Darwin taarruzu

ÜMİT ŞİMŞEK

“Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır.”
Fetih Sûresi, 4

PALMERSTON, Avustralya’nın kuzeyindeki bir koyda yer alan bir liman şehriydi. İngilizler bu şehre kendi verdikleri ismi 1911 yılında değiştirdiler ve kendi kültürlerinin övünç kaynağı olan meş’um bir isim verdiler: Darwin.

Fakat Ezelî Sanatkârın bin bir isminin nakış nakış dokun­duğu bir cennet köşesine bu isim yakışmadığı gibi, uğurlu da gelmedi. Bir müddet sonra Japon ordularının ağır bombardı­manı altında kent yerle bir oldu.

İkinci Dünya Savaşından sonra İngilizler Darwin şehrini yeni baştan inşa etmek zorunda kaldılar. Bu iş uzun yıllara ve yoğun emeklere mal oldu. Bu arada, yeni kurulan şehre yeni ve modern bir hükümet konağı yapılıyordu.

Derken, 1954 yılında bir gün, henüz faaliyete geçmemiş olan bina, âni bir gece baskınına uğradı. Bu defa taarruz ha­vadan değil, kimsenin aklından geçmeyen bir yönden gel­mişti:

Son derece etkili kimyasal silâhlarla donatılmış bir ordu, binanın temelinden saldırıya geçerek beton tabanı delip orta­lığı istilâ etti ve pencere pervazlarına varıncaya kadar ne bul­duysa tahrip ettikten sonra çekilip gitti.

Umulmadık bir şekilde, beklenmeyen bir zamanda, kimse­nin ruhu duymadan gerçekleştirilen operasyon sessizce ve başarıyla tamamlanmış ve yılların emeğiyle vücuda gelen Darwin Hükûmet Konağı bir anda harabeye dönmüştü.

İşin bir garip yanı daha vardı: Bu operasyonun bir benzeri, beş sene önce Batı dünyasının bir başka önemli merkezinde aynen tekrarlanmıştı. 1949 yılında Roma’daki Vatikan Sarayı­nın duvarlarını aynı sessizlikle ve aynı silâhlarla delen bu çe­vik kuvvetler, elleriyle koymuş gibi buldukları kütüphaneye doluşmuş ve Hıristiyanlık âleminin çok önemli tarihî evrak­larını ve el yazması orijinal eserleri tahrip ettikten sonra aynı sessizlik içinde kaybolup gitmişlerdi.

Tarihin binlerce yıl gerisinde ise, bu iki vak’aya şaşırtıcı şe­kilde benzeyen bir başka baskın yatıyor: Mısır’da bir muhte­şem saray, muhtemelen aynı yeraltı komandolarının düzen­lediği bir operasyon sonucu, Firavunlardan birinin başına yıkılmıştı.

***

KİM bu yeraltı orduları? Hedeflerini nasıl seçiyorlar? Kime niçin saldırıyorlar ve hangi silâhları kullanıyorlar?

Bu ordular, boyu bir santimi geçmeyen, çoğu anadan doğ­ma kör olan ve halk arasında “beyaz karınca” olarak adlandırılan termitlerden başkası değildir. Kusursuz askerî operas­yonlar, gerçekte, bu hayvancıkların beceri listesinin sonla­rında yer alır. Onların asıl hünerleri ise yıkmakta değil, yapmakta­dır.

Mükemmel bir sosyal hayata sahip olan ve milyonlarca nü­fuslu toplumlarını en küçük bir aksaklığa veya huzursuzluğa meydan vermeden idare eden termitler, gökdelen inşaatların­da insanlara parmak ısırtan uzman yaratıklardır. Avustral­ya’da yaşayan termitlerin inşa ettikleri gökdelenlerin yüksek­liği altı metreyi bulur. Eğer bu termitler insan boyunda yaratıklar olsaydı, onların kurdukları binalar dünyanın en büyük gökdeleninin dört misli yüksekliğe ulaşacak ve 8 kilo­metre çapında bir alanı kaplayacaktı. Fakat bina yüksekliğin­de rekor Afrika termitlerinindir. Bunların gökdelenleri Avustralyalı hemcinslerininkini ikiye katlar ve 13 metreye ulaşır!

Yağmur, fırtına, deprem gibi her türlü felâkete karşı inanıl­maz dayanıklılıkta inşa edilen termit gökdelenlerinin içi ise, milyonlarca nüfusu barındıracak şekilde düzenlenmiş büyük bir şehirden farksızdır. Kral dairesinden çocuk bakım odala­rına, nöbetçi bölmelerinden erzak depolarına kadar herşey inceden inceye düşünülmüş, yerli yerine yerleştirilmiş ve bir­birine sayısız cadde ve sokaklarla bağlanmıştır. Bu muazzam şehrin bir de kazan dairesi vardır: Çürümekte olan bitkilerin yakıt olarak kullanıldığı bu mantar odalarında elde edilen sı­caklık, şehrin her köşesine uzanan kalorifer borularıyla etrafa dağıtılır. Buna benzer borularla şehri bir ağ gibi kaplayan başka bir harikulâde sistem ise, gökdelen çevresinde özel ola­rak açılmış gözeneklerden taze havayı alarak içeriye dağıtan air-condition sistemidir.

