Özgürlük mücadelesinin rehber ismi Bediüzzaman

28 Şubat döneminde, Bediüzzaman ve Risale-i Nur’un zulüm karşısındaki tavrı ile ilgili olarak Akit gazetesinin Ümit Şimşek ile yaptığı ve 19-26 Temmuz 1998 tarihleri arasında sekiz gün süreyle tam sayfa olarak yayınladığı röportajın sekizinci bölümü. Ramazan Gözübüyük sordu, Ümit Şimşek cevaplandırdı:

– 8 –

Bediüzzaman’ı mutlaka bir hocaefendiden mi öğrenmeliyiz? Yoksa başka şekilde, okuyarak da onu tanıyabilir miyiz?

Bediüzzaman, Emirdağ Lâhikasının sonlarında yer alan, peş peşe yazılmış mektuplarında, kendisini görmeye gelip de göremeden dönenlerin bir kayba uğramadıklarını belirterek, “Risale-i Nur’ları okumak, benimle yüz yüze görüşmekten on defa daha kârlıdır. Herbir risale ile, benimle hakikî bir surette görüşmüş olursunuz” diyor. Tabii ki, onu iyi bilen, yıllarca Risale-i Nur’u tetkik etmiş, hattâ Bediüzzaman’ı tanımış ve onunla bazı hatıralar yaşamış olan ve bir bilgi ve tecrübe birikimine sahip olan kimselerin bu konuda rehberliğini, görüşlerini ve açıklamalarını yabana atmak mümkün değildir. Fakat ölçüyü kaçırmamak suretiyle. Benzetmek gibi olmasın, ama siz bir tefsir okursunuz, istifade edersiniz Kur’ân’ı anlama konusunda. Sizin kendi başınıza açmanız mümkün olmayan pek çok kapıların tefsirde açılmış bulunduğunu görürsünüz. Ama tefsiri esas kabul ettiğinizde, bu sizi çok yanlış yerlere götürebilir. Risale-i Nur’u anlama konusunda da, eğer Risale-i Nur’u esas kabul eder de onu daha iyi bilenlerin açıklamasını buna tabi olarak alırsanız, istifade edersiniz. Ama size yapılan açıklamaları esas kabul edip, daha sonra bunlara Risale-i Nur’dan delil arama yoluna giderseniz, varacağınız yer çok farklı olabilir.

Risale-i Nur’a da Kur’ân’a götüren bir yol olarak bakmamız gerekmiyor mu?

Zaten hedef olarak bunu almanız şarttır. Aksi takdirde Risale-i Nur’u anlayamazsınız.

Kur’ân’ı bir tarafa bırakarak sadece Risale-i Nur okumakla Üstadın yolunu takip etmiş olur muyuz?

Risale-i Nur’un, “Mucizat-ı Kur’âniye Risalesi” adında, bir Yirmi Beşinci Sözü vardır. Kur’ân’ın mucizeliğini anlatan ve bu konuda harikulâde örnekleri önümüze koyan çok geniş bir risaledir bu. Bediüzzaman, burada Kur’ân’dan bazı örnekler sunduktan ve bunları açıkladıktan sonra, “Sairlerini sen kıyas et; kuvvetin varsa istinbat et” der. Buradan da çok açık şekilde şu anlaşılıyor ki, Üstadın bize verdiği, Kur’ân’ı anlama konusunda ufkumuzu açacak nümunelerdir, ölçülerdir, metodlardır. Bu metodlarla kendisini donatmış bir insan, Kur’ân’a yöneldiği zaman, onu daha rahat ve daha geniş bir şekilde anlama ve yaşama imkânına kavuşur. Risale-i Nur sizi Kur’ân’a götürür, Kur’ân ile tanıştırır, size Kur’ân’ın kapısını açar. Kur’ân’ın ölülere okunacak bir kitap olmadığını size gösterir ve ondan mânâ cevherlerini çıkarmanızı sağlayacak bazı ipuçları verir. Siz o ipuçlarını iyice özümsemişseniz, Kur’ân’ı okuduğunuz zaman, daha önceki halinizden çok daha farklı ve geniş bir anlayış ve kavrayışla okuduğunuzu görürsünüz.

Ama, Risale-i Nur’da kalır da Kur’ân’ı dikkate almazsanız, istifadeniz çok sınırlı kalır. Aslında Kur’ân’ı okuma, inceleme ve anlama konusunda ne Risale-i Nur’dan, ne de başkasından izin almaya ihtiyaç da, imkân da yoktur. Çünkü Kur’ân’ın okunması, Âlemlerin Rabbinden gelen bir emirdir. Bu emir, başkalarının onayına bağlı bir dilekçe değildir. Zaten Bediüzzaman, “Kütüb-ü İslâmiye şeffaf olmalı; arkasında Kur’ân’ı göstermeli. Onlara bakanlar Kur’ân’ın ne demek istediğini anlamak için bakmalıdır” derken, kendisini ve talebelerini de bağlayan bir hüküm vermiştir. İnsanın hayat gayesi de bundan başkası değildir. Kur’ân’ı anlamak ve Kur’ân’ı yaşamak. Yahut, “Biz Kur’ân’ı yaşayarak anlamaya çalışırız” diyen Hazret-i Ömer’in izinden gitmek. Özeti budur işin.

Anlaşılan, sadece okuyarak olmuyor.

Eğer olsaydı, bugün bu halde mi olurduk?

Üstad cumhuriyetçi miydi?

Mahkemede bunu kendisi de ifade etmiştir. Yaşlı olan mahkeme reisini istisna tutup, diğerleri daha dünyaya gelmeden önce kendisinin cumhuriyetçi olduğuna dair, karıncaları besleyişini örnek gösterir ve onlara gösterdiği bu ilginin sebebini, karıncaların cumhuriyetçiliği ile açıklar. Fakat onun cumhuriyetçiliği, hürriyetin ve adaletin alabildiğine uygulandığı, meselâ bir Hazret-i Ömer devrinin cumhuriyetidir. Yoksa, kendisinin deyimiyle, “istibdad-ı mutlaka cumhuriyet adını takmak,” bir insanın cumhuriyetçiliği için ölçü teşkil etmez. Hazret-i Ömer devrine baktığımızda, kendisi hutbe okurken cemaatten bir kadının kalkıp ona itiraz ettiğini ve buna karşılık Hazret-i Ömer’in “Bu ümmetin kadınları da Ömer’den daha âlim” diyerek hakkı teslim ettiğini ve sustuğunu görüyoruz. Şimdi bir o anlayışa, bir de zamanımızda cumhuriyet adı verilen çeşitli yönetim biçimlerine bakın. Hattâ yakın zamanlara kadar, meşhur “halk demokrasileri” vardı. Demokrasi yetmiyor, bir de “halk” deyimi ayrıca kullanılıyordu. Tabii bu deyimi kullanmak, ne demokrasi ortaya çıkarıyordu, ne de cumhuriyet.

Demokrat Parti ile ilişkileri nasıldı?

Organik bir yakınlığı yoktu. Onların, milletin hak ve hürriyetlerini koruma konusundaki hizmetlerini fevkalâde takdir ve tebrik etmiş, bizzat reyini de açıkça vermiş ve desteklemiştir.

Açıkça bunu ilân ediyor mu?

Seçim sırasında “Ben çok hastayım” demiş ve sandık başkanından, reyini kullanmak için sandığın kendisine getirilmesini istemiştir. Ancak bunun mümkün olmadığı belirtilince, “Benim reyim ehemmiyetlidir” deyip, bizzat giderek reyini kullanmıştır. Tabii, bu, Cumhuriyet Halk Partisine verilen bir rey değildir. Demokrat Partiyi de doğru hareketlerinde, meselâ İslâmî şeairin tekrar serbest bırakılması ve İslâm ülkelerine karşı tekrar yakınlaşma gibi konularda destekleyen mektupları, lâhikalarda mevcuttur. Yanlışları konusunda da ikazları vardır.

