Sus, dinle, yavaşla, yaşa

Ölmemeyi temin etmek suretiyle yaşadığımızı zannederken hayattan neleri kaçırdığımızı ve kendi elimizle kendimizi ne tür mahrumiyetlerin içine attığımızı, ancak yaşama hızımızı düşürmek suretiyle fark edebiliriz.


Daha önce de temas etmiştik: Sade hayat, bilinçli yaşamanın bir ünvanıdır. Bu, hayatın farkına varmak, yaşadığını anlamak, hayatın bize sunduklarından haberdar olmak ve bu bilinci sürekli bir şekilde koruyabilmek demektir. Burada hayat, ölmemekten ibaret bir durumu değil, ondan çok daha ileride ve aktif bir yaşama biçimini ifade etmektedir. Sadelik ise, bu bilincin önünde engel teşkil eden fazlalıkların ayıklanmasıdır. Bu fazlalıklar, bir maddî zenginlik teşkil eder gibi görünse de, aslında bir parazit zenginliğinden başka birşey değildir. Aradığımız istasyonun yayınını almamızı engelleyen parazit gibi, sahip olduğumuz eşya ve tüketim alışkanlıklarımız da hayatın kendisinden bize gelen mesajları algılamamıza engel olur.

Yaşadığımız hayatın ve bir parçası olduğumuz dünyanın bize seslenişini işitmek, gönderdiği mesajları çözmek ve her an sergilemekte olduğu güzellikleri fark edebilmek için, herşeyden önce parazitleri ayıklamak ve gürültüyü bastırmak zorundayız. Ancak böylelikle etraftan gelen sesleri ve içimizden yükselen fısıltıları işitebilecek hale gelebiliriz. Aksi takdirde bu gürültüler sadece birtakım “yayınları” bize işittirmemekle kalmaz, hayatın en büyük nimetlerinden yoksun bir şekilde yaşadığımızı fark etmemize de mani olur.

Aslında, hayatın en “sıradan” işlemlerinin bile, üzerinde yoğunlaşıldığı takdirde, pek öyle sıradan işler olmadığı anlaşılabilir. Her an bilinçsizce alıp verdiğimiz nefeslerden ard arda birkaç tanesini yavaş yavaş, ciğerlerimizin en aşağı bölgelerine ve en ücra köşelerine ulaştığını hissedecek şekilde alacak olursak, bu basit, sıradan ve bilinçsiz işlemin bile büyük bir haz kaynağı olduğunu keşfederiz. Ancak bunu yüz metre yarışında veya iskeledeki vapura yetişmek için koşarken yapamayız, yapmaya kalksak da birşey anlamayız. O halde iken nefes alıp verme işlemi, hızla yetiştirilmesi gereken hayatî bir zorunluluğa dönüşmüştür; bütün çabamız, bir an önce yeteri kadar oksijeni içeri pompalamak, kirli havayı da dışarı atabilmek hedefine dönük telâşlı bir soluk alıp vermeden ibarettir. Nefes aldığımızın farkına varabilmek için önce durmak, sakinleşmek, soluk alıp verme hızımızı düşürmek gerekir.

Parazitleri ayıklamanın ve yaşadığımızı anlamanın başta gelen şartı da bundan başkası değildir: yavaşlamak. Ölmemeyi temin etmek suretiyle yaşadığımızı zannederken hayattan neleri kaçırdığımızı ve kendi elimizle kendimizi ne tür mahrumiyetlerin içine attığımızı da, ancak yaşama hızımızı düşürmek suretiyle fark edebiliriz.

Bir araba veya bir eve sahip olamamak bir mahrumiyet ise, hızlı bir hayatın bizi içine attığı daha başka mahrumiyetlerden de birkaç örnek verelim:

Bahar mevsimini sarıçiçekler, papatyalar, gelinciklerle, sırasıyla çiçek açıp yeşillenen ağaçlarla karşılayamamak, yahut çayırda hayat neş’esiyle oradan oraya koşuşturup duran bir günlük bir kuzuyu kucağına alıp sevememek bir mahrumiyet değil midir?

Gece semâsını her akşam beyaz, sarı, kızıl, mavi, yeşil renkli yıldızlarla, bir parmak ucu boş yer bırakmayacak şekilde ışıl ışıl dolduran bir muhteşem güzellikten şehir ışıkları yüzünden uzak kalmak bir mahrumiyet sayılmaz mı?

Güneşin doğuşunu veya batışını seyredememek, yahut imkânı olduğu halde böyle bir şeyi akıl edememek mahrumiyet değil midir?

