Paralel yapılanmanın toplum üzerindeki en yıkıcı etkisi henüz keşfedilmeyi bekliyor.
Bu etki, İslâm’ın en önemli bir rüknü ve toplumda huzurun en önemli teminatı olan zekâtı fiilen ortadan kaldırmak şeklinde ortaya çıkmıştır.
Tabii ki paralelciler insanların karşısına çıkıp da “Zekât vermeyin” demedi. Ama tahrip gücü bundan çok daha yüksek bir yola başvurdu:
“Zekâtlarınızı bana verin” dedi.
Ve zekâtlar yoksullara değil, paralel yapılanmaya gitti.
Sonra başka cemaatler bu örneği izledi.
Onlar da kendi etki alanındaki zekâtları topladı. Başka çareleri de yok gibiydi; çünkü onlar toplamasa, malûm yapılanma toplayacak, yoksullarımız yine avucunu yalayacaktı.
Kesin bir rakam vermek kolay değil; ancak şurası muhakkak ki, bugün ülkemizde zekâtların çok, ama çok büyük bir çoğunluğu, başta paralel yapılanma olmak üzere, cemaatlere ve kurumlara gidiyor. Bunun ise anlamı şu:
Paralel yapılanmayı da, cemaatleri de fakirlerimiz ayakta tutuyor.
Çünkü zenginlerimiz işin kolayını buldu: Zaten vermek zorunda oldukları zekâtı fakire değil de cemaatine yönlendiriyor; böylece cemaate yapılan destek zenginin değil, fakirin kesesinden birşeyler eksiltiyor. (Veya, zenginlerimizin zekâtın ötesinde de birşeyler verdiğini kabul etsek bile, en azından maliyeti düşürmüş oluyorlar; aradaki maliyet farkı yine fakirin kesesinden!)
Teknik olarak bunda yanlış birşey bulunmayabilir. Nihayet iş fetvaya gelip dayandığında, dinî hizmet yapan cemaatlere zekât verilebileceği yolundaki fetvayı bir hocamız vermezse bir başkası mutlaka verecektir. Fakat bu fetvayı vicdanımızdan almaya kalktığımız takdirde aynı kolaylığı bulabilecek miyiz dersiniz?
Gerek zekât ve sadakalarla, gerekse genel mânâda iyilikle ilgili âyetlerdeki sıralamaya baktığımız zaman, akraba ve yakın komşudan, hattâ yanımızdaki arkadaştan başlamak üzere, yakından uzağa doğru bir açılım görürüz.[1] Burada uzaklıkla ters orantılı bir sorumluluk karşımıza çıkar:
En yakın olanlar daha fazla sorumluluk alanımızdadır; mesafe arttıkça bu oran düşer.
Zekâtların (ve tabii zekât şemsiyesi altındaki bütün sadaka ve ihsanların) dağılımında bu ölçüyü tutturabilirsek, akraba ve komşulardan başlamak üzere, toplumun bütün kesimlerinde hale hale yayılan iyilik dalgalarının bütün yurdu, hattâ İslâm âlemini kuşattığını görürüz. Üstelik bu iyilikler “Allah’ın vermiş olduğu rızıktan” yapıldığı için, veren kimseyi minnet altında bırakamaz, alan da kimsenin karşısında bir eziklik duymaz. Bilâkis, alanlar ve verenler arasında, minnetsiz bir şekilde karşılıklı saygı ve sevgi alışverişleri husule gelir ve toplumu bütün katmanlarıyla kuşatır. Eğer kapı komşunuz veya mahalledeki bir ahbabınız sürekli olarak sizin onu gözettiğinizi ve en küçük bir sıkıntıda yardımına koştuğunuzu bilirse, onu size karşı hangi hain kışkırtabilir?
Şimdi, bir taraftan bölücü örgüt PKK’nın, bir taraftan paralel yapılanmanın maddî alandaki tahribatını tamir etme çabaları sürerken, bir taraftan da, toplum içindeki kutuplaşmaları izale ederek bütün kesimler arasında bir kaynaşmayı sağlamanın yollarına güçlü bir şekilde tevessül etmek gerekiyor ki, bunların başında da zekât gelmektedir. Ne yapıp yapmalı, “zekât” kavramını gerçek mecrâsına oturtarak toplumda yaygınlaştırmalıyız.
Cumhurbaşkanının G20 zirvesi öncesinde iş adamlarına yaptığı gelir fazlasını yoksullarla paylaşma çağrısı, devletin bu konudaki bir farkındalığını müjdeliyor. Bu farkındalığın, toplumun varlıklı kesimlerine yansıması da inşaallah çok uzun sürmez.
[1] Örnek olarak bkz. Bakara, 2:83, 177, 215; Nisâ, 4:36; Enfâl, 8:41; Tevbe, 9:60; Nur, 24:22; Haşir, 59:7-8.