Üstadla görüşmemin ilki rüyada, biri de maddî âlemde olmak üzerek iki kısım olup, rüyada görüşmem beni maddî görüşmeye hazırladığı ve ikisi birbirini tamamladığı için bence önemli olduğundan, kısaca anlatmakta fayda görüyorum.
1957’nin Aralık ayı. Gayri İslâmi bir hayatın içindeyim. İslâmiyetin fiiliyatına taallûk eden hiçbir bağım kalmamıştı. Bu hayatın sarhoşluğu yüce Allah’ımızı bile düşünmeme fırsat vermediğinden hayallerim ve duygularım gibi, düşüncelerim de maneviyata yabanîleşmiş bir halet-i ruhiyede, günah deryasında girdaplar içinde döne döne korkunç âkıbetlere sürüklenip giden bir kuru yaprak gibiydim.
Bir gece rüyada işret âleminde idim. Yanımızda uzun boylu, nuranî yüzlü, gayet muntazam, kızıl sakallı, koyu yeşil sarıklı, çok ciddi ve her haliyle hürmete lâyık bir adam geldiğini görünce, gayri ihtiyarî ayağa kalktım ve bizi o halde görmesinden utandım. Orada arkadaşlarımın içinden beni çağırdı ve “Evlâdım, bu içkiyi bir daha sakın içme” diye tenbih etti. Ben de, “Peki hocam, içmem” dedim. O zat da döndü ve gitti. Biz, “Tamam, hocayı savdık” der gibisinden devam ettik.
Biraz sonra o zat tekrar yanımıza geldi. Fakat ne geliş! O mülâyim ve şefkatli hali gitmiş, yerini şiddet ve celâl almıştı. Gözlerinden sanki lâvlar saçıyor. Hiddetinden yüzü korkunç bir hal almıştı. Yine o topluluktan yalnız bana muhatap olarak, “Ben sana bunu bir daha içmeyeceksin demedim mi?” deyip enseme bir tokat yapıştırdı. Ben yüzükoyun toprağa gömüldüm. Nefesim kesildi. Nefes alamıyor, boğuluyordum. Uğraştım, bir türlü kurtulamadım. Büyük yemin ederek, “İçmeyeceğim” diye bağırarak uyandım. Fakat tokatın yeri çok şiddetli ağrıyordu. Tam bir hafta o tokadın yeri ağrıdı. Âdeta parmaklarının izini ensemde hissediyordum. Ömrümde ilk defa böyle bir tokatın en hak ettiğim zamanda gelmesi ve hayatımın dönüm noktası olması tesadüf gibi bahanelerle izah edilemezdi.
Risale-i Nur’u rüyada öğrendim
O tokatın şevkiyle Müslümanlığa ait meseleleri sormaya başladım. Bu sormalar esnasında Risale-i Nur’a ulaştım. Fakat Risaleleri pek anlamıyordum. Risaleleri okuduğum gece rüyamda, nur yüzlü, sarıklı, cübbeli mübarek bir zat, elinde tarif edemeyeceğim bir ışık, elimden tutup zifiri karanlıklardan bilmediğim ve görmediğim yerleri hem gezdirip, hem de risalelerden anlamadığım yerleri izah ediyordu. Bu hal fasılasız iki ay kadar devam etti. Ben risaleleri anlamaya başlayınca o zatı daha göremedim.
Nur’lara kavuşmamdan yedi-sekiz ay sonra Bafralı Muammer Şenel Ağabeyle Isparta’ya Üstadı görmeye gittik. Galiba Nur boya ticaret diye bir dükkâna uğradık. “Üstadı ziyarete geldik” dedik mi hatırlamıyorum. Orada oturanlardan birisi, “Gazi Yiğitbaş ile iki mebus, Üstadı ziyarete geldiler. Üstad çok hasta olduğundan görüşmeyi kabul etmedi. Şimdi geri döndüler” dedi.
