Osmanlıca ve Risale-i Nur niçin bu kadar önemli?

Sadeleştirme” adı altında Risale- Nur’u hedef alan dehşetli bir suikastin hızını aldığı bir sırada, 2013 Mart’ında Son Devir’de yayınlandığı zaman, bu yazı bazılarını kudurtmuştu. Çok şükür ki, artık bu tür teşebbüsler önlenmiş bulunuyor. Daha da ötesi, o günden bu yana yüz binlerce genç Osmanlıca öğrendi ve bu rakam sürekli olarak yükseliyor. Bununla birlikte, yazıda dile getirmeye çalıştığımız bilimsel gerçekler, gelecek nesilleri tehdidi altında bulunduran tehlikenin vahametini ortaya koyuyor ve Risale-i Nur’un sadece iman kurtarmakla kalmayıp lisanımızı ve ruh sağlığımızı korumakta da yeri doldurulmaz bir hizmet ifa ettiğini gösteriyor.

ÜMİT ŞİMŞEK

İhtiyarlığınızda (eğer yolun başındaysanız, meselâ 60 sene sonra) sağlıklı bir beyin sahibi olup olmayacağınızı şimdiden bilmek mi istiyorsunuz?

Bugün neler okuduğunuzu söyleyin, yazdıklarınızı gösterin, yeter. Bu kadar bilgi, yarım asır sonraki durumunuz hakkında yüzde 85-90 isabet ihtimaliyle teşhis koymak için yetiyor.

David Snowdon tarafından gerçekleştirilen, yirmi yıldan fazla bir zamandır devam eden ve “Rahibe Araştırması” adıyla bilinen uzun soluklu bir çalışma, kişilerin kelime dağarcığı ve cümlelerindeki fikir yoğunluğu ile yaşlılıktaki kavrama yetenekleri arasındaki ilişkiyi inceledi. 75-106 yaş aralığındaki 678 rahibe üzerinde yapılan ve ölümlerinden sonra beyin otopsilerini de içine alan araştırmanın sonuçları arasında en çarpıcı olanı şu:

Gençliğinizde zengin bir kelime dağarcığına sahip iseniz; bir de okuduklarınız, yazdıklarınız ve konuşmalarınız uzun kelimeler ve uzun cümleler içeriyor ve yoğun fikirler taşıyorsa, yaşlanmaktan korkmayın. Çünkü bunama ihtimaliniz hemen hemen hiç yok demektir.

Buna karşılık, kelime dağarcığı sınırlı olan, kolay metinler okuyup bir-iki hecelik kısa ve basit kelimelerle konuşan kimselerin kavrama ve lisan becerileri yaşlılıkta hızla geriliyor ve Alzheimer bunlardan pek çoğunun kaçınılmaz âkıbeti oluyor.

Herkesin bu sonuçtan çıkaracağı bir ders var şüphesiz; araştırmayı yürüten Snowdon da bu hükümden hariç değil. Araştırmanın hikâyesini ayrıntılı bir şekilde anlattığı Aging with Grace adlı kitabında, Snowdon, bu neticeye vardıktan sonra meslektaşlarına şu soruyu sorduğunu naklediyor:

“Peki, çocuklarımız ne olacak?”

***

Bu, belki de David Snowdon’dan önce bizim sormamız gereken soru:

Bizim çocuklarımız ne olacak?

Türkçemizi arıtıp ayıklayarak içine sürükledikleri duruma ve bugün okunacak malzeme olarak ortada dolaşan şeylere bakacak olursak, ne kelime dağarcığı, ne de fikir yoğunluğu açısından çocuklarımızı parlak bir istikbalin beklemediği sonucuna varabiliriz. Bugün yapılan araştırmalar, yaşlı nüfustaki Alzheimer oranında Batıdan çok geri olmadığımızı, asıl vahim tabloların ise bundan yirmi otuz sene sonra çıkacağını gösteriyor. Medya ve eğitim sistemimizin sayesinde lisanımızın da bu tahminlerin gerçekleşmesine yardımcı olacak bir seyir takip ettiğini ayrıca belirtmeye ihtiyaç yok!

