İnsanın en akıl almaz yönlerinden birisi konuşma ise, onun
kadar esrarlı bir başka yeteneği de müzikle ilgili olanıdır. Birbirinden farklı
sesler nasıl anlam yüklü kelimelere dönüşür? Kelimelerden nasıl cümleler
kurulur? Sonra bu cümleler, kelimeler, anlamlar nasıl çözülür? Bunlar ve
bunlara bağlı yüzlerce soru, tıpkı yüzyıllar öncesi gibi, bugün de bilime
meydan okumaya devam eden muammâlar arasında yer alıyor. Müziğin durumu da
hemen hemen aynıdır:
Melodiler de, tıpkı kelimeler ve cümleler gibi, ayrı ayrı
seslerden yapılır. Bu sesler, tek başlarına dinlendiği takdirde, sadece birer
ses olarak kalırlar, o kadar – bir taşın yere düşmesi, kapıya tokmağın
vurulması gibi bir ses. Ne var ki, bir âhenk içinde dizildikleri zaman, arka
arkaya gelen seslerin toplamından çıkan bir melodi vardır ki, bunun müzik
olarak algılanması, konuşmanın algılanmasından aşağı kalır bir mucize değildir.
Son yılların araştırmaları, bu konuda iki önemli gerçeği ortaya çıkarmıştır:
Birincisi: İnsan beyni gibi kâinatın en muhteşem eserinin
bir bölgesi, özel olarak, müziği algılamakla görevlidir. Sesler, bu bölgede
gördükleri işlem sonucunda bir bütün olarak algılanmakta ve ortaya çıkan melodi
çözülebilmektedir.
İkincisi: Bu bölge, insan hayatının ilk aylarından itibaren
faaliyettedir. Yapılan deneyler, bebeklerin çok erken çağlarda iken müziği
algılayabildiğini göstermiştir. Bir başka deyişle, insan, konuşmadan çok önce,
müzik dinlemeyi öğrenmektedir.
Bu iki gözlem de, bizi, insanın yaratılışında müziğin özel
bir yeri olduğu sonucuna ulaştırır. Göz bakmak, kulak işitmek, dil konuşmak
için verildiğine göre, müzik yeteneği de kullanılmak üzere verilmiştir. “Müzik
haram mıdır?” sorusuna cevap olarak Mevlânâ’ya atfedilen “Eşeklere haramdır”
sözü bu hakikate işaret etmektedir. Eğer insanın yaratılışına böyle bir yetenek
yerleştirilmiş olmasaydı, eşekler gibi, ona da müziğin fıtrî şeriat tarafından
haram edilmiş olduğunu söyleyebilirdik. Fakat yeteneğin varlığı, onu iki
yükümlülükle karşı karşıya getirmektedir: (1) kullanmak, (2) yerinde kullanmak.
Ne çare ki, önyargı ve alışkanlıklar, bu yükümlülüklerin farkına varmayı
güçleştiriyor.
Müzik konusunda insanları en ziyade yanıltan şey, bunun
eğlence olarak görülmesidir. Dinî açıdan incelendiğinde, müzik, çoğunlukla
“eğlence” başlığı altında ele alınır ve hüküm buna göre verilir. Zamanımızın
yaygın anlayışı da bu yöndedir. Hattâ durum eğlenceyi de bir hayli aşmış
sayılabilir. Müzik deyince, hoplatan, zıplatan, etrafı gürