Risale-i Nur cemaatlerini, usule ve şûrâ ilkesine riayetsizlik sebebiyle girdikleri çıkmazda yeni maceralar bekliyor.
ÜMİT ŞİMŞEK
– 22 –
Risale-i Nur’un iman hakikatlerini ele alışında görülen ve insanları cezbeden yaklaşım ve üslûp, doğrudan doğruya Kur’ân’a yönelmiş, onun Allah’ı anlatışını, insanı muhatap alarak ona Allah’ın rahmet eserlerini gösterişini, Onun huzuruna ve rahmetine çağırışını çok iyi kavramış ve bu kavrayışını kendi eserine çok güzel yansıtmış bir müellifin üslûbuydu. Eserlerin ilk telif ânından itibaren insanları esrarengiz bir cazibe ile etrafında toplayan bu üslûp, gerçekte, onları doğrudan doğruya Allah’a, Kur’ân’a ve Resulullaha çağırıyordu.
İlk nesiller bu mesajı dosdoğru aldılar ve bir Kur’ân hizmetinde bulunmak üzere Bediüzzaman’ın etrafında toplandılar. Onların gerek hayat hikâyelerine, gerekse Lâhikalarda yer alan mektuplarına baktığımız zaman, Risalelerde âşinâ oldukları Kur’ânî yansımaları gördüklerini ve Kur’ân’ı yaşamak ve yaşatmak gibi bir gayeyle Bediüzzaman’ın etrafında toplandıklarını anlayabiliyoruz.
Ne var ki, insanları İslâmdan ve Kur’ân’dan uzak bir şekilde formatlamak üzere düzenlenmiş laik eğitim politikalarının tesiri yeni nesiller üzerindeki eserini iyice göstermeye başladıktan sonra, insanlar yine Risale-i Nur’un cazibesine kapılarak ona yönelmeye devam etseler de, ondaki bu esrarengiz tesiri bizzat eserin kendisine ait bir güç telâkki ettiler ve onun ötesine geçip de Kur’ân ile tanışmak ihtiyacını ya hissetmediler, ya da onlara öncülük edenler onları bu kaynağa yönlendirmekte yetersiz kaldılar. Netice olarak, gerçekte Kur’ân’a alabildiğine şeffaf bir ayna olarak telif edilmiş bulunan Risale-i Nur – Bediüzzaman’ın tabiriyle – “mukallitlerin hatâsı yüzünden” zamanla ona perde halini aldı ve insanlar onun yansıttığı özellikleri Risale-i Nur’un kendi malı olarak telâkki etmeye başladılar. Ondan sonra da, Risale-i Nur, ölçüsüz övgülerle cemaatlerimizin tek kitabı halini aldı, onun haricindeki kitaplar fiilen yasaklar arasına girdi; Bediüzzaman ise hatâ ve kusurdan münezzeh, kâinatın bütün sırlarına vâkıf ve gayba muttali olan bir insan-üstü varlık muamelesine tâbi tutulur oldu.
Bütün bu gelişmelerin en hazini ise, cemaatin Kur’ân ve Hadise yönelmekten dahi ürkütülmüş olmasıydı! Bu korku halen yaygın şekilde Risale-i Nur talebeleri arasında hüküm sürüyor ve insanlar ellerine bir Kur’ân meâli almaktan sakındırılıyor. Daha da vahîmi, cemaat içinde büyük tanınan bazı insanlar cemaatin önünde “Peygamberimiz zamanında Kur’ân vardı, şimdi Risale-i Nur var” şeklindeki iddiaları kemal-i iftiharla ileri sürebiliyor ve onu orada dinlemekte olan yüzlerce, sosyal medyada takip eden binlerce kişiden bir teki olsun bu cahilâne hezeyan karşısında en küçük bir tepki göstermek ihtiyacını duymuyor, eğer duyan varsa da buna cesaret edemiyor.
Bu yazı serisi boyunca, özellikle 11. bölümden itibaren, Risale-i Nur cemaatlerinde yer etmiş bulunan yanlış ve tehlikeli anlayışlara ve bunların sonuçlarına dikkat çekmeye çalıştık ve bu arada, bütün hatâlara değilse de, bir kısım yanlış telâkki ve uygulamalara işaret ettik. Bütün bu yanlış anlayış ve uygulamaların temelinde yatan bir ana problem vardır, o da Kur’ân’ın ihmal edilmiş olmasıdır. Bu sebepten, halen yaşanmakta olan problemlerin çözümü ve Risale-i Nur hareketinin tekrar başlangıçtaki mecrâsına kavuşması, herşeyden önce Kur’ân ile – ve tabii ondan hiçbir zaman ayrı düşünülemeyecek olan Sünnet ile – ilgili ihmallerin giderilmesine bağlıdır. Bu sebepten, biz de, yazı serimizin son bölümlerinde, Kur’ân ve Sünnetten başlamak üzere, belli başlı alanlarda alınması gerektiğini düşündüğümüz tedbirleri özetlemeye çalışacağız.
***
Risale-i Nur İslâma çağıran güzel sözlü bir davetçidir, ancak İslâmın kendisi değildir. Onun için, İslâm hakkındaki herşeyi Risale-i Nur’dan öğrenemezsiniz. Risale-i Nur dışında yer alan ve bir Müslümanın faydalanması gereken bilgiler ise çok geniş bir alana yayılmıştır; bazılarımızın sandığı gibi sadece ilmihal bilgilerinden ibaret değildir. Ancak bütün bu bilgi kaynaklarının arkasında Kur’ân ve Sünnet vardır ve bu iki temel kaynak her zaman her Müslümanın zihnî arka planında çalışır vaziyette bulunmalıdır. Böylelikle fıkıhçı ahlâktan, tasavvufçu fıkıhtan, din adamı dünyadan, dünya ehli dinden, ilim adamı maneviyattan uzak kalmaz; bütün bunlar ve daha niceleri, yaşadıkları küçük-büyük her maceranın büyük resim içindeki yerini bilirler, hayatlarının her alanında sırat-ı müstakîmi bulur ve korurlar.
