektir. Polis arabası, Mead’e, “Dışarıda ne yapıyorsunuz?” diye sorar.
“Yürüyorum” der Mead.
“Niçin yürüyorsunuz?” diye sorar polis arabası.
“Hava almak için.”
“Sizin evinizde air-condition yok mu?”
“Var.”
“Peki, evinizde manzara seyretmek için ekranınız yok mu?”
“Var.”
“Bu işi sık sık yapar mısınız?”
“Yıllardır her akşam.”
Derken polis arabasının arka kapısı açılır. Mead’e “Atla içeri” denir. İçerisi demir parmaklıklı seyyar bir nezarethanedir. Mead, çaresiz, girer. Kapı kapanır. Araba hareket eder. Mead “Nereye gidiyoruz?” diye sorar. Şoförsüz arabadaki metalik ses cevap verir:
“İrticaî Eğilimlerle İlgili Psikiyatrik Araştırmalar Merkezine.”
* * *
Yürüyüşten anladığımız şey eğer mekanik bir faaliyetten, bir beden egzersizinden ibaret ise, 2131 yılının insanlarına acımaya hakkımız var demektir; çünkü bu kadarını biz unutmuş sayılmayız. Her birimiz, en azından işyeri ile otopark veya otobüs durağı arasındaki mesafeyi hergün yürüyoruz. Bir kısmımız da bundan daha fazlasını doktor talimatıyla yürümek zorunda kalıyor. Geceleri ise, herhangi bir saatte, televizyondaki dizisine yetişmek için koşuşturan insanları sokaklarda görebiliyoruz. Fakat kendi başına bir faaliyet olarak yürüyüşten söz edecek olursak, o rahmetliyi biz çoktan unuttuk!
Yürüyüşün hayatımızdan çıkmasını pek de yadırgamamak gerekir; bu, medeniyetin kaçınılmaz diyebileceğimiz sonuçlarındandır. Çünkü zamanımızın medeniyet anlayışı, sadece bizim maddî ihtiyaçlarımızla ilgilenir—o da yeni ihtiyaçlar ortaya çıkarıp bize satmak için. Bu medeniyetin sözlüğünde yürüyüş demek, bir yerden bir başka yere gitmek demektir; bu ihtiyacımızı karşılamak üzere bize teknolojinin en son harikalarını peş peşe sunar. Onlardan birine atlayınca istediğimiz yere ulaşırız. Eğer yürüyüş fiziksel egzersiz demekse, onun yerine de evimizde kullanabileceğimiz koşu bantlarını bize verir; hem bu sayede televizyondaki programı da kaçırmamış oluruz. Yürüyüşün maddî yönleri dışındaki anlam ve hazları ise, bütünüyle çağdaş medeniyetimizin algılama sınırı dışındadır. Ne yazık ki, bunlar, artık bizim de algılama sınırlarımızın dışına çıkıyor ve neredeyse hiçbir anlam ifade etmez hale geliyor.
Tarihçe-i Hayat, Barla’daki ikameti sırasında Risale-i Nur Müellifinin, tashih edilecek kitapları yanına alarak iki üç saat uzaktaki dağ başlarına yürüyerek gittiğini, bütün bir günü orada geçirdikten sonra aynı yolu yürüyerek döndüğünü bize anlatır. Halbuki Bediüzzaman’ın kaldığı yer de, o kadar yol teperek gittiği dağ başından çok farklı bir yer değildir. Eğer aradığı birkaç ağaç, yeşillik, dağ ve bağdan ibaretse, bunlar zaten gözü önündedir. Bu bakımdan, yirmi birinci yüzyılın biz uygar insanları, Bediüzzaman’ın hergün onca yolu niçin gidip geldiğini ve yürüyüş sırasında neler yaşadığını anlamakta pek çok zorlanıyoruz. Veya, doğrusunu isterseniz, hiç zorlanmıyoruz; çünkü anlamaya teşebbüs bile etmiyoruz.
Fakat bu sadece bizim değil, bütün dünyanın anlamakta zorlandığı birşeydir dersek, herhalde abartmış olmayız. Yürüyüş üzerine uzun bir makalesi bulunan ünlü düşünür Thoreau, “Bütün hayatım boyunca, yürüyüş sanatının ne olduğunu bilen ya bir, ya iki kişiyle ancak karşılaşmışımdır” diyor. Bunun en başta gelen nedeni de, hiç yürüyüş yapmamak değil, yürüyüş yaparken ruhumuzu başka yerlerde unutmak olsa gerektir. Çünkü biz yürürken cismimiz ormanda, deniz kenarında, güller ve bülbüller arasında olsa bile, aklımız ya dönüşte bizi bekleyen tamamlanmamış işlerde, yahut bilmem kaç bininci tekrarını izleyeceğimiz televizyon saçmalıklarındadır. Oysa bu dünyadan işlerini tamamlamış olarak ayrılan bulunmadığı gibi, ruhumuzu esir eden tuzakların da biteceği yoktur.
Gelin, hiç değilse şu günlerde bütün bunları unutmaya çalışalım; bakarsınız, böylece, unuttuklarımızı hatırlamaya başlarız.
Bahar mevsimi, irticaî eğilimler için tam da uyanma zamanı!
1975 yılında, Hicaz’da Urfa Müftüsü Halil Gönenç, Salih Özcan, Muzaffer Aydın’ın içinde bulunduğu bir hey’et kendisiyle görüştüklerinde, onlara Üstâd hakkında şunları demiştir:
“Bizler bir kitap te’lif ettiğimiz zaman, milyonluk zengin kütüphanelerin ortasında otururuz.. O kitabı çeker bakar, bu kitabı çeker bakarız, öylece bir kitap yazarız. Bu, bizim yaptığımıza te’lif denilmez… Halbuki Bediüzzaman şeyh Said-i Nursi’nin kütüphanesi ise dağ ve derelerdir. İşte hakiki te’lifat onunkine denilir…”
Mufassal Tarihçe-i Hayat – II