Allah’ı Kendi
kitabının ve Resülünün tanıttığı gibi tanıyamayışımızın yol açtığı sonuçlar
üzerinde uzunca bir süredir duruyoruz. Bu sonuçlar, son yazımızda da temas
ettiğimiz gibi, sadece Allah inancının hayatımızdaki tesirini kaybetmesini
sonuç vermekle kalmamış, bu suretle doğan otorite boşluğunun bizim gibi birer
beşerden başka bir varlık olmayan sultanlar/krallar tarafından doldurulmasına
ve onlara itaat ve isyanı Allah’a itaat ve isyan olarak değerlendiren bir doktrinin
vücut bularak hayatımızın bütün alanlarını tesiri altına almasına sebep
olmuştur. Bu tesirlerin en ziyade yıpratıcı olanı ise, Allah’ın kitabını ilk
nesillerden çok farklı bir bakış açısıyla okumak ve onun temel kavram ve
hedeflerine ilk nesillerden çok farklı anlamlar yüklemek şeklinde ortaya çıkmıştır.
İlk nesillerin
Allah’a güzel bir kul olmak şeklinde özetleyebileceğimiz bir gayeleri vardı.
Onlar bu gayenin ışığında rızasını kazandıracak vesileler arıyor; ahlâkını
süslemek, fazilette yarışmak, komşuya iyilik yapmak, yoksulu doyurmak, yetimi
barındırmak, muhtaçların yardımına koşmak, insanlara faydalı olmak, ellerinin
ulaşabildiği her yerde hayatı herkes için güzelleştirmek gibi işlerle
hayatlarını anlamlandırıyorlardı. Çünkü onlar her bir kula doğrudan yönelen,
onu rahmetiyle kuşatan ve her an onunla beraber olan bir Rabbin yakınlığını,
muhabbetini ve sıcaklığını yaşıyorlardı. Müslümanların itikadına felsefî tasnifat
yön vermeye başladıktan ve hayatına da saltanat tepeden inme yöntemlerle
yerleştikten sonra[1] o
sıcaklık gitti, rahmet ve muhabbetin toplum aynasındaki yansımaları söndü,
hedefler ve öncelikler dünyevîleşti; maddeten terakki etmek, güç sahibi olmak,
iktidara gelmek, insanlara hükmetmek, ödül ve cezalar dağıtmak gibi hedefler
hayatın ve itikadın egemen unsurları halini aldı. Bu hakikati en belirgin
şekilde Kur’ân-ı Kerimin cihad ile ilgili âyetlerinin yorumunda görüyoruz.
Örnek olarak, birbirinin benzeri olan şu iki âyete bakınız:
Onlarla
fitneden eser kalmayıncaya ve din Allah için oluncaya kadar savaşın. Eğer
vazgeçerlerse, artık zalimlerden başkasına düşmanlık etmek olmaz.[2]
Onlarla
fitneden eser kalmayıncaya ve din tamamen Allah için oluncaya kadar savaşın.
Eğer vazgeçerlerse, hiç şüphesiz, Allah onların yaptıklarını görmektedir.[3]
Bu âyetler, ilk
bakışta, dünya üzerinde Müslümandan başka bir insan bırakmayacak şekilde
savaşmayı emrediyor görünse de, durumun böyle olmadığı, biraz dikkat
edildiğinde hemen fark edilecektir. Çünkü her iki âyette de savaş gerekçesi
olan şey “fitne” olarak nitelenmekte ve fitne sona erdiğinde savaşa ihtiyaç
kalmayacağı açıkça bildirilmektedir. Bu istisna ihmal edilir de dünyada
İslâmdan başka bir din bırakmayacak şekilde savaşmanın emredildiği ileri
sürülecek olursa, vicdan hürriyetini esas alan âyetlerin hepsini birden
geçersiz saymak gerekecektir. Meselâ:
Dinde
zorlama yoktur; artık doğru ile eğri birbirinden ayrılmıştır.[4]
Rabbin
dileseydi yeryüzünde kim varsa hepsi birden iman ederdi. Yoksa insanları imana
gelinceye kadar zorlayacak mısın?[5]
De
ki: Hak, Rabbinizden gelendir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.[6]
Biz
insana yolu gösterdik. Artık ister şükreder, ister nankörlük eder.[7]
Sen
çağrını yap. Emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların heveslerine uyma. De ki:
Ben Allah’ın indirdiği bütün kitaplara inandım. Bana sizin aranızda adaleti
gözetmem emredildi. Bizim Rabbimiz de, sizin Rabbiniz de Allah’tır. Bizim
yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız size; onun için aramızda tartışılacak
birşey yoktur. Allah hepimizi bir araya toplayacaktır; herkesin dönüşü Onadır.[8]
Bu âyetlerin
tümünü bir arada okuduğumuz zaman, “Fitneden eser kalmayıncaya kadar savaşın”
emrinin “İnsanlar hiçbir tehdit, korku ve baskı altında olmaksızın sadece Allah
için dinlerini seçecek ve yaşayacak bir ortama kavuşuncaya kadar savaşın”
mânâsına geldiği açıkça anlaşılmayacak mıdır? Bu sonuç Diyanet İşleri
Başkanlığının Kur’an Yolu adlı tefsirinde şu şekilde özetleniyor:
Dinde
zorlamanın yasaklanması "hakkın bâtıldan açıkça ayrılması" gerçeğine bağlanmıştır.