Bu durum Risale-i Nur talebeleri için de aynen geçerlidir. Onlar, Risalelerin Kur’ân’dan süzerek kendilerine öğrettiği iman hakikatleriyle, Kur’ân’da hayatın bütün alanlarına nüfuz etmiş şekilde karşılaşırlar. İnsanlara güzel söz söylemeyi, öfkelendiklerinde affetmeyi, yetime sahip çıkmayı, borçluya kolaylık göstermeyi, kusur işlediklerinde tövbe etmeyi, başka hiçbir kaynağın öğretemeyeceği güzellikte ve etkileyici bir şekilde onlara Kur’ân ve Sünnet öğretir. En önemlisi, Kur’ân’a ve onun tefsir-i hakikîsi olan Hadis’e hayatının bütün safhalarında yer ayıran bir Risale-i Nur talebesi, Risale-i Nur’dan da aldığı derslerin yardımıyla, artık Kur’ân ve Sünnetle yaşayan, nefes alıp veren, düşünen, tefekkür eden ve amel eden bir mü’min ferasetine sahip olur. Bu durum böyle devam ettiği müddetçe de hiç kimse onu şaşırtamaz ve onun hayatında hiçbir şey Kur’ân’ın yerini alamaz.
Aslında bu tasvir ettiğimiz manzara, bugün Risale-i Nur cemaatlerinde hakim olan manzara olmalıydı. Yüz yıl öncesinden Kur’ân’a dönüşün reçetesini yazmış ve bilâhare bu reçeteyi bizzat eserinde uygulamış olan bir Üstadın talebelerine ve doğrudan doğruya ilhamını Kur’ân’dan alan bir Külliyatın okuyucularına bu pek yakışırdı. Daire içindeki bilir bilmez kimseler “Meal okuyan şöyle olur, böyle olur” şeklindeki şehir efsaneleriyle halkı Kur’ân’dan soğutup ürkütürken, hiç değilse ilim ehli olanlar insanların Kur’ân’dan istifadelerini arttıracak yöntemler üzerine kafa yormuş olsalardı, Kur’ân-ı Kerim ile münasebetlerimiz bugün çok farklı bir seviyede ve canlılıkta olurdu. Ve bu canlılık sadece Risale cemaatleriyle sınırlı kalmaz, Kur’ân’a doğrudan yönelişin müsbet sonuçlarını onların üzerinde gören ümmet için de güzel bir nümune-i imtisal teşkil ederdi. Bugün hâlâ insanları Kur’ân okumaya yönlendirme konusunda tereddütler yaşayanları, bu yazı serisinin 5. bölümünden başlayıp 10. bölümünün sonuna kadar dikkatli bir şekilde okumaya davet ediyoruz. Bu bölümlerde, Kur’ân-ı Kerim meâli okumanın lüzumuyla beraber, doğru bir şekilde meâl okumanın yolları da gösterilmiş ve dikkat edilmesi gereken bazı önemli esaslar tarif edilmiştir.
***
Bu yazı serisi boyunca dile getirdiğimiz problemlerin hepsi usul meselesidir. Usulde de en ziyade karşılaştığımız problemlerden birisini, hattâ en yaygın olanını, hayır-şer sıralamalarından habersiz davranışlar teşkil ediyor.
Ulema arasında şöyle bir söz meşhur olmuştur: “Akıllı kimse hayır ile şerri birbirinden ayırt edebilen kimse demek değildir. Akıllı kimse, iki hayırdan hangisinin daha hayırlı, iki şerden hangisinin daha şerli olduğunu ayırt edip buna göre davranabilen kimsedir.”
Hayırların ve şerlerin kendi içlerindeki sıralamaya riayet etmemek, hayrı şerre dönüştüren önemli bir hatâdır. İmam Gazalî “Hayır cinsinden olan amellerde sıraya riayet etmemek şer sayılır” der. Sünnetle meşgul olurken farzı ihmal etmek, bu konuda verilebilecek bir örnektir. Bu örneğin pek çok benzeri ise, cemaatlerimizin çoğunda yaşandığı gibi, Risale-i Nur cemaatlerinde de yaşanmakta ve onları hakikî hizmetlerinin özünden uzaklaştıran sebeplerin başında gelmektedir.
***
Siyaset konusundaki farklı görüşlerin ve cemaat genelinde hakim olan tarafgir davranışların çözümsüz bir duruma gelmiş olmasında en büyük etken, konunun öncelikler açısından ele alınmamasıdır diyebiliriz. Zira ortada, “İman hizmeti mi, siyaset mi?” sorusunu her iki şıkkın lehinde cevaplandırmayı mümkün kılacak deliller mevcuttur. 18. bölümde ele alındığı gibi, bir tarafta Üstadın “İman dersi için gelenlere tarafgirlik nazarıyla bakılmaz. Dost, düşman derste fark etmez. Halbuki siyaset tarafgirliği bu mânâyı zedeler, ihlâs kırılır”; “Nur şakirtleri hiç siyasete karışmadılar, hiçbir partiye girmediler”; “Nur mesleğinde mü’minlerin uhuvveti esastır” şeklindeki sarih ifadeleri dururken, diğer tarafta da 1957 seçimlerinde DP lehinde oy kullandığı bilinmekte, hattâ talebelerini bu şekilde oy kullanmaya “hafifçe” teşvik eden bir mektubu da – tartışmalı bir şekilde olsa da – yayınlanmış bulunmaktadır. Bu iki tavır arasında bir tezat bulunduğu aşikârdır: İman hizmeti tam bir tarafsızlık gerektirir; siyaset ise tarafgirliklerin kıyasıya çarpıştığı bir alandır. Herkese eşit şartlar altında iman hizmeti sunmak isteyen kimseye, kendisini tarafgir duruma düşürecek davranışlar yakışmaz; siyasî faaliyette bulunan kimse de tarafsız bir şekilde herkese iman hizmeti sunamaz, sunmaya kalksa bile inandırıcı olmaz. Onun için, her Nur talebesi, burada ister istemez bir tercih yapmak zorundadır ve Risale-i Nur hizmetiyle alâkasını devam ettirdiği müddetçe de bu mecburiyetten kendisini kurtarması mümkün değildir. Hangi yönde olursa olsun bu tercih, hiç şüphesiz, diğer şıkkın ihmal veya terk edilmesini netice verecektir.
Eğer Risale-i Nur hizmeti siyasî bir faaliyet olsaydı, ikinci şıkkı tercih etmek mümkün olabilirdi. Bu takdirde, Risale-i Nur talebeleri, asıl hizmetlerinin siyasî gayelere yönelik bulunduğunu peşin olarak ilân etmiş bulundukları için, ister istemez iman hizmetinin – en azından bir ölçüde – ihmal edilmesini veya bu hizmetin başka cemaatlere havale edilmesini kabul etmiş olacaklardı. Ancak Risale-i Nur hizmetinin baştan başa, hiç katıksız bir şekilde iman hizmetinden ibaret olduğu – veya olması gerektiği – bir gerçektir; onun için de tercihin siyaset değil, iman lehinde yapılması gerektiği açıktır. Görüldüğü gibi, burada bir “evleviyet” söz konusudur ve bu tercihten kaçınmak mümkün değildir.