Demokrat Parti meselesini günümüze getirirsek, şimdi çeşitli partiler bu partinin misyonuna sahip çıkıyor ve benzer partiler de çok. En farklı görüneni ise, yeni adıyla Fazilet Partisi… Demokrat Parti, ANAP, DYP—şimdi hangisi ehven-i şer?

Bu çok ayrı ve dağınık bir konudur. Burada insanların birbirinden farklı kanaatlere de ulaşmaları mümkündür. O konulara girip fikir beyan etmek taraftarı değilim.

Üstada göre bakarsak…

Herkes “Üstada göre böyle” diyecektir. Neticede bu siyasettir ve siyaset de çok kaygan, kaypak bir zemindir.

Üstadın istediği vahdet değil mi?

Birlik. Hattâ talebelerine sık sık söylediği şöyle bir söz var: “Benim sizin hizmetinize ihtiyacım yok, sizin tesanüdünüze ihtiyacım var.” Ne var ki, böyle “birlik” gibi bir konuyu gündeme getirdiğinizde, kimse bir başkasının yanında birleşmeye razı olmuyor. Ama bu istenen bir şey mi? Burada çok farklı bir konuya giriyoruz.

Bir defa, meslek ve tarz itibarıyla herkes için birleşmek mümkün olmaz, doğru da olmaz. Ama çalışma alanı ve hizmet metodu farklılıklarını korumakla beraber, iman ehlinin birlik ve dayanışması konusunda Bediüzzaman’ın ürettiği çözümler vardır ki, “Birinci İhlâs Risalesi” adını verdiği Yirminci Lem’ada bunlar geniş şekilde ele alınmıştır. Bunlar arasında, “Dokuz Emir” adlandırdığı çözümleri burada sayalım isterseniz:

  1. Müsbet hareket etmektir. Yani, kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmek. Başka mesleklere husumet yahut başkalarını küçük düşürmek gibi şeyler onun fikrine ve ilmine müdahale etmesin, onlarla meşgul olmasın.
  2. İslâm dairesi içinde, hangi meşrepte olursa olsun, sevgi, kardeşlik ve ittifak sebebi olabilecek pek çok birlik bağı bulunduğunu düşünüp ittifak ederek,
  3. Haklı her meslek sahibinin, “Mesleğim haktır veya daha güzeldir” deme hakkı vardır. Fakat başkasının haksızlığını veya çirkinliğini ima eden “Hak yalnız benim yolumdur, güzel yalnız benim meşrebimdir” demeye hakkı yoktur.
  4. Ehl-i hakla ittifa etmek, tevfik-i İlâhînin bir sebebi ve diyanetteki izzetin bir medarı olduğunu düşünmekle,
  5. Dalâlet ehlinini cemaat şeklindeki hücumlarına karşı ferdî mukavemetin zayıf düştüğünü anlayarak ehl-i hak tarafındaki bir ittifak ile onlara karşı kuvvetli bir şahs-ı manevî çıkarmakla,
  6. Ve hakkı, bâtılın savletinden kurtarmak için,
  7. Nefsini ve enaniyetini,
  8. Ve yanlış düşündüğü izzetini,
  9. Ve ehemmiyetsiz, rekabetkârâne hissiyatını terk etmekle ihlâsı kazanmak.

Bu dokuz madde, Kur’ân’ın mutlak rehberliğinde anlaşan insanlar için, kabulü imkânsız şeyler değildir. Ve uygulandığı takdirde de, birlik diye bir problemimizin kalmayacağını sanıyorum.

Son olarak, Bediüzzaman’ı doğru bir şekilde anlama konusunda neler söyleyebiliriz?

