***
Uygunsuz yere park eden yargı mensubunu nazik bir dille uyardığı için bir vatandaşımızın başına gelenler, 2012 yılında Son Devir’de yayınlanan bir yazımızı hatırlattı:
ÜMİT ŞİMŞEK
İnternette paylaşılan, ancak hangi il veya ilçemize ait olduğu anlaşılamayan bir fotoğrafta, Adliye kapısına asılmış bir uyarı levhası şöyle diyor:
“Personelin dikkatine: Adliye personeli, Ağır Ceza bloklarında bulunan personel kapısını kullanacaklardır. Bu kapının dışında giriş yapan Adliye personeline vatandaş muamelesi yapılacaktır.”
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından binlercesinin hergün devlet dairelerinde muhatap olduğu vatandaş muamelesi olağan işlemler cümlesinden olduğu için haberden addedilmiyor. Ama devlet memuru vatandaş muamelesi görecek olursa, işte buna haber diyebilirsiniz.
Eğer bir başka vatandaş olayı kamerayla kaydetmeseydi, gecenin bir vaktinde hamile komşusunu hastahaneye yetiştirmeye çalışan vatandaşa Fatih’te bir polis ordusu tarafından yapılan vatandaş muamelesinden de kimsenin haberi olmayacaktı.
***
Fatih’teki olay kamuoyunda yeteri kadar infial uyandırdı uyandırmasına, fakat yine de Türk polisinin bu konudaki engin tecrübesini yabana atmayalım. Böyle durumlarda uygulama genellikle şöyle cereyan eder:
Polisimiz mağdur vatandaştan atik davranır ve önce kendisi ondan şikâyetçi olur. Sonrasına gelince:
Senaryo yazma, delil ve tanık üretme açısından her iki tarafın imkân ve kabiliyetlerini kıyaslarsanız, hikâyenin sonucunu da az çok tahmin edebilirsiniz.
Nitekim bu olayda da vatandaşımız biraz zorlanacağa benziyor. Zira müştekî vatandaş bir devlet hastanesi ile askerî hastanede de vatandaş muamelesi görmüş ve muayene edilmemiş. Buna karşılık, bir başka hekim, Hipokrat yemini ile vicdanından aldığı güçle, polislere beş gün iş göremez raporu vermiş. Böylelikle, görünüşe aldanmamak gerektiği gerçeği bir kere daha ortaya çıkmış:
Meğer o görüntülerin yerde baygın yatar halde gösterdiği vatandaş, aslında, kimseye fark ettirmeden, üzerine saldıranları hastanelik ediyormuş!
Siz bir vatandaşın çektiği filme mi inanırsınız, yoksa Türk polisi ile Türk hekimine mi?
***
Fakat avcılar bazan av olabildiği gibi, bu memlekette de herkesin vatandaş muamelesi gördüğü bir durum bulunur. Meselâ bir polisimiz yanılıp da bir hakim veya savcıya vatandaş muamelesi yapacak olsa, kendisi vatandaş durumuna düşer.
Bir ilimizde, çevik kuvvet mensubu bir polisimiz bir keresinde yanlışlıkla bir hakimi vatandaş zannetmiş ve kendisine kimlik soracak olmuş, bunun sonucunda yetmişe yakın çevik kuvvet mensubu, bir hafta süreyle adliye koridorlarında süründürülmek suretiyle vatandaş muamelesine tâbi tutulmuştu.
Kıssadan hisse: Herkes vatandaştır; fakat bazıları daha fazla vatandaştır.
***
Vatandaşlığımızın bu durumu, ego ile öfkenin bir araya geldiği anlarda bütün parlaklığıyla ortaya çıkmaktadır. Hakimiyetin gökten yere indirildiği bir ülkede bu durumun çaresini bulabilmek hiç kolay değildir. Göklere karşı kibirlenen bir yapının elemanları, elbette bu kibirden bir pay kapacak ve bunun eserini de kendisinden daha güçsüz olanlar üzerinde her fırsatta gösterecektir. Egolar delinmedikçe, herkes mahlûkıyet sıfatı itibarıyla eşitlenmedikçe, devletin memuruna öfke kontrolu öğretmekle alınacak neticenin, hiçbir zaman vatandaş için güven verici bir seviyeye ulaşmasını bekleyemeyiz. Egosunu kendisinden aşağı birinin tehdidi altında gören kimse öfkesini nereye kadar kontrol edebilir?
Ecdadımız, öfkenin doğuracağı sonuçları çok iyi bildiği gibi, bu sonuçlardan korunmasını da biliyordu. Bu yüzden, memurları bir yana bırakın, hassas görevler ifa eden bir kısım esnafı dahi her seviyedeki öfkeden uzak tutmak için metodlar geliştirmişti.
Meselâ berber adayları imtihan edilirken, fark ettirmeden onu kızdıracak şeyler yapılır ve tepkisi hassasiyetle ölçülürdü. Bu tacizler sırasında en küçük bir öfke belirtisi gösteren kimse ise hayatı boyunca eline bir daha ustura alamazdı.
İmtihanı kaybeden ömür boyu kaybeder, fakat kazanan ömür boyu kazanamazdı. Çünkü berberler, mesleğini icra etme hakkını elde ettikten sonra da her on beş günde bir Kadı tarafından kontrol edilirlerdi. Bu arada berberlerin otuz yaşını bitirmiş, evli, işret âlemlerinden uzak, mazbut ve mütedeyyin kimseler olma mecburiyetini de hatırlatmadan geçmeyelim.
***
Cumhuriyet, işte böyle bir medeniyetin mirası üzerine kuruldu. Eğer redd-i miras etmeseydi, kendisinin de, vatandaşının da medeniyet çarşısındaki mevkii herhalde bugünkünden çok farklı olurdu.
Fakat o bütün kötülükleri selefine yükleyip bütün faziletlerin de kendisiyle başladığı vehmine kapılarak çetin ve uzun bir yolu tercih etti.
Allah uzun ömürler versin, şimdi Cumhuriyetimiz 90’ını aşmış bulunuyor; ama onun memurları, Osmanlının berberler için diktiği çıtayı henüz yakalayabilmiş değil.
Son Devir, Haziran 2012