Biliyoruz, fiilen ister istemez yapılmakta olan bu tercihin kavlen telâffuz edilmesi birçoklarına ters gelecek ve onlar, her zamanki âdetleri üzere, Üstadın yazıp yaptıklarında asla bir tezat olamayacağını haykırmaya devam edeceklerdir. Bu kabil itirazlarla ilgili olarak, daha önce yaptığımız bir hatırlatmayı tekrarlamak isteriz:
Her mü’minin mutlak surette itaatle yükümlü bulunduğu Resulullahın (a.s.m.) hadisleri arasında da birbiriyle teâruz halinde bulunan birçok hadis vardır ve, 18. bölümde hatırlattığımız gibi, bu hadislerle meşgul olan “muhtelifü’l-hadis” adlı bir de hadis ilmi vardır. Fıkıhçılar arasındaki ihtilâfların en önemli kaynağını da, onlardan birinin bu farklı rivayetlerden birini, diğerinin ise daha başkasını tercih etmesi gelmektedir. Hattâ bu farklı görüşler hocalar ile talebeleri arasında bile yaşanır; hiç kimse de kalkıp İmam Muhammed veya Ebu Yusuf için “Onlar İmam-ı Azamdan daha mı iyi biliyor?” diye itiraz etmeyi aklından geçirmez. Bu konuda eski Diyanet İşleri Başkanımız Prof. Dr. Mehmet Görmez’in hatırlattığı şöyle bir örnek de konumuzu tam olarak açıklığa kavuşturacak niteliktedir:
“Sübhaneke” duasının içinde bulunan “ve celle senâüke” ibaresi, Hanefî mezhebine göre, namazlarda okunmaz, ama cenaze namazlarında okunur. Çünkü duanın “ve celle senâüke” ibaresini içeren rivayetinde bir zayıflık söz konusudur ve İmam-ı Azam zayıf rivayete dayanan bir duayı ibadet içine dahil etmekte mahzur görmüş, ama meyyit için bir duadan ibaret olan cenaze namazında ise bunun okunmasında bir sakınca bulmamıştır. Ağzından hak dışında bir söz çıkmayacağı Kur’ân ile taahhüt edilmiş bulunan Âhirzaman Peygamberinin hadisleri bu kadar hassas ölçülerle tasnif edilir ve aralarında tercih yapılırken, onun ümmetinden âlimlerin teâruz halindeki ifade veya davranışlarını tahlil ederek aralarında tercih yapmak hususunda insanları tereddüde itecek düşünce ve davranışların bu âlimlerimizi Resulullahtan daha üstün ve ma’sum bir mevkide görmek anlamını taşıyacağı açıktır.
***
Öncelikler konusunda bir başka örnek: Risale-i Nur Külliyatının ana kitaplarında yer almayıp da sadece bazı talebeleri tarafından neşredilmiş bulunan Sikke-i Tasdik-i Gaybî adlı kitapta, Bediüzzaman’ın çocukluğunda kayıp eşyasını bulmak için Abdülkadir Geylânî’nin ruhaniyetinden yardım istediği anlatılmış ve bu konu ilim ehli arasında yaygın tenkitlerle karşılaşmıştır. Diğer taraftan, Risale-i Nur’un ana kitapları da bu tenkitleri haklı çıkaracak şekilde, en küçük bir şeyi bile doğrudan doğruya Allah’tan istemeyi imanın icabı ve en güzel bir tezahürü olarak gösteren ifadelerle doludur. İşte bunlardan birkaç tanesi:
Tevhid hakikatini dünyevî-uhrevî, büyük-küçük, gizli-açık herşeyin her halini kuşatacak şekilde dile getiren ve insan ruhuna tertemiz Tevhid kokuları saçan bu ifadeler, Kur’ân’ın ve Hadisin son derece net bir şekilde bize anlattığı duâ hakikatinin bir açıklamasından başka nedir? İşte, dua hakikatinin Kur’ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerdeki anlatımı:Dua eden adam bilir ki, birisi var ki onun sesini dinler, derdine derman yetiştirir, ona merhamet eder. Onun kudret eli herşeye yetişir.[1]
Dua ubûdiyetin ruhudur ve hâlis bir imanın neticesidir. Çünkü dua eden adam duasıyla gösteriyor ki:
Bütün kâinata hükmeden birisi var ki, en küçük işlerime ıttılaı var ve bilir. En uzak maksatlarımı yapabilir. Benim her halimi görür, sesimi işitir. Öyle ise, bütün mevcudatın bütün seslerini işitiyor ki, benim sesimi de işitiyor. Bütün o şeyleri O yapıyor ki, en küçük işlerimi de Ondan bekliyorum, Ondan istiyorum.[2]
İkinci kısım, lisanla, kalble dua etmektir. Eli yetişmediği bir kısım metâlibi istemektir. Bunun en mühim ciheti, en güzel gayesi, en tatlı meyvesi şudur ki: Dua eden adam anlar ki, Birisi var, onun hâtırât-ı kalbini işitir, herşeye eli yetişir, herbir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına medet eder.
