ÜMİT ŞİMŞEK
HER ZAMANKİ yolundan iskeleye doğru yürüyordu Cem. Hava serin ve rüzgârlıydı. Hattâ biraz fazla rüzgârlıydı. Bir sonbahar sabahı için olağan dışı sayılmazdı. Yakalarını kaldırdı. Ellerini cebine sokup adımlarını hızlandırdı. Yol boyunca yapraklar, kâğıtlar, çöpler uçuşuyor; ağaçlar bir o yana, bir bu yana eğilip duruyordu.
Esen rüzgâr yaprakların ecellerini çabuklaştırır gibiydi. Kendi hallerine bırakılsa belki bir iki gün daha dallarda sallanıp duracaktı yapraklar; ama rüzgâr onları birer birer dallarından söküyor, önüne katıp savuruyordu.
“Kim dedin?”
“Rüzgâr.”
“Kim?”
“Rüzgâr.”
“Rüzgâr da kim?”
İçindeki Uzaylı yeni bir varlık keşfetmişe benziyordu.
Dünyalı Cem, Uzaylının işaretini aldıktan sonra etrafa bir daha bakındı. Savrulanları, sürüklenenleri inceledi. Bütün bunları yapanı görmeye çalıştı.
“Hiç,” dedi. “Hiçbir şey.”
“Ama adı var.”
“Adı var, kendisi yok.”
Olmayan şey, Cem’e karşı tam cepheden harekete geçmiş, yüzüne yüzüne vuruyordu.
“Olsun,” dedi Cem. “Rüzgâr diye birşey yok.”
“Ama birşeyler olmalı.”
“Hava var sadece. Bildiğimiz hava. O kadar.”
***
Ekvator yakınlarında bir yerde buldu kendisini Cem. Okyanusun üzerinde dolaşıp duran bir hava akımının ortasındaydı.
Önceleri tatlı tatlı esen bir rüzgâr kılığındaydı hava. Sıcaktan bunalmış olanlar için bir ferah, bir soluklanış demekti o esinti.
Bir ara, ortalık fazlaca ısınmaya başladı. Havanın ısınması, suyun da ısınması anlamına geliyordu. Isınan suyun ise yapacağı birşey vardı: buharlaşmak.
Isınan su zerreleri birer birer uçtu. Buharlaşan su zerreleri havaya karıştı.
Cem, tam denizin yüzeyinde bir yerlerden seyrediyordu olup bitenleri. Dört bir tarafında peş peşe zerreler havalanıyordu. Her yer, göz alabildiğine paraşüt birlikleriyle doluydu. Yalnız, çıkarma yere değil, havaya doğru cereyan ediyordu. Ardı, arkası kesilmek bilmiyordu paraşütlerin.
Milyar kere milyar kere milyarlarca su zerresi böylece kanatlandı, peş peşe dalgalar halinde yükseldi, yükseldi. Bir yandan sıcaklık, diğer yandan aşağıdaki hava akımları, onları uçurdukça uçuruyordu.
Bu arada rüzgâr şiddetini de, huyunu da çoktan değiştirmişti. Artık tatlı tatlı esen meltemler yoktu denizin üzerinde. O bildiğimiz hava, kılığını değiştirmiş, delicesine bir coşkuya bürünmüştü. Artık her taraftan esiyor, her yöne doğru esiyor, estikçe hızlanıyor, hızlandıkça coşuyordu. Önünde durabilecek, hızını kesebilecek hiçbir şey yoktu.
Uzunca bir süre rüzgârlar çarpıştı okyanusun üzerinde. Aksi yönlerden hücuma geçen hava zerreleri kafa kafaya tokuştular.
Bu arada buharlar yukarılarda yoğunlaşıp yağmur bulutları oldular.
Yoğunlaşırken, ısılarından soyunup, onları havaya emanet ettiler.
Hava ısındı, genişledi, yayıldı. Böylece, aşağıdan yükselen yeni buhar ordularına yer açıldı.
Yukarılarda bunlar olup biterken, aşağılarda da rüzgârların çarpışması büyük ölçüde bir güç birliğine dönüşmüştü. Artık her yönden gelişigüzel esen rüzgârlar yerine, bir ortak nokta etrafında dönen dev bir girdap vardı denizin üzerinde. Girdap döndükçe hızlanıyor, hızlandıkça daha fazla buhar emiyor, emdikçe bulutları besliyor, bulutlar büyüdükçe rüzgâr da şiddetini arttırıyordu.
Girdap, bir yandan da hareket halindeydi. Döne döne ilerlerken, ortasındaki deliğe doğru kabaran ve metrelerce yüksekliğe erişen dev dalgaları da beraberinde sürüklüyordu. Bir halı üzerine yapışarak hareket eden güçlü bir elektrikli süpürge hortumundan farksızdı girdap—yalnız, halı niyetine okyanusları kabartıyordu!
Birer birer yükselen mütevazi buhar zerrelerinden, gökte heybetli dağlar kuruldu. Bunlar, yüzlerce kilometre çapında bir alanı kaplayan ve 15 kilometre yukarılara kadar uzanan dağlardı.