Bu gerçek değişemeyeceğine, Kur'an ortada bulundukça yeniden hak ile bâtıl
birbirine karışır hale gelemeyeceğine göre, buna dayalı bulunan hükmün
değişmesi de (nesih) söz konusu olamaz. Resulullah Ehl-i Kitap olmayan
kâfirlerden de cizye almıştır. Kâfirler barış isterlerse bunun kabul edilmesi
emrolunmuştur (Enfal, 8:61). Kâfirlerle savaş emri "fitnenin ortadan
kalkması ve dinin Allah için olması" (Enfal 8:39) gerekçelerine
bağlanmıştır. Fitne zulümdür, düzensizliktir, anarşidir. "Dinin Allah için
olması" bütün insanların İslâma girmeleri şeklinde anlaşılamaz, çünkü en
azından Ehl-i Kitabın cizye vererek de olsa gayrımüslim olarak yaşamalarına
izin verildiğinde ittifak vardır. Bütün bu naslar, gerçekler ve uygulamalar bir
araya getirildiğinde ortaya çıkacak sonuç ve nihaî hüküm şu olmaktadır:
İnsanların
zorla din değiştirmeleri hem imkânsız, hem de hükümsüzdür, bu sebeple de
yasaklanmıştır. Savaş insanları zorla İslâma sokmak için değil, din yüzünden
baskının ortadan kalkması, din ve vicdan hürriyetinin hayata geçirilmesi, güçlü
olanların hukuku çiğnemelerinin engellenmesi içindir. Müslüman olmayanlar bu
hak, hukuk ve hürriyet düzenine uydukları müddetçe kendi inançlarında kalma ve
onu yaşama hakkına sahiptirler.[9]
“Dinin Allah için
olması,” sadece İslâm için değil, bütün dinler ve inançlar, hattâ
inançsızlıklar hakkında söz konusu olan bir şart olarak anlaşılmalıdır; yoksa
bu şart sadece hak din hakkında geçerli kabul edildiği takdirde yine bir
zorlama anlamına gelir ve kendi kendisini nakzeder. Gerçi Allah kendi yarattığı
dünyada, kendi kulları Ondan başka tanrılara tapınmaya başladıkları zaman bir
kısım kullarına bunu engelleme görevi verseydi kimseye haksızlık etmiş olmazdı.
Lâkin her an Allah’a kulluk eden sayısız mahlûkatıyla dolu kâinata sakinlerinin
gönülsüzce ibadet ettiği bir dünyanın katacağı hiçbir şey bulunmaz ve onun
yaratılması hikmetli bir iş olmazdı. Oysa kendisine verilen yeteneklere
bakıldığında açıkça anlaşılacaktır ki, insan, görmediği Rabbine görmüş gibi
iman ve itaat edecek ve işlerinde Âlemler Rabbinin esmâ, sıfât ve şuûnâtının
yansımalarını gösterecek pek büyük yeteneklerle donatılmıştır. Görmediği halde
kendi iradesiyle Allah’a iman ve itaat etmesi için ise insana tercih fırsatının
tanınması gerekir. Bu da, hiçbir zorlamaya muhatap olmaksızın, isteyenin iman
ve istemeyenin de inkâr edebilmesi demektir. Onun bu hakkını sınırlamak, hangi
yönde olursa olsun, imtihanın şartlarını ihlâl ve insanın yaratılış hikmetine
müdahale etmek anlamını taşır.