İşte, ey âciz insan ve ey fakir beşer! Dua gibi hazine-i rahmetin anahtarı ve tükenmez bir kuvvetin medârı olan bir vesileyi elden bırakma. Ona yapış, âlâ-yı illiyyîn-i insaniyete çık, bir sultan gibi bütün kâinatın dualarını kendi duan içine al, bir abd-i küllî ve bir vekil-i umumî gibi “Ancak Senden yardım dileriz” de, kâinatın güzel bir takvimi ol.[3]
Allah birdir. Başka şeylere müracaat edip yorulma. Onlara tezellül edip minnet çekme. Onlara temelluk edip boyun eğme. Onların arkasına düşüp zahmet çekme. Onlardan korkup titreme. Çünkü Sultan-ı Kâinat birdir. Herşeyin anahtarı Onun yanında, herşeyin dizgini Onun elindedir. Herşey Onun emriyle halledilir. Onu bulsan, her matlubunu buldun; hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtuldun.[4]
Ezel-Ebed Sultanı olan Cenâb-ı Hak, saltanatında şeriki olmadığı gibi, icraat-ı rububiyetinde dahi muinlere, şeriklere muhtaç değildir. Emir ve iradesi, havl ve kuvveti olmazsa, hiçbir şey hiçbir şeye müdahale edemez. Doğrudan doğruya herkes Ona müracaat edebilir. Şeriki ve muini olmadığından, o müracaatçı adama “Yasaktır, Onun huzuruna giremezsin” denilmez. . . . İmanı elde eden ruh-u beşer, mânisiz, müdahalesiz, hâilsiz, mümanaatsız, her halinde, her arzusunda, her anda, her yerde o ezel ve ebed ve hazâin-i rahmet maliki ve defâin-i saadet sahibi olan Cemîl-i Zülcelâl, Kadîr-i Zülkemâlin huzuruna girip hâcâtını arz edebilir. Ve rahmetini bulup kudretine istinad ederek kemâl-i ferah ve süruru kazanabilir.[5]
Kullarım senden Beni sorarlarsa, Ben çok yakınım. Bana dua ettiğinde, dua edenin duasına cevap veririm. Onlar da Bana cevap versinler ve Bana iman etsinler ki, doğru yolu bulmuş olsunlar.[6]
Rabbiniz buyurdu ki: Bana dua edin, size cevap vereyim. Bana kulluk etmeyi kibirlerine yediremeyenler ise, hor ve hakir şekilde Cehenneme gireceklerdir.[7]
Allah’ın lütfundan isteyin. Çünkü Allah Kendisinden istenilmesini sever. [8]
Allah’a dua etmeyen kimseye Allah gazap eder.[9]
Sizden birisi hâcetini Allah’tan istesin – hattâ ayakabısının bağı koptuğunda onu bile Allah’tan istesin.[10]
Risale-i Nur’da dua ile ilgili olarak ne anlatılmışsa, hepsinin, yukarıdaki örneklerde de görüldüğü gibi, Kur’ân ve Hadiste karşılığı vardır. Ancak, ölmüş bir zâtın ruhaniyetinden dünyaya ait bir işte yardım istemeyi teşvik veya tecvîz eden bir ifade ne Kur’ân’da, ne Hadiste, ne de Resulullahın ve Hulefâ-i Râşidînin tatbikatında mevcut değildir. Aslında böyle birşey Risale-i Nur’un temel eserlerinde de yoktur; sadece Sikke-i Tasdik-i Gaybî’de bir çocukluk hatırası olarak geçmektedir ve bu eserin neşri de Üstadın tasvibiyle değil, bazı talebelerinin – Üstada muhalif olarak – şahsî tercihiyle gerçekleşmiştir. Burada da bir öncelik konusu ve bir tercih mecburiyeti açıkça karşımıza çıkmaktadır:
Bize en cüz’î, en gizli, en önemsiz bir arzumuzu dahi Allah’tan istemeyi öğreten ve Kur’ân’da, Hadiste ve Risale-i Nur Külliyatının her tarafında karşımıza çıkan açık ve kesin ifadelerini mi öncelememiz gerekir, yoksa bu ifadelerle teâruz halinde bulunan bir çocukluk hatırasını mı?
En cüz’î ve gizli arzulardan dahi Allah Teâlânın haberdar bulunduğunu ve istenecek herşeyi – yine bir fiilî dua anlamına gelen maddi sebeplerine başvurduktan başka – doğrudan doğruya Ondan istemek gerektiğini anlatan ve Risale-i Nur’un her tarafında, kesin ve özendirici bir üslûpla karşımıza çıkan ifadeler sapasağlam bir imanın temel ilkeleridir; bunlar net, açık, inkârı caiz olmayan, her bakımdan savunulabilecek ve mutlaka savunulması gereken ifadelerdir. İnsanların muhtaç oldukları şey de işte bu bahislerdedir. Bunları önceledikten sonra, diğer şıkkı – eğer savunabileceğiniz güçlü deliller bulabiliyorsanız – kabul edebileceğiniz gibi, doğrudan red de edebilirsiniz. Hattâ, kabul etmemenin veya en azından o bahse hiç girmemenin emniyetli bir yol olduğunda hiç şüphe yoktur. Bu konuda hiç tasvip edilmeyecek bir yol varsa, o da, her iki şıkkı birden aynı derecede inanılması gereken birer umde olarak görmek ve ölmüş zatlardan dünya işlerinde yardım istemeyi âdetâ bir iman esası gibi muameleye tâbi tutmaktır. Bu tür tutumların, insanların imanını kurtarmak için telif edilmiş bir külliyatı imanların tahribinde kullanmak anlamına geleceği açıktır ve bu problemi doğuran sebep de “öncelikler” konusunun ihmal edilmiş olmasıdır.
Ebced ve cifir (cefr) ile ilgili olarak da benzer bir durum söz konusudur. Bu konunun hem Risale-i Nur’u eleştirenler, hem de bu eleştirilere karşı cemaatin takındığı tavır açısından problem haline gelmesinin sebebi, her iki tarafın da konuya öncelikler açısından yaklaşmamasıdır.