Heybetli dağları, mütevazi hava zerreleri omuzladı. Birliğin ne demek olduğunu, hayatında ilk defa o gün gördü Cem. Zerrelerden, sadece zerrelerden, görünmeyen zerrelerden ibaretti bütün âlem. Onların her biri , tek tek ele alındığında “var” bile denemeyecek kadar hafif, zayıf, çelimsiz birşeydi. Fakat hiçbiri durmak bilmiyordu. Ve el ele tutuşup, saf saf olup geliyorlardı denizlerin, karaların üzerine. O zerrelerden her birinin hem kendi etrafında bir dönüşü vardı, hem de saflar halinde, gökyüzündeki o dev girdabın merkezi etrafında. Bir adım geri kalan da yoktu, bir adım öne geçen de. Hep birlikte dönüyor, hep birlikte hızlanıyor, hep birlikte güçleniyorlardı. Göklerin talimli ordularından bir ordunun muhteşem bir manevrasıydı Cem’in gözleri önünde uzayıp giden.
***
Dakikalar, saatler derken, iki gün böylece geçti. İki gün boyunca hava, kılığın birini çıkardı, diğerine girdi. Şiddetlenmeye başladığında, bir fırtına topluluğu halindeydi. Sonra tropikal bir depresyona dönüştü. Bu arada hızı saatte altmış kilometreyi bulmuştu. Fakat burada da durmadı, tropikal fırtına halini aldı; yine hızlanmaya devam etti. Saatte yüz yirmi kilometreye eriştiğinde, onun adı kasırga idi!
Çelimsiz hava zerresinin coşkusu saatte iki yüz kilometre sınırına dayandığı zaman, sinesinde yüzlerce trilyon beygir gücüne denk bir enerji taşıyordu. Bu gücün onda birinden daha da az bir kısmı bütün dünyanın enerji ihtiyacını yıllarca karşılayabilirdi. Başka bir deyişle, her on saniyede bir atom bombasının gücü açığa çıkıyordu saf saf olmuş görünmez zerrelerin elinde.
Kasırga kılığına bürünmüş hava ve su zerreleri sahile ulaştıklarında, boyu sekiz metreyi, uzunluğu yüz kilometreyi aşan dalgaları de beraberlerinde getirmişlerdi. O sırada kıyılarda bulunan hiçbir şeyin bu dalgalardan kurtulmasına imkân yoktu. Birbiri ardınca tokatlar şakladı karaların yüzünde. Dalgaların eksik bıraktığını gökten inenler tamamladı. Yerden ve gökten seller boşandı. Caddeler, sokaklar, birer nehir yatağına döndü. Su zerrelerinin denizden ve havadan saldırısına karşı insanların yapabileceği tek şey, saldırıyı önceden haber alıp kaçmaktan ibaretti! Çünkü insan uygarlığının elinde, zerreye karşı koyabilecek bir güç yoktu.
***
Hava zerrelerinin saldırısı ise daha da amansızdı.
Bir hava zerresinin içinde uçarken, önünde hiçbir engelin bulunmadığını fark etti Cem. Karşısına çıkan ilk binanın içine dalmak için yapacağı şey, bir dokunuştan ibaretti, o kadar. Camlar tuzla buz oldu, kasırganın öncü kolları evin içine doluştu.
Oturma odasıyla mutfağı şöyle bir dolaşıp raflarda ne varsa yere indirdikten sonra, Cem ve beraberindekiler, evin karşı duvarından çıkıp gittiler. Onlar çıktıktan sonra, evden geride kalan, üç duvar ile bir çatıdan ve içindeki kırık dökük eşyalardan ibaretti.
Zerrelerden ordular, bir sonraki binayı temelinden yokladılar. Gelen vurdu binaya, giden vurdu. Saatler boyunca koca bina depreme tutulmuş gibi sallandı. Tepeden tırnağa binanın bütün çivileri bu dokunuşlara sesli cevaplar verdi. Camlar birer birer indi, kapılar söküldü, hava zerrelerinin bina içinde girip çıkmadığı bir santimetrekarelik bir yer bile kalmadı. Binanın çatısını söküp almak ise, saatte iki yüz kilometreye yakın bir hızla uçan ordular için, bir şapka çıkarmak kadar kolay bir işti.
Birkaç bina, birkaç çatı ile duracak gibi değildi hava zerreleri. Onlardan her biri bir hedefe kilitlenmişti. Kimi dalları yere indirdi, kimi yerde bulduğunu kaldırıp birer güdümlü füze halinde önüne kattı. Kiminin görev listesinde ağaçları yerinden sökmek vardı. Kimi kamyonları devirecek, kimi de araçları tutup köprüden aşağı fırlatacaktı.
***
“Olsun,” dedi Cem. “Yine de rüzgâr diye birşey yok.”
“Ya kasırga?” dedi Uzaylı.
“Havadan, sudan ibaret.”
“Ya bütün bunlar?” Uzaylı Cem, harabeye dönmüş kasabaları işaret etti.
“Sadece bir emir!”
***
Cem pardesüsünün yakasını indirdi, yönünü rüzgâra döndü, derin bir nefes aldı, âheste adımlarla yürümeye başladı.
Esen rüzgârın her zerresini teninde hissetmek istiyordu.
Havanın her zerresinden, bedeninin her zerresine esrarengiz bir gücün boşaldığını hissetti Cem.
Her zerre, gökten inen bir âyet gibi, imanına iman katıyordu.
***
[Herşeyin Hikâyesini Merak Eden Adam: Tefekkür Gezileri]