Bediüzzaman Said Nursî’yi anlayabilmek pek kolay bir iş değildir. Herkes onun hayatında kendisinden bir parça bulur. Çeşitli meşreplerden insanlar, onun yaşayışında “İşte bu benim” diyebileceği bir kesitle mutlaka karşılaşır. Fakat bu parçanın ve bu kesitin ait olduğu bütünü tanımlamak, sathî bir nazarla ve alelusul araştırmalarla başarılabilecek bir iş değildir.

Bediüzzaman, dünyanın fırtınalı bir döneminde hayata gözünü açmış, buna bir de kendi hayatının fırtınalarını katmıştır.

Onun hayatı boyunca dünya ve ülke pek çok dönemlerden geçmiştir. Bu dönemlerden hiçbiri memleket için rahat bir dönem olmadığı gibi, bu rahatsızlıklar, Bediüzzaman’ın hayatına katlanarak aksetmiştir.

Bütün bu dönemlerde Bediüzzaman daima aktif, daima cevval, daima çağının önündedir.

Onu, bundan bir asır önce, aydınlarımızın dahi zihinlerinde berraklaşmamış ve birçoğu tarafından ürküntüyle karşılanan “hürriyet” kavramını, Doğu Anadolu’daki Kürt aşiretinin cahil insanlarına anlatırken görürüz.

Aynı Bediüzzaman, cephede bir yandan düşmana kök söktürürken, bir yandan da, gelecek nesillere emsalsiz bir miras olarak bırakacağı tefsiri kurşun yağmuru altında kaleme alan bir gönüllü alay komutanıdır.

Yine aynı Bediüzzaman, yıllar sonra, idamına mutlak gözüyle bakıldığı bir sırada, Afyon Hapishanesinin sobasız ve camı kırık koğuşunda ateşler içinde yatarken, kelâm ilminin “ilim, irade ve kudret” gibi en karmaşık ve ağır meseleleri üzerinde 15. Şuâ gibi bir eseri vücuda getirecektir.

Aynı şahsiyet, bir Rus generali karşısında ayağa kalkmayı İslâmın izzetine yediremediği için hayatını hiçe sayar, idam mangasının önüne çıkar.

Aynı Bediüzzaman, işgal altındaki İstanbul’da İngiliz askerleri tarafından köşe bucak aranırken, “Tükürün İngiliz lâîninin hayâsız yüzüne!” şeklinde yazılar yayınlamaktadır.

Aradan uzun yıllar geçecek, aynı Bediüzzaman, ileri yaşlarında, Anadolu’nun ücra köylerinden birinde dünyadan tecrit edilecektir. Ama onun kalemi yine yazmakta, bu arada Anadolu’ya yayılmış “Nur postacıları,” yönetimin bütün çabalarına ve yıldırmalarına rağmen, elyazısıyla çoğaltılmış 600 bin nüsha “yasak” eseri yurdun her köşesine ânında ulaştırmaktadır.

Buna karşılık, Bediüzzaman, “Şeyh Said isyanı” gibi hareketlerin içinde yoktur. Siyaset sahnesinde yoktur. Ve, çevresinde, herhangi bir emrini hayatı pahasına yerine getirmekten çekinmeyecek bir fedailer ordusu bulunduğu halde, âsâyişi ihlâl edecek bir hareketin içinde yoktur.

Osmanlı İmparatorluğunun yıkılış döneminde başlayıp 27 Mayıs darbesinin arefesine kadar süren ve her safhası dolu dolu yaşanmış bir hayatı anlamanın, hiç şüphesiz, güçlükleri vardır. Bununla beraber, daha önce söylediklerimizi tekrar edecek olursak,

(1) ona daima Kur’ân’ın ve hayatın ışığında bakmak,

(2) geriye değil, ileriye bakarak onun hayatını incelemek

suretiyle, Bediüzzaman’ın daha kolay anlaşılabileceği düşüncesindeyiz. Çünkü bu iki unsur, bütün değişken şartlara rağmen, Bediüzzaman’ın hayatında hiç değişmeyen unsurları teşkil etmiştir. O daima hayatın içinde olmuş, daima Kur’ân’ın ışığında bakmış ve daima ileriye bakmıştır. Bugün dahi, Bediüzzaman’ı incelerken, geçmişteki bir şahsiyetin yaşayışına değil, onun ileriye dönük hedeflerine dikkat etmek gerekecektir. Onun “üç yüz sene sonraki yüksek asra” hitap eden Münazarat’ı telif edişinden bu yana henüz bir asır bile geçmiş değildir!