Diğer yandan,
Allah Teâlânın “bütün dinlere üstün gelmek üzere Resulünü hak din ile
gönderdiği”[10]
de bir gerçektir ve bu hedef de kulların vasıtasıyla gerçekleşecektir. Bunu
ise, “İslâmın hak din olduğuna ve Allah’tan geldiğine dair delillerle diğer
bütün dinlere üstün gelmesi”[11]
şeklinde anlamak doğru olur. Aksi takdirde, bu üstünlüğü maddî güç ve silâh
zoruyla gerçekleşecek bir üstünlük şeklinde tasavvur etmek de yine aynı
sebepten dolayı mümkün değildir. Faraza böyle bir üstünlük sağlanacak olsa bile,
bu, dinin maksadıyla bağdaşmayan bir sonuç olacaktır. Zira Yüce Allah bu
dünyayı, üzerindeki akıl sahibi kullar gönüllerinden gelen bir şevk sonucu
olmaksızın içlerinden bazılarının tehdidi altında Allah’a zahiren ibadet eder görünsünler
ve hiç de istekli olmadıkları bir oyunun zoraki artistleri olarak rol yapsınlar
diye yaratmamıştır.
Konuya
yaratılıştaki tecelliyat zenginliği açısından yaklaştığımız zaman gördüğümüz
manzara da bu hükmü desteklemektedir. Maddî cesameti itibarıyla uzayda bir
nokta bile etmeyecek kadar küçük bir gezegen üzerinde milyonlarca tür canlının
yaratılışı, bunların kendi içlerindeki tabaka tabaka farklılaşmalar, ecel
kanunuyla bireylerin peş peşe gelip gitmesi, milyonlarca dünyanın ancak
kaldırabileceği bir zenginliğin tek bir gezegen üzerinde sergilenmekte olduğunu
gösteriyor. İnsan neslinde ise bu zenginlik, her bir insan bireyini siması,
rengi, dili, sesi, his ve düşünceleri, yetenekleri, merakları, zevkleri ve
hevesleri itibarıyla tek başına bir canlı türü seviyesine çıkaracak
zenginliktedir. Fıtrat, bu zenginliğin ahlâkta ve fazilette de sergilenmesini
ve İlâhî isimlerin çeşit çeşit ve mertebe mertebe tecellîlerinin sayısız insan
fertlerinde yansıyarak yeryüzünü göklerin kuşatamadığı bir zenginliğe
kavuşturmasını hedef almış görünmektedir. Bu hedefin gerçekleşmesi ise tam bir
özgürlük ister. Tabii ki bu özgürlüğün sonucu olarak bâtıl inanışlar ve hatâlı
davranışlar da ortaya çıkma fırsatı bulacaktır; ancak bu konuda değerlendirme,
hüküm verme ve herkese hakkını tam bir adaletle dağıtma işi münhasıran İlâhî
iradeye aittir; ve bu hüküm, imtihan şartlarının ihlâl edilmemesi için kıyamet
gününe bırakılmıştır. Şu âyetlerdeki “hayırda yarışma” ve “yapılanlardan
sorgulanma” ifadeleri, konuyu tam bir netlikle ortaya koymakta ve daha ötede
bir tevil veya açıklamaya ihtiyaç bırakmamaktadır:
Sana
da, ondan önceki kitapları tasdik edici ve onları gözetici olarak kitabı hak
ile indirdik. Onun için, sen de Allah’ın indirdiğiyle hükmet; sana gelmiş olan
haktan sonra artık onların heveslerine uyma. Her biriniz için Biz bir şeriat ve
bir yol belirledik. Eğer Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı. Ancak
verdikleriyle sizi sınamak için ümmetlere ayırmıştır; siz de hayırlı işlerde birbirinizle
yarışın. Hepinizin dönüşü Allah’adır; anlaşmazlığa düştüğünüz şeyleri O size
bildirecektir.[12]
Eğer
Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı. Lâkin O dilediğini saptırır,
dilediğini de doğru yola iletir. Siz de yaptıklarınızdan sorgulanacaksınız.[13]
Diğer yandan, daha
başka birçok âyet de savaşla ilgili hükümler içermekte, mü’minleri kâfirlerin
dostluğundan sakındırmakta, kâfir ve münafıklardan gelecek tehlikeler
karşısında uyarmaktadır. Ancak bütün bu emir, nehiy ve sakındırmaların onlardan
gelecek bir tehlike ihtimalinin, saldırının veya birtakım tuzakların söz konusu
olduğu durumlarla sınırlı olduğu unutulmamalıdır. Müşriklere savaş ilân eden
âyetlerde, eman isteyen müşrikler için yapılan şu istisnaya bakınız:
Müşriklerden
biri senden sığınma hakkı isteyecek olursa, ona bu hakkı ver, tâ ki Allah’ın
kelâmını dinlesin. Sonra da onu güvende
olacağı yere ulaştır. Çünkü onlar bir bilgisizler güruhudur.[14]
Yani, savaşma
niyeti olmadığı belli olan o kâfire önce Kur’an okunacak ve İslâma girmesi
teklif edilecek. Bunu kabul ederse o andan itibaren mü’milerin kardeşi olacak.