O zaman, “Bütün ümitlerim boşa çıktı” diye çok üzüldüm. Karamsar düşüncelere daldım. “Koca iktidar partisinden üç mebus geldi, Üstad kabul etmedi de, benim adım yok, sanım yok, makamım yok, kim tanır, kim inanır, nesin, necisin?” diye düşünürken beş dakika geçti geçmedi, on dokuz-yirmi yaşlarında bir genç kapıya geldi. Bize hitaben, “Üstad sizi bekliyor” dedi. Ve yürümeye başladı. Biz de apar topar kalkıp peşine düştük. Bir bahçe kapısı önüne gelince, kapı açıldı. Bayram Yüksel Ağabey –Samsun’dan tanıyordum — göründü. Bizi kapıdan içeri alıp, “Maşaallah, sizi tebrik ederim. Üstad sizi kabul etti” diye bizimle musafaha edip, iki katlı ahşap evin ikinci katına, Üstadın yanına çıkardı. Üstad karyolanın üzerine oturmuş, başında ceviz yeşili bir sarık, sırtında cübbesi, içinde yakasız beyaz bir gömlek, her halde hastalığından olacak, sırtında yorgan, oturuyordu.
Üstadın şahsını görünce, kendisine bir yakınlık hissettim. Daha evvel sanki çok görmüşüm gibi geldi bana, ama nerede, bir türlü çıkaramıyordum. Halbuki daha önce resmini dahi görmemiştim. Fakat bunları şuurlu bir şekilde düşünemiyor, sadece farkında olmadan hissediyordum. Meğer iki ay, her gece rüyamda bana ders veren, Üstadmış. Aynı kılık, aynı kıyafet, aynı halde karşımda duruyordu. Bunu epey sonra anladım.
Seni her sabah burada görüyorum
Bu halette yanına yaklaştım. Daha evvel elini öptürmediğini duymuş, “Ne olursa olsun, öpeceğim” diye niyetlenmiştim. Eline uzandım, baktım, elini öpmeme müsaade etti. Ben de, “Elhamdülillah, niyetim oldu” gibisinden bir kenara çekilip oturmak istedim. Üstad, “Gel kardaşım” dedi ve beni alnımdan öperek kucakladı, yanı başını göstererek, “Buraya otur”’ diye, adeta emretti. . . . Üstad yatağın içinde iki dizinin üzerine gelerek, dikilip pürüzlü bir sesle konuşmaya başladı. “Daha evvel sen buraya hiç geldin mi?” dedi. Ben de “Hayır Üstadım, hiç gelmedim” dedim.
“Fesubhanallah, fesubhanallah” diye hayretini ifade ederken, elini yükseklerde gezdirerek yüzlerce dönüm meydanı içine alacak bir daireyi çizer gibi gösterirken “Seni her zaman sabah derslerinde burada görüyorum” dedi. Üstad bunları söylerken, çok büyük bir meclisin daire hudutlarını görüyor gibi, yüz hatları, gözleri çok duygulu, kol hareketleri sert ve gergin, işaret parmağı bir oku andırıyordu.
“Seni otuz senelik talebelerimle birlikte talebeliğe kabul ettim. Abdülmecid, Abdurrahman ve Ahmed Hamdi Savlı’larla duamda dahilsin. Samsun’daki kardeşlere benden çok selâm söyle, ben Samsun’u ikinci bir Isparta olarak kabul ediyorum” dedi. Kendisinin bedeline Karadeniz ve havalisini gezmenin hizmet bakımından iyi olacağını, benim halimin de buna müsait olduğunu tavsiye etmesiyle, gayrete gelerek kasaba kasaba dolaştım. Gittiğim yerlerde, kabiliyetimin fevkinde İslâmi meselelerle açıklık getiriyor, konuştukça mantıki deliller bulmakta kolaylık görüyor, sabahlara kadar benden çok daha kabiliyetli cemaatleri dinlettiriyordum. Ayrıca bu dini hizmetlere vesile olmak, başımın şiddetli ağrıması, iki kişiyle konuşmaktan aczimi hissettirir bir halden sonra olması, gezmenin benim bedelime olmadığına bana kat’i kanaat verdi. Hattâ bu halin o kadar tekrarını yaşadım ki, hizmetten evvel başka, hizmetten sonra tamamen başka bir hal alır oldum. Ne zaman sıkıntıya maruz kalsam, iyi bir hizmete vesile olacağımı şüphe götürmez bir sürette hissediyordum.
— Merhum Hamdi Sağlamer ağabeyin hatıralarının geri kalan kısmı, Son Şahitler dizisinin dördüncü kitabında.