Elbette Türkçemiz bu duruma, dilin tabiî gelişmesi içinde kendiliğinden gelmedi. Harf devrimi ve öz Türkçecilikle başlayan ve sonra çeşitli kılıklara bürünerek hiç beklemediğimiz cephelerden bizi vuran bazı operasyonlar lisanımızı bu hale getirdi.

Alfabe değişikliği, bütün bir milleti bir gece içinde cahil duruma getiren ve daha ileri seviyedeki operasyonların tesirini peşin peşin sağlama alan, çok iyi düşünülmüş bir harekât idi. Gerçi öz Türkçeciliğin de bundan geri kalır tarafı yoktu. Çünkü Türkçenin fiil bakımından son derece zengin ve kıvrak, ama mücerret mefhumlar yönünden de bir o kadar yoksul bir yapıya sahip olduğunu, hiç şüphe yok ki, öz Türkçeciler de biliyordu. Ama bu yoksulluk, üzerimizde bir İlâhî lütuftan başka birşey değildi. Bu sayede biz mücerret mefhumlarımızı İslâmdan aldık ve kültürümüzü İslâmî mefhumların üzerine bina ettik. Neticede İslâm bizim ruhumuz, cesedimiz, etimiz, kemiğimiz oldu. Bu süreç içinde, üç dilin zenginlikleriyle yoğurulmuş, Osmanlıca denen harikulâde bir lisana sahip olduk. Ve bu lisanla biz sadece bir edebiyat değil, aynı zamanda bir de medeniyet inşa ettik. Fakat harf devrimi ile sadeleştirme cereyanları bizi yüzyıllar içinde ulaştığımız bir medeniyet seviyesinden aldı ve göz açıp kapayıncaya kadar taş devrine geri götürdü.

***

Dildeki bu çoraklaşmayı gerçekleştiren zihniyet, ne yazık ki, sadece bu operasyonları gerçekleştirenlere has kalmadı. Arkasından, dünün mirasını yarınlara ulaştırma istidadı taşıyan ne varsa, ya çürütülmek, ya da yozlaştırmak suretiyle tesirsiz hale getirilmek istendi. Bu operasyonların da önemli bir kısmında muvaffak olundu. Meselâ Elmalılı merhumun muhtevâsı kadar lisanıyla da harikulâde bir eser mahiyetindeki meşhur tefsiri, bir sadeleştirme furyası ile ortadan kaldırıldı. Artık isteseniz de bu tefsirin orijinalini bulamazsınız; insanlar daha az kelime ve daha az fikir yoğunluğu içinde Elmalılı’yı okuduklarını düşünerek beyinlerini dumura uğratmakla meşgul iken, hangi akıllı yayıncı orijinal Elmalılı tefsirini basmak için onca masrafın altına girer?

Bunun benzeri bir operasyon, bugünlerde Risale-i Nur Külliyatını hedef almış bulunuyor. Lisan bakımından en zengin, fikir bakımından en yoğun, edebî zevk bakımından en mütekâmil bir seviyeyi temsil eden bir şaheser, sığ bir dil ve düşünce dünyasında yetişmiş ellerde bu zenginliğinden ve yoğunluğundan soyutlanarak “sadeleştirilmiş” ve zevksizleştirilmiş şekilde, istikbalin nöroloji kliniklerine müşteri yetiştirmek üzere piyasaya sürülüyor. Bu suretle bir taraftan en muhteşem kültür ve medeniyet ürünlerimiz, diğer taraftan da nesillerimiz tahrip ediliyor. Aynen âyetin haber verdiği gibi:

“Bir iş başına geçtiği zaman, memlekette bozgunculuk yapmaya, ürünleri ve nesilleri helâk etmeye koşar. Allah ise bozgunculuğu sevmez.” (Bakara, 2:205.)

Bu teşebbüslerin İsrail’i İslâm toprakları üzerinde meşru otorite ilân eden yerden kaynaklanması tesadüf müdür sanıyorsunuz?