Kabul etmezse serbest bırakılacak, ama uluorta bir yere değil, hayatının
emniyette olduğu bir yere bırakılacak. Şıkların her ikisinde de, müşrik
iradesini Müslümanların güvencesi altında tam bir serbestiyetle kullanacaktır.
Ona yapılan, sadece bir tekliften ibarettir.
Mümtehine sûresi
ise, konuyu daha da netleştirir ve dost edinme yasağını sadece Müslümanlarla
din uğrunda savaşmış, onları yurtlarından çıkarmış veya çıkarılmalarına
yardımcı olmuş kimselerle sınırlar, diğerlerini bu yasağın haricinde tutar.
Sonra bu kadarla da kalmaz, işi daha da ileri götürerek onlara karşı iyilik
kapısını da açar ve iyiliği teşvik eder:
Sizinle
din uğrunda savaşmamış ve sizi yurdunuzdan çıkarmamış olanlara iyilik yapmaktan
ve âdil davranmaktan Allah sizi men etmez. Aslında Allah adalet edenleri sever.
Allah
ancak sizinle din uğrunda savaşmış, sizi yurdunuzdan çıkarmış ve çıkarılmanıza
destek olmuş kimseleri veli edinmekten sizi men eder. Kim onları veli edinirse,
işte onlar zalimlerin tâ kendileridir.[15]
Dinin temel
prensiplerinden biri olan adalet, zaten dost-düşman herkese karşı bir görev
olarak mü’minlerin üzerine yüklenmiş ve bu hususta savaşan-savaşmayan ayırımı
yapılmamıştır.[16]
Mümtehine sûresinin âyeti ise sair inanç sahiplerine, hattâ savaşmayan düşmana
dahi iyilik yapmanın önünü açmaktadır. Daha da ötesi, bu âyette verilen iyilik
yapma izninin aslında emir anlamını taşıdığı, bundan da ötede, bu emrin
mü’minlerle savaşmış kimselerin kadın ve çocuklarını da kapsadığı ve “Sizinle
savaşanların ailelerine iyilik yapın” anlamına geldiği yorumu da yapılmıştır.[17]
Aslında buna şaşmamak gerekir, çünkü bu yorum, adalet ve ihsanı birleştiren bir
yorumdur; İslâm dininin adalet ve ihsanı birleştirdiğini ise biz her Cuma
hutbesinde hatibin okuduğu âyetten ve onu takip eden Türkçe açıklamasından
dinliyoruz. Bu âyet “Allah adaleti ve ihsanı emreder” diye başlamıyor mu?[18]
Diğer taraftan, Mümtehine
sûresinin bundan önceki âyeti de “Bakarsınız, Allah
sizinle düşmanınız olan kimseler arasında bir sevgi husule getirir; çünkü Allah
herşeye kadirdir ve çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir”[19]
buyurmak suretiyle peşin peşin böyle bir yoruma kapı açmış, kin ve nefretlerin
muhabbete dönüşme ihtimaline muhataplarını hazırlamış, Allah’ın gufran ve
rahmetini hatırlatıp onları da bu sıfatlardan nasiplenerek bağışlayıcı ve
merhametli olmaya teşvik etmiştir.