Bu aşırılıkların bir tarafında, Risale-i Nur’u ebced ve cifir hesaplarına yer verişi sebebiyle tenkit eden bir kısım ilâhiyatçılarımız vardır. Bunların önemli bir kısmı, avâmî bir yaklaşımla ve sırf bu sebepten Risale-i Nur’un bütününü reddetmekte, bu eserlerin ilm-i kelâm alanında hem metod, hem de muhtevâ açısından getirdiği yenilikleri ve toplumda icra ettiği tesiri ise görmemezlikten gelmektedir. Bu konu, Metin Karabaşoğlu’nun Saykal adlı eserinde tam bir yetkinlikle ele alındığı ve ayrıca bu çalışmamızın alanı dışında kaldığı için, tafsilâtını bu esere havale ediyoruz.[11]
Cemaat tarafındaki usulsüzlük de, benzer şekilde, bu bahislere imanî bahislerle eşit değer verilmesi şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Oysa bunlar, yer yer Bediüzzaman’ın da işaret ettiği gibi, geçici bir zaman için söz konusu olmuş bahislerdir; umuma hitaben yayınlanan eserlerde ise esas itibarıyla ya yer verilmemiş, veya diğer bahisleri gölgelememesine itina gösterilerek kitabın arka taraflarında bir yerlerde âdetâ saklanmıştır. Risale-i Nur’un asıl yapısını teşkil eden iman hakikatlerine dair bahisler ise, her zaman olduğu gibi, hattâ her zamankinden de daha şiddetli bir şekilde, bugün insanlığın muhtaç olduğu en temel hakikatleri ihtiva eden bahislerdir. Risale-i Nur talebelerinin gerek okumalarında, gerekse insanlara bu hizmeti sunuşlarında en ziyade önem vermeleri, uzun uzadıya çalışmaları ve ön plana çıkarmaları gereken bu bahisler ihmale uğrarken, onların yanı sıra “Elif sayılır, şedde sayılmaz, iki farkla şuna, tam tamına buna işaret eder” gibi hesap ayrıntılarını evrad okurcasına ve metnin mânâsından ziyade harflerin kendisinden feyiz bekleyerek biteviye tekrarlayıp durmalarını anlamak mümkün değildir. Bu problemin çözümü de, yine hayatın ve dinin bütün alanlarında geçerli bir ilke olan “öncelikler” prensibini uygulamakta ve herşeyi bu ilke ışığında yerli yerine koymakta yatmaktadır. Hiç kimse, Risale-i Nur’un ebced ve cifirle ilgili bahislerini kabul etmemek veya ihmal etmekle dinden çıkmış yahut günaha girmiş olmaz; ama imanî bahislerinden habersiz kalmak, zaten dini şefkat ve muhabbet gibi en temel özelliklerinden soyutlanmış bir şekilde işitmiş bulunan ve bu yüzden dine karşı kayıtsız kalan nice insanlar için çok büyük bir ziyan anlamına gelebilir.
***
Öncelikler konusunu, cemaatlerimizin karşı karşıya bulunduğu problemlerin çözümünde de dikkate almak gerekir. Hangi problem öncelikle ele alınacak, hangi problemin çözümüne öncelik tanınacaksa, bunları öncelemek hem vakit ve emek israfını önler, hem de problemlerin doğru bir şekilde tesbit ve çözümüne vesile olur. İşte bu yüzden, İslâm âleminin bütün problemlerinin çözümü için Bediüzzaman’ın “anahtar” olarak tarif ettiği “şûrâ”[12] ilkesini çözüm çabalarının ilk maddesi olarak düşünmek isabetli olur; bunu takip edecek çözüm yollarının isabetli bir şekilde belirlenmesi de ancak şûrâ ilkesinin öncelikle uygulanmasından sonra mümkün hale gelecektir.
Şûrâ bu dinin en önemli ilkelerinden biridir ve henüz bir avuç Müslümanın var olma mücadelesini verdiği Mekke döneminde inen âyetlerde, mü’minlerin özelliği olarak, namaz ile infak arasında sayılmış, bu âyetin yer aldığı sûreye de “Şûrâ” adı verilmiştir. Mü’minleri mü’min yapan bu özellikleri, aynen âyetin sıraladığı şekilde okuyalım:
Onlar büyük günahlardan ve fuhşiyattan kaçınırlar; öfkelendiklerinde ise kusurları bağışlarlar.
Onlar Rablerinin çağrısına uyarlar ve namazı dosdoğru kılarlar. Aralarındaki işleri ise istişare iledir. Onlara rızık olarak verdiğimiz şeylerden de bağışta bulunurlar.
Onların hakkına tecavüz edildiği zaman hep birlikte yardımlaşarak haklarını alırlar.
Kötülüğün karşılığı, ona denk bir kötülüktür. Fakat kim bağışlar ve barış yolunu seçerse, onun ödülü Allah’a aittir. O ise zalimleri hiç sevmez.[13]
Şûrâ ilkesinin en dikkat çekici uygulaması ise Uhud harbinde gerçekleşmiş ve bunun neticesi olarak Resulullah (a.s.m.) kendi reyini terk ederek çoğunluğun görüşüne uymuş, bundan sonra da savaş yenilgiyle sonuçlanmıştı. Böyle bir durum bizim zamanımızda cereyan etseydi, başımızdakiler “Size uydum da böyle oldu” diyerek kendi hakimiyetini güçlendirmek için bu yenilgiyi bir bahane yapmaz mıydı? Ama Resulullah böyle yapmadığı gibi, bu yenilgi üzerine nazil olan ve son derece önemli dersler içeren âyetler de Resulullahı överek onun bu tavrını onaylamış ve ona, zahiren mağlûbiyetin sebebi olan istişareye devam etmesini emretmiştir:
Allah’tan bir rahmet sayesindedir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer sen kaba ve katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp gitmişlerdi. Onları affet, onlar için istiğfar et ve işlerde/yönetimde onlarla istişare et. Azmettiğinde de yalnız Allah’a dayan. Çünkü Allah Kendisine tevekkül edenleri sever.[14]
Burada özellikle dikkat çekmek istediğimiz iki noktadan birincisi: Hatâlarından dolayı onları affetme ve onlar için istiğfar etme emrinden hemen sonraki emir “Onlarla istişare et” emri olmuştur. Çünkü âyetin “onlar” diyerek bahsettiği insanlar hatâlarını görmüş ve derslerini almış kimselerdir. Kur’ân ve Sünnetin metodu ise cezalandırma değil, düzeltme gayesine yönelik şekilde düzenlenmiştir. Nitekim o insanlar Uhud savaşından sonra bir daha asla yenilgiye uğratılamamıştır. Her halükârda, acı bir mağlûbiyetin arkasından âyetin emrinin onlarla istişareye devam yönünde olması, önemle not edilmelidir.