Bu maharetlerinin yanı sıra, termitlerin bir de muazzam üreme kapasitesi vardır ki, eğer bu kapasiteyi sonuna kadar kullanacak olsalardı, yeryüzünde termitlere karşı duracak bir kuvvet düşünmek imkânsız hale gelirdi. Çünkü tek bir ter­mit kraliçesi, 50 sene boyunca hergün 36 bin yumurta yapa­cak bir yetenekte yaratılmıştır. Başka bir deyişle, sayısız ter­mit toplumlarından sadece bir tanesindeki tek bir ana termitin elinde, Türkiye nüfusunu on defa cebinden çıkara­cak bir potansiyel vardır.

Termitlerin muharip sınıfları ise, son derece etkili silâhlar ve cephaneyle donatılmış zırhlı birliklerden meydana gelmiş­tir. Bunlar, çenelerine takılmış kesici âletlerle koca kütükleri hızar gibi biçerler. Özel bakterilerin faaliyet gösterdiği bağır­sak sistemleri ise, yedikleri herşeyi öğüten bîr imhâ fırınıdır. Salgıladıkları bir kimyasal madde ile metalleri paslandırıp kesilecek hale getirirler. Bir başka kimyasal silâhla camı eri­tirler, bir başkasıyla betonu delip geçerler. Kısacası, insan medeniyetinin elinde, Saddam’ın B-52 bombardımanına da­yanıklı sığınakları da dahil olmak üzere, bir termit taarruzu­na karşı koyabilecek yapı hemen hemen yok gibidir.

Nedense termitler bu olağanüstü yetenek ve silâhlarını sa­vunma dışında pek seyrek olarak kullanmaktadırlar. Üstelik belli başlı vak’alara bakıldığında, termit taarruzlarının dik­katle seçilmiş hedeflere yöneldiği ve bu hedefleri asla şaşırmadığı görülür. Bütün bu taarruzlar arasında belki de en anlamlısı Darwin Taarruzudur. Çünkü bu taarruzun altında, İlâhî isimlerin renk renk tecellileriyle bezenmiş bir dünya cennetindeki mahlûkat taifelerinin, kendilerini anlamsızlık ve tesadüf oyuncaklığıyla itham ve tezyif eden bir Firavun tasla­ğına verdikleri cevap açıkça okunmaktadır. Öyle bir ismin öyle bir yere yakışmadığını âleme ilân etmek için, o ismin ve­rildiği beldede en yüksek otoriteyi temsil eden bir binayı daha tamamlanmadan harabeye çevirmekten daha güzel bir yol düşünebilir misiniz?

“Rabbinin ordularını Ondan başkası bilemez.”1 İşte termit­ler de o hadsiz ordulardan bir ordudur ki, ne zaman, nasıl ve nereden taarruza geçecekleri bilinmez. Bir gece ansızın gele­bilirler. Geldikleri zaman duvarları yararak, betonları delerek gelirler. Daima bir hedef için gelirler ve o hedefe ulaşmadan geri dönmezler. Çünkü termit orduları, bir Kaid-i Ezelînin kumandası altındadır.

Eğer galaksilerle karıncalara beraber talim yaptıran, her ba­har milyonlarca orduyu yoktan yaratıp erzaklarını, silâhlarını, teçhizat ve mühimmatını herbirine lâyık şekilde veren ve herbirini lâyık oldukları şekilde istihdam edip hedeflerine yönelten o Kumandanı tanıyorsanız, termitlerden hiç kork­mayın. Onlar ve onlarla beraber göklerin ve yerin bütün or­duları sizin dostunuz ve müttefikinizdir. Firavunun sarayını başına yıkan, Hıristiyanlığın devrini doldurmuş muharref evrakını yürürlükten kaldıran, İngilizin küfür kalesini tükürüğüyle harabeye çeviren termit taarruzları, sizin hesabınıza kazanılmış birer zaferdir; onlarla yerden göğe kadar övüne­bilirsiniz. Çünkü termitler İbrahim’lere, Mûsâ’lara, Geylânî’lere, Bediüzzaman’lara sataşmaz; onların bütün hücumu Nemrutlara ve Firavunlaradır.

Âlemlerin Rabbine karşı inkâr ve isyanla efelenmeye kal­kan bir kısım beşerin şımarık suratına bir santimlik kör bir böceğin eliyle ara sıra böyle bir şamar indirmek ise, İlâhî ada­letin bu dünyadaki tecellîlerinden izzetti ve hikmetli bir te­cellîdir.

  1. Müddessir Sûresi, 31.