Kur’ân’ın nüzulü
sırasında ona muhatap olan insanlar için bu dersleri özümsemek ve gereğince
hareket etmek güç olmamıştı. Çünkü onlar, daha ilk âyetlerin inişinden itibaren
Kur’ân’a muhatap olan ve onu doğrudan doğruya Allah’ın Resulünden uygulamalı
olarak ders alan insanlardı. Onlar henüz bir avuç mü’min iken bir yandan acının
her çeşidini tadıyor, zulmün her türlüsüne katlanıyor, bu arada inmekte olan
âyetlerin dersleri içinde adaleti, ihsanı, cesareti, kahramanlığı, merhameti,
muhabbeti de damarlarında dolaşan kan gibi benliklerinin bir parçası haline
getiren bir eğitimden geçiyorlardı. Bu sayede, Medine’ye hicret ederek özgür
bir hayata kavuştuktan sonra yeni bir düzen kurarak adaleti ayağa kaldırmakta
zorlanmadılar. Sayıları daha bini bile bulmamışken, kendilerinin yedi veya on
misli Arap, Yahudi, Hıristiyan ve putperestten meydana gelen ve birbirleriyle
bir türlü imtizaç edemeyen Medine ahalisini âdil bir sistem altında
örgütlediler. Ve bunu cebir veya hile ile değil, adalet ve dürüstlükleri
sayesinde başardılar ve bütün Medine ahalisiyle beraber dünyanın ilk yazılı
anayasasına imza attılar.
Çok geçmeden Allah
onlara kendi yurtlarını fethetmeyi nasip etti. O fetih de bir fazilet
destanıydı. Mağlûp düşmüş ve teslim olmuş düşmanlar hafızalarda henüz bütün
canlılığıyla durmakta olan haksızlıkların, düşmanlıkların, ambargoların,
işkencelerin, gaspların, cinayetlerin hesabını vermek ve başlarına gelecek
âkıbeti öğrenmek üzere Kâbe’nin etrafında toplandıkları sırada ezan okunurken,
Attâb b. Esîd “İyi ki babam öldü de bugünleri görmedi” diyerek diş
gıcırdatıyordu. Ama Resulullahın konuşmasını dinledikten sonra âniden dünyası
değişiverdi ve doğruca ona gitti, “Allah’ın birliğine de, senin peygamberliğine
de gözümle görmüşçesine inanıyorum” diyerek Müslüman oldu, Resulullah da onu
Mekke’ye vali olarak tayin etti. [20]
Birkaç dakika önce kendisini nasıl bir helâkin beklediğini düşünüp duran adam,
şimdi şehrinin valisi idi.
Müslümanlardan Ebu
Ahmed hicret ettikten sonra kayınpederi Ebu Süfyan onun evine el koymuş ve Amr
b. Alkame'ye 400 dinara satmıştı. Ebu Ahmed fetihten sonra evini geri
istiyordu. Peygamberimiz ona "Sabredersen bu senin için hayırlı olur;
evine karşılık sana Cennette bir köşk var" buyurdu. O da
"Sabrederim" dedi ve iddiasından vazgeçti. Bir daha da evinden
bahsettiğini kimse duymadı.[21]
Onlar Resulullahın
zamanında da, Raşid Halifeler döneminde de zaferlerinde hiçbir zaman intikam
peşine düşmediler, adaletten şaşmadılar; kendi hak ve özgürlüklerini
kazandıktan başka, her ne inançta olursa olsun diğer insanların da hak ve
özgürlüklerini titizlikle gözettiler ve ihanetle karşılaşmadıkları sürece
karşılıklı medenî ilişkiler içinde oldular ve, aynen yukarıdaki âyette de tavsiye
edildiği gibi, onlara iyilik yapmaktan ve ikramda bulunmaktan hiçbir zaman geri
kalmadılar. Çünkü onların görevi adaleti tesis etmek ve kötülüğü önleyip
iyiliği yaymaktan ibaretti. Ve bu görev, yıllarca katlanmak zorunda kaldıkları
baskılara karşı savaşacak güce kavuşup da kendilerine savaş izni verildiği gün
peşin olarak onların omuzlarına yüklenmişti:
Kendilerine
savaş açılan mü’minlere, zulme uğramaları yüzünden, savaş izni verildi. Hiç
şüphe yok ki Allah onları muzaffer etmeye kadirdir.
Onlar,
“Rabbimiz Allah’tır” demelerinden başka hiçbir sebep yok iken, haksız yere
yurtlarından çıkarılmışlardır. Eğer Allah insanların kötülüğünü birbirinin
eliyle savuşturmasaydı, içlerinde Allah’ın adı çokça anılan manastırlar,
havralar, kiliseler ve mescidler yıkılıp giderdi. Allah’a yardım edene Allah elbette yardım eder. Çünkü Allah karşı
konulmaz kuvvet sahibi ve herşeyin mutlak galibidir.