İkincisi: Hz. Ali’nin (r.a.) rivayet ettiğine göre, âyette geçen “azmettiğin zaman” ifadesiyle neyin kastedildiği Resulullahtan (a.s.m.) sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir:
“Rey ehliyle müşavere etmek, sonra da onlara tâbi olmak.”[15]
Âyetin ve hadisin sarih hükmü ile Resulullahın ve Hulefâ-i Râşidînin sünneti, çok sonraları istibdat dönemlerinde geliştirilen “Yönetici istediğiyle istişare eder, sonra da istişareye dilerse uyar, dilerse uymaz” şeklindeki keyfî görüşleri anlamsız hale getiriyor. İşte bu yüzden, Bediüzzaman’ın Birinci Said dönemindeki bütün mücadelesi, ümmeti istibdat zincirlerinden kurtararak Kur’ân ve Sünnetin emri olan meşveret ve hürriyet-i meşruayı hayatın bütün alanlarında hakim kılmak hedefine yönelmişti. Zira Kur’ân ve Hadisin şûrâ ile ilgili hükmü ortadadır ve hiç şüphesiz hayatın bütün alanlarına şamildir. Bediüzzaman’ın bu uğurdaki canhıraş gayretleri de, geniş dairelerde olduğu kadar, Risale-i Nur hizmetini ve cemaatlerini de hiç şüphesiz içine almaktadır. Risalelerin telif edilmeye henüz başladığı Barla yıllarında Bediüzzaman “Acaba vazifem bitmiş midir; sizi tevkil etsem…” diye talebeleriyle istişare ediyor, aldığı cevap karşısında da “Burhana serfürû ediyorum” diyerek fiilî bir istişare dersi veriyordu.[16] Daha sonra, Emirdağ yıllarında ise Risale-i Nur hizmetini artık cemaatin şahs-ı manevîsine tevdi etmiş ve “Bundan sonra her meselemizde emir, Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsini temsil eden has şakirtlerin ve sizlerindir; benim de şimdi bir reyim var” demişti.[17] Bediüzzaman’ın “Hayatım hayatınla devam edecek” şeklindeki iltifatına mazhar olan merhum Mustafa Sungur ağabeye lâhikalarda geçen haslar, erkânlar, naşirler gibi ünvanların bugünkü karşılığını sorduğumda, “Onların artık hükmü kalmadı, mesele umumiyet kesb etti” cevabını almıştım.[18] Hal-i âlem de bu durumu gösterdiğine, ayrıca zamanımızın iletişim imkânları bütün dünyayı bir meclis hükmüne getirdiğine göre, Risale-i Nur cemaatlerinin sağlıklı bir yapıya kavuşması ve Kur’ân, Sünnet ve Risale-i Nur hizmetinin düsturları doğrultusunda sağlıklı bir şekilde faaliyet gösterebilmesi için, her türlü baskıdan ve baskı şüphesinden uzak, tam bir eşitlik ve serbestlik içinde, ilim ve fikre azamî saygı ile meşveret-i şer’iyenin gerçekleştirilmesi vazgeçilmez bir şarttır; bütün hayatını istibdat ile mücadele ve şûrâ ilkesini hakim kılma gayesine adamış bir allâmenin takipçilerine yaraşan şey de budur.
Bu arada kimsenin hakkını yemiş olmamak için hemen belirtelim ki, bütün eksikliklerine rağmen Risale-i Nur cemaatleri, geneli itibarıyla dinî cemaatlerimiz içinde şûrâ ilkesini en fazla uygulayan cemaatlerdir. Onlar da bunu bir lider etrafında değil, kitap etrafında teşkilâtlanmalarına borçludur. Bu durumun her ne kadar Risale-i Nur cemaatleri içindeki bölünmelerde bir payı olduğu bir gerçekse de, aynı zamanda onların en güçlü taraflarından birini teşkil ettiği de bir başka gerçektir. Zira böylesine çoklu ve çeşitli yapılanmalar, tek bir merkeze bağlı olmadıkları için, hep birlikte kontrol ve manipule edilemezler. Böylelikle, siyasî mücadeleler sırasında Risale-i Nur cemaatlerinden bir kısmı belli bir siyasî mihrakın nüfuzu altına girse bile, daha başkaları böyle bir tesirden uzak kalabilir. Veya bir cemaatin tavanını hakimiyeti altına alan bir haricî tesirin tabanda eseri bile görülmeyebilir. Onun için, bütün Risale-i Nur cemaatlerini tek bir çatı altında toplama teşebbüsleri, hele bir de güçlü otorite ve zayıf istişare eşliğinde ortaya çıkacak olursa bunları ihtiyatla karşılamak icap edecektir.
Şûrâ ilkesinden bahsederken bir noktayı asla gözden uzak tutmamalıyız: Şûrâ, her zaman farklı fikirlerin mevcudiyetini gerektirir. Farklı fikirlerin bulunmadığı veya dile getirilmediği yerde şûrâ da yoktur. Dikkat edildiğinde, Kur’ân ve Sünnetin ahkâmının çoğu zaman farklı içtihadlara yol açacak şekilde, hattâ farklı içtihadları bilkast hedef alarak düzenlendiği açıkça görülecektir. Bu gerçek, en güzel açıklamasını, Bediüzzaman’ın “Cenâb-ı Hak insan nev’ini, binler nevileri sümbül verecek ve hayvânâtın sair binler nevileri kadar tabakat gösterecek bir fıtratta yaratmıştır”[19] şeklindeki sözlerinde bulmuştur. Bu sebepten, bilgiye dayanan samimî fikir farklılıklarını cemaatler için bir pürüz değil, bilâkis zenginlik olarak görmek gerekir.
Risale-i Nur cemaatleri bugüne kadar farklılıklardan çok fazla rahatsız olmadılar; en azından birbirini ifnâ etmeye teşebbüs etmediler. Bunda, Üstad zamanından kalma büyük ağabeylerin büyük rolleri vardı. Ve onlar, Üstadlarının geride halife bırakmadığını ve bu iman hizmetinin hilâfetle yürütülmeyeceğini çok iyi biliyorlar, insanlara da bunu öğretiyorlardı. Ancak bir müddettir, isim değiştirmiş bir halde, “Bediüzzaman’ın halifesi” rolü fiilen devreye sokulmuş görünüyor ve bu oyun, Risale-i Nur talebelerini bir emir-komuta zinciriyle Halifeye bağlama hedefine doğru yol almaya çalışıyor. Risale-i Nur’dan, Bediüzzaman’dan ve onun talebelerinden aldıkları dersle böyle bir oyunu bir günlük mesafeden sezerek ona karşı kesin tavır almaları gereken Nur talebelerinin bir kısmı ise, daha önceki bölümlerde sözünü ettiğimiz “kudsiyet kayması” yüzünden, kendilerine dayatılan “tek adam – mutlak itaat” modeline karşı çıkmaya cesaret edemiyor. Diğer bir kısmı buna karşı çıkmakla cemaat içinde fitne çıkarmış olacaklarından endişe ederek, daha başka bir kısmı da “Nasıl olsa bu oyunu sahneye koyanlar da bir gün sahneden çekilecek” diye kendilerini avutarak muhalefetlerini içlerinde saklamayı tercih ediyorlar. Lâkin bütün bunlar olup biterken, başta Üstad olmak üzere bazı kimselere Allah’ın Resulünden daha üstün bir pâyenin yakıştırılmakta olduğunu kimse fark etmiyor. 12. Bölümde naklettiğimiz bir hadiseyi hatırlayalım:
Resulullah (a.s.m.) bir müfrezeyi sefere çıkarmış, başlarına da bir komutan tayin etmiş, bu komutan ise hatâ ile bir Müslümanı öldürmüştü. Seferden döndüklerinde bu durumu öğrenen Resulullah onları şu sözlerle azarladı:
“Size komutan olarak tayin ettiğim adam benim emrime karşı geldiğinde onu azlederek yerine başka birisini tayin etmekten âciz mi kaldınız?”[20]
“Bu kıssa neyi gösteriyor?” diye soracak olursanız, bugünlerimiz için ders teşkil edecek çok önemli şeyleri gafil kafalara vura vura gösteriyor.
Birincisi: Resulullah gaybı bilmezdi.
İkincisi: Resulullah tayin ettiği adamın yarın ne yapacağını da bilmiyordu.
Üçüncüsü: Bu gerçekten Sahabe de haberdardı ve içlerinden hiçbirisi Resulullaha gaybı bilen birisi gözüyle bakmıyordu.
Dördüncüsü: Başka bir hadiste geçtiği gibi, “İtaat ma’ruftadır”;[21] Allah’a ve/veya Resulüne muhalefet olan yerde hiç kimseye itaat caiz olmaz.
Beşincisi: Resulullah bile tayin etmiş olsa, bir yönetici ma’rufun dışına çıktığında insanlar sadece ona itaat etmemekle kalmazlar, “Bunu Resulullah tayin etmişti” demezler, “Bu Resulullahın emrine muhalif davrandı” derler ve onu değiştirirler.
Şimdi geliniz, bu durumu, bizim cemaatlerimizde hakim olan ve açıkça telâffuz edilen anlayışla mukayese ediniz:
Bediüzzaman birisini bir göreve tayin etmişse, herşeye tayin etmiş demektir ve onun ne yapacağını bilerek tayin etmiştir. Bediüzzaman’ın bütün söyledikleri ve yaptıkları, kıyamete kadar geçerli olacak şeylerdir. Onun tayin ettiği kimseye itaat konusunda ma’ruf sınırlaması yoktur; ne söylediyse haktır ve mutlaka yerine getirilmelidir.
Şimdi düşünmez misiniz, bu inanışta olan bir cemaatin gözünde Allah’ın Resulü mü, yoksa Bediüzzaman mı daha yüksek mevkidedir diye?
Aslında, Bediüzzaman’ın tayin ettiği zat, “Peygamberimiz zamanında Kur’an vardı, şimdi Risale-i Nur var” derken bu sorunun cevabını yoruma ihtiyaç bırakmayacak bir açıklıkla vermişti. Ve onu dinleyen yüzlerce kişiden bir tanesi olsun kalkıp da “Sen ne diyorsun?” diye sormamış, soramamış, yahut sual sormayı gerektirecek bir durum görmemişti.
Şimdi merak etmez misiniz, Risale-i Nur gibi iman ilimlerinde çığır açmış bir külliyatı ve onun etrafında teşekkül eden muazzam bir iman dâvâsını yarınlara bu cemaat mi taşıyacak diye?
Tek adam yönetimlerinin doğurduğu en büyük problemlerinden birisi de mabeyinciler sınıfıdır. İlim, feraset ve fazilet ehli kimseler böyle müstebit adamların yanına yaklaşmak istemedikleri için, onların etrafını maddî-manevî rant avcıları kuşatır ki, bunlar, küfürbazlığa kadar varan üslûp ve davranışlarından da kolayca anlaşılacağı gibi, cemaatin döküntüleri, yahut imalât hatâlarıdır.
Diğer yandan, bu kabil fitnelere, Kaderin Risale-i Nur cemaatlerinden imalât hatâlarını ayıklama operasyonu gözüyle bakmak da düşünülebilir. Lâkin bu şıkkın kabulü halinde mukadder olan bir sorunun cevabını bulabilmek pek o kadar kolay değildir:
Bunlar cemaatin döküntüleri ise cemaat nerede?
İşte burada, Kur’ân ve Sünnetin ihmali, kudsiyet kayması, öncelikler fıkhına riayetsizlik, adam putlaştırma, cehaleti kutsama gibi, bu yazı serisinin başından beri temas ettiğimiz birçok ârızanın bir araya gelerek içinden çıkılmaz bir problemler yumağı teşkil ettiğini görüyoruz. Halifeler ve mabeyinciler bu problemin kendisi değil, neticelerinden bir tanesidir; sağlıklı bir bünyede böyle ârızaların çıkması alışılmış birşey değildir. Bundan yirmi-otuz sene öncesine hayalen gidecek olan bir kimse, birgün bu cemaat içinde Risalelerin Kur’ân ile mukayese edileceğini, ilme savaş açılıp kalem kırma kampanyalarının açılacağını, cemaatin içinden çıkan küfürbaz güruhlarının ağza alınmayacak küfürler eşliğinde birbirine karşı Risale-i Nur’u müdafaa edeceğini tasavvur edebilir miydi?
Yazarın Kalem Yazmak Zorunda: Kur’an ve Sünnet Işığında Risale-i Nur Cemaatlerinin Dünü, Bugünü, Yarını adlı eserinden alınmıştır. Kitabı bütün kitap sitelerinde bulabilirsiniz. İki örnek:
https://www.kitapoba.com/kalem-yazmak-zorunda
https://www.babil.com/kalem-yazmak-zorunda-kitabi-umit-simsek
[1] 24. Mektubun Birinci Zeyli, Dördüncü Nükte: http://erisale.com/#content.tr.2.425
[2] 24. Mektubun Birinci Zeyli, Beşinci Nükte: http://erisale.com/#content.tr.2.426
[3] 23. Söz, 1. Mebhas, 5. Nokta: http://erisale.com/#content.tr.1.427
[4] 20. Mektup, 1. Makam, 2. Kelime: http://erisale.com/#content.tr.2.319
[5] 20. Mektup, 1. Makam, 3. Kelime: http://erisale.com/#content.tr.2.320
[6] Bakara sûresi, 2:186.
[7] Mü’min sûresi, 40:60.
[8] Tirmizî, Daavât: 116; İbni Mâce, Duâ: 1.
[9] Tirmizî, Daavât: 3; İbni Mâce, Dua: 1.
[10] Tirmizî, Daavât: 132, no: 3604-8.
[11] Bkz. Metin Karabaşoğlu (söyleşi: Şener Boztaş), Saykal: Risale-i Nur’a Husumetin Kısa Tarihi (Selis Kitaplar: İstanbul, 2017, s. 195-218.
[12] Bkz. Hutbe-i Şamiye, Altıncı Kelime: http://erisale.com/#content.tr.15.559
[13] Şûrâ sûresi, 42:37-40.
[14] Âl-i İmrân sûresi, 3:159.
[15] İbni Kesir, 3:159 tefsiri.
[16] Bkz. Barla Lâhikası, 1. Mektup http://erisale.com/#content.tr.8.59 ; 212. Mektup http://erisale.com/#content.tr.8.354
[17] Emirdağ Lâihkası: 1, 167. Mektup: http://erisale.com/#content.tr.10.285
[18] Sungur ağabeyin bu tesbitine “Risale-i Nur’un her cümlesinin hükmü kıyamete kadar bâkidir” diye karşı çıkacak olanlar sadece itirazla yetinmeyip haslar, erkânlar ve naşirler dairelerine dahil olan Nur talebelerinin listesini bir zahmet bize versinler, bu arada listeyi kimin tanzim ettiğini belirtmeyi de unutmasınlar ki, biz de zamanımızın bu mühim ve ayrıcalıklı zevâtına karşı hürmette kusur etmeyelim.
[19] 22. Lem’a, 2. İşaret: http://erisale.com/#content.tr.3.284
[20] Ebû Dâvud, Cihad: 87 (no. 2627).
[21] Ayrıntı için 12. bölüme bakınız.
Sitemizde yayınlanan yazılardan ânında haberdar olmak için
bizi Twitter’da takip edebilirsiniz:
Bunlar cemaatin döküntüleri ise cemaat nerede? Bu sorunun cevabını bulduğunuz zaman yazın ki rahatlayalım. Hürriyetin hiç olmadığı farklı düşüncelerin ihanet kabul edildiği ,farklı kitap okumayı bıraktık risalelerin bile çok az bir kısmının tekrar tekrar okunduğu,kayıtsız şartsız teslimiyetin beklendiği bu topluluğun ana unsur olmadığını öğrenelim. Acaba sizin gibi böyle dinin temel referanslarını ölçü alan daha başka var mı? selam ve dua ile
Ümit ağabey, Allah razı olsun.
Hakikaten Nur cemaatlerinin çok ciddi bir şekilde Risale-i Nur’un düsturlarını mihenk alarak muhasabe-i nefis yapmaları icab etmektedir. Siyaset ve siyasilerle münasebetten ticari ilişkilere kadar uyulması gereken düsturlar bir nizamname şeklinde cemaatlerin tabanlarına da ulaşacak şekilde tanzim ve tevzi edilmelidir. Sizin ve Metin Karabaşoğlu ve bir kaç abinin ikazları çok sınırlı bir dairede makes buluyor kanımca maalesef.
Yazınınızın son kısmındaki işaretleri anladım. ilave olarak şunları söyleyebilirim:
Üstadın vekil tayin ettikleri abilerin hepsi hayattayken hiç bir zaman “Üstad bizi vekil tayin etti. bundan böyle cemaatin sevk ve idaresi bizdedir.” gibi mutlak itaati talep eden ifadeleri hiç duymadık. Ancak ne gariptir ki son zamanlarda “mutlak vekil” vurgusu almış başını gidiyor. Bu vurgu insanın aklına türlü şüpheler getirmiyor değil. Bu vurguya istinad ederek insanlar hangi emellere ulaşmaya çalışıyor? Veya ne gizleniyor. Şimdiye kadar böyle bir vurguya şahid olmamışken, şimdilerde bu vugu neden?
Bir başka nokta da bu “mutlak vekil”ci zihniyetin beyanatlarına (isteyerek veya istemeyerek) iştirak eden diğer Nur cemaatleri. Bunlara da değinmişsiniz. İnşallah bu beyanatların altına imza atan diğer cemaatler bir zaman sonra bu yaptıklarının yanlış olduğunun farkına varıp pişman olurlar ve öncelikler sırasını gözeterek “Fitne çıkmasın, Abiyi kırmayalım” gibi sebepler yerine Risale-i Nur’un ve Üstadın düsturlarını öncelerler.
Hürmetlerimi sunarım.
Çok değerli bir yazı. Daha öncekileri gibi. Tarikatçileri metot olarak tenkit ederken, Risale- i Nur cemaati bazı konularda onların da ötesine geçerek şahıs merkezli oldu. Hizmeti kendine dert edinenlerin yazıyı konuları objektif olarak okuması ve kendisini sogulaması lazım. Aksi takdirde, “körler ve sağırlar- birbirlerini ağırlar” durumu gibi kendimiz söyleyip kendimiz dinler hale geleceğiz. En kötü sonuç, böylesine değerli eserlerin bir grubun üzerine kapandığı ve inhisar altına aldığı bir duruma gelmesi olacak. Dünyayı fethettiğini düşündüğümüz hizmetlerin, dünya ölçeğinde gerçek boyutunu görmeye yanaşmayıp, anlatılan hikayeleri yüceltmekle iktifa edildiğinde, sonuç olarak istenilenin yapılmamış olduğu anlaşılacak ancak çok geç olacaktır. Bu minvaldeki yazılarınızın devamının hizmet açısından önemli olduğu aşikar. Allah kaleminize güç versin.
ne zamaki meşveret cemaatini terk ettim, üniversite sonrası. kanatlarımın olduğunu fark ettim. neydi yahu? özgürüm ya özgürüm. hiçbir gestapo tip vakıfların itaatine mecbur değilim.
nakıs kabiliyeti sebebiyle güneşin birkaç rengini ancak yansıtabileni güneşle aynileştirmek, o güneşten başkalarını mahrum etmektir.
“Seslerin en çirkini elbette eşeklerin sesidir.” Lokman suresi
O zaman sesini kes.
Akıllı nur talebesi olmak kolay değil.ümit şimşek kardeş geç bile kaldın bu yazılanlar yıllar evvel olsaydı keşke.neyse vardır bunda da bir hayır.tebrikler
Kendi adıma söylüyorum. Yazarımızın yazıları ve youtube sohbetleri, özeleştiri yapmaya vesile oluyor. Allah razı olsun. Teşekkür ederim.
Bu yazıyı daha önce okudum. Az önce bir kez daha okudum. Sanki ilk defa okuyormuşum hissine kapıldım. Allah razı olsun.