“İrtica” dedikleri şey bu olsa gerek!

Evet. Üç yüz sene sonrasına uzunan idealler irtica; saç, sakal ve başörtüsüyle devletin organlarını ve bu milletin üniversitelerini meşgul etmek çağdaşlık! Haksızlıkların insanı çıldırtacak raddeye vardığı bir dünyada yaşıyoruz. Ellerindeki “irtica” damgasıyla nereye hücum edeceklerini bilemeyen bir kısım insanlar, çağlar öncesinin firavunlarıyla yarışıyor. Kimden yetki aldıkları bilinmeyen bir küçük insanlar grubuna karşı, çoğunluk hak ve hürriyet mücadelesi veriyor. Bu arada bazıları, Kennedy’nin “Geçmişte timsahın sırtına binmeye kalkanlar, kendilerini timsahın karnında buldular” sözlerini hatırlatırcasına, zalimin gönlünü alma çabasında. İnsanların tutundukları dallar birer birer kırılıyor. Feryatları işiten yok. Mazluma acıyan yok. İnancını yaşamaktan başka suçu olmayan insanlar için, “Bunlar da vatan evlâdı” diyen yok. Birinin başına gelen musibet, “Beni ıskaladı” diye bir başkasını sevindirebiliyor. Ama sıranın kimde olduğunu bilen de yok.

En kötüsü, insanın, çevresine baktığında, “İşte mücadele böyle verilir” diyebileceği bir örnek de yok.

Yoksa, güvenilen ne varsa hepsinin birer birer eriyip gitmesi, asıl güvenilecek kaynağı bize gösteren İlâhî bir takdir olmasın?

“Eğer inanıyorsanız, mutlaka üstün olan sizsiniz.”

Acaba inanıyor muyuz?

“Allah size yardım ederse size üstün gelecek yoktur.”

Acaba yardım edecek mi?

“Siz Allah’a yardım ederseniz, O da size yardım eder.”

Deneyelim mi? Hayır, denenmez. O gerçek, inanılır ve yaşanır. Tıpkı Bediüzzaman’ın yaşadığı gibi. Bugünün insanına nümune teşkil edebilecek en yakın örnek, sanırız, Risale-i Nur Külliyatı Müellifi Bediüzzaman Said Nursî’nin hayatıdır—eğer doğru anlaşılabilirse.

Yolu, metodu, hizmeti, siyaseti ne olursa olsun, hak ve hürriyetlerinin peşinde olan inanç sahiplerinin rahatlıkla örnek alabileceği bir hayattır o. Çünkü o, inanmış bir insanla baş edecek güce kâinatta kimsenin sahip olmadığını bilfiil göstermiştir.

Bize mi, üç yüz sene sonrasının insanlarına mı?

Onu da yaşarsak göreceğiz.

– SON –

***

Bundan önceki bölümler:

http://www.yazarumit.com/o-kuranin-adami/

http://www.yazarumit.com/butun-cozumler-kuranda/

http://www.yazarumit.com/o-haksizlik-karsisinda-hicbir-zaman-susmadi/

http://www.yazarumit.com/furuat-sozu-bir-mugalatadir/

http://www.yazarumit.com/tukurun-zalimlerin-hayasiz-yuzlerine/

http://www.yazarumit.com/bizi-dusman-degil-dostlar-yaraladi/

http://www.yazarumit.com/bediuzzamandan-yamyam-kafasina-sorular/