O
kimseler ki, kendilerini yeryüzünde iktidara getirdiğimizde namazı dosdoğru
kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emredip kötülükten sakındırırlar. Sonunda
bütün işlerin dönüşü Allah’adır.[22]
Bu âyetler, savaş izni
verirken, aynı zamanda mü’minlere bir misyon da yüklüyor ve bu misyonun hedef
ve sınırlarını belirliyordu.
Her şeyden önce,
savaşın sebebi zulüm, hedefi de zulmün giderilmesi idi.
İktidara geldikten
sonraki hedefler ise, namazı ikame etmek (Allah’ın hakkı), zekâtı vermek
(yoksulun hakkı), iyiliği yaymak ve kötülüğü önlemekten ibaretti.
Mescidlerin yanı
sıra manastır, havra ve kiliselerin de sayılması ise, sadece hak dinin
mensuplarını değil, başka din mensuplarını da içine alan bir vicdan özgürlüğünü
sağlama görevini mü’minlerin omuzlarına yüklemekte ve apaçık bir şekilde onlara
çoğulcu bir hayat tarzını hedef olarak göstermekteydi. “Bütün işlerin dönüşü
Allah’adır” ifadesi de konuyu düğümlemekte ve, daha başka birçok âyette de
tekrarlandığı gibi, üzerinde ihtilâf edilen konular hakkındaki hükmü Allah’ın
vereceğini bildirerek bu dünyanın sadece bir imtihan yeri olduğunu
hatırlatmaktadır. Baştan beri atıfta bulunduğumuz daha başka sûrelerin âyetleri
de dikkate alındığı zaman şu gerçek çok daha berrak bir şekilde anlaşılacaktır:
Birbirinden çok
farklı zamanlarda, farklı şartlar altında ve farklı vesilelerle nazil olan
bütün bu âyetler, (1) dünya hayatının bir imtihandan ibaret olduğu, (2) herkesin
bu imtihanda yolunu seçme özgürlüğüne sahip olduğu, (3) herkes için imtihan
sonucunu sadece Allah’ın tayin edeceği gerçeğini vurgulamakta ve bu gerçeklerin
ışığı altında, vicdanların tam anlamıyla özgür bırakıldığı, ahlâk ve faziletin
hakim olduğu çoğulcu bir toplum hayatını öngörmektedir.
Ancak bu hedeflere
ulaşmak için, herşeyden önce itikadımızı düzeltmek, Allah’ı bizzat kendisinin
tanıttığı gibi tanımaya çalışmak ve bizi gayemizden alıkoyan taklit ve taassubu
hayatımızdan kovmak, bu arada “imamet” adı altında bünyemize sokulan ve İslâm
âleminin dört bir yanında ehl-i imana musallat olmuş kralların saltanat ve
ceberutlarını idame için insanları birbirine düşürüp çoğulcu bir hayatı tam bir
özgürlükle yaşamaktan alıkoyan tuzaklara aldanmamayı öğrenmek zorundayız.
***
[1] Bkz.
“Kelâmda Saltanat Gölgesi,” Açıkdeniz, Aralık 2022.
[2] Bakara,
2:193.
[3] Enfal,
8:39.
[4] Bakara,
2:256.
[5] Yunus,
10:99.
[6] Kehf,
18:29.
[7] İnsan,
76:3.
[8] Şûrâ,
42:15.
[9] Kur’an
Yolu, Bakara: 256 tefsiri.
[10] Tevbe,
9:33; Fetih, 48:28.
[11]
Matüridî, Te’vilâtü’l-Kur’ân, 48:28 tefsiri.
[12] Mâide,
5:48.
[13] Nahl,
16:93.
[14] Tevbe,
9:6.
[15]
Mümtehine, 60:8-9.
[16] Bkz.
Mâide, 5:2 ve 8.
[17] Bkz.
Mâtüridî, 60:8-9 tefsiri.
[18] Nahl,
16:90.
[19]
Mümtehine, 60:7.
[20]
Muhammed Hamidullah, İslâm Tarihine Giriş, çev. Vecdi Akyüz (İstanbul: Beyan,
2015), s. 100-101.
[21] Asım
Köksal, İslâm Tarihi (İstanbul: Köksal Yayıncılık, 2004), 6:435.
[22] Hac,
22:39-41.