Kuşların her gün gündoğumundan ve günbatımından önce ücretsiz olarak bize sundukları cıvıl cıvıl konserleri işitememek, işitsek de dinleyememek bir mahrumiyet değil midir?

Bazıları, bu saydıklarımıza gülüp geçecektir. Nihayet bütün bunlar herkesin her an elinin altında bulunan ve istediği zaman herhangi bir ücret ödemeden erişebileceği şeylerdir. Tüketim uygarlığının bize kazandırdığı bakış açısında ise, ücret ödenmeyen ve bizi başkasından farklı kılmayan şeyler nimet sayılmaz. Eğer yıldızları herkes görebilecekse, yahut herkesin gözü önünde cereyan eden bir günbatımını izlemek için, hayatımızın bir bölümünü vererek kazandığımız parayı harcamak zorunda değilsek, bunlar bir mutluluk aracı olamazlar. Tüketim uygarlığı, bizi doymak bilmez bir tüketici haline getirebilmek için, önce doğal dünyamızın mutluluk kaynaklarıyla irtibatımızı kesmiş, sonra da, burada kaybettiklerimizi bize satmak vaadiyle oyuncaklarının peşine düşürmüştür. Oysa aradığımız şey bu oyuncaklarla süslenmiş pahalı ve yalancı dünyada değil, zaten elimizin altında bulunan ve dikkatli bir bakış ve dinleyişten daha ötede bir masraf istemeyen gerçek dünyada saklıdır. Aslında saklı da değildir; yalnız, gözlerimizin önündeki kalın bir ülfet ve gaflet perdesi, onu bizim bilincimizden saklı hale getirmiştir.

Hayatla karşılaşma


Şurası kesin bir doğa yasası olarak kaydedilebilir: Hayatın en büyük nimetleri ücretsiz ve sessiz olarak bize sunulmaktadır. Hava ile suyu ele alın: Bir nefes havayı elde etmek için çaba harcamak zorunda olan var mı? Üstelik aynı hava, bize nefes olmakla kalmaz; ağzımızdan sözler, sesler, şiirler, şarkılar halinde çıkar. Aynı hava, bu arada, kuşları ve uçakları uçurmak, bitkileri aşılamak, bulutları taşımak, atmosferde rengârenk tablolar için bir tuval işlevi görmek, bunalan canları esintileriyle ferahlandırmak, denizleri dalgalandırmak, ses ve kokuları iletmek gibi saymakla bitiremeyeceğimiz ve hayat içinde vazgeçilmez bir yeri bulunan pek çok görevi daha sessizce ve ücretsizce yerine getirmektedir.

Bir yudum suyun da uzayın derinliklerinde 150 milyon kilometre ötelere uzanan bir macerası vardır. Okyanuslar güneşten gelen enerjiyle buharlaştırılır, havaya kaldırılır, bulutlar halinde binlerce kilometre uzağa taşınır ve bir yağmur damlası letafetinde yere iner, usulcacık toprağa karışır. Siz bir ormanın içinde kafanızı dinliyorken, görünmeyen binlerce hidrofor hiç aralıksız çalışmakta, yerin metrelerce altından ağaçların gövdelerine, dallarına, yaprak ve meyvelerine tonlarca su çıkarmaktadır. Ancak bu faaliyetlerin hiçbiri gürültü çıkarmaz, hiçbiri rahatsızlık vermez, hiçbiri de adresimize bir fatura postalamaz. Tabiat huzur kaçırmak değil, huzur vermek; kafa karıştırmak değil, kafa toplamak; uyuşturmak değil, hayatla yüz yüze getirmek üzere planlanmıştır. Mutluluğun bütün araç, gereç ve malzemesi oradadır; bu malzemeden mutlu bir hayat inşa etmek ise bize bırakılmıştır.
Sade hayat gönüllülerinden Deena Metzger adlı bir psikiyatrist, hastalarını kırsal kesimdeki evinde kabul ettiğini ve bu durumun, hastalar üzerinde bir terapi etkisi icra ettiğini anlatıyor:

Evimde çalışıyorum. Ofisim, aynı zamanda oturma odam ile mutfağımı da teşkil ediyor. Öyle sanıyorum ki, tedavinin büyük kısmı, randevu öncesi ve sonrasında, hastalarımın arazideki yürüyüşleri sırasında gerçekleşiyor. Bir vaşak gördüğü yahut çakal ulumalarını işittiği ân, bir insan ruhu için son derece büyük bir önem taşır. Hayatla doğrudan herhangi bir karşılaşmanın, tedavi edici etkisi vardır.


    -- Ümit Şimşek / Sade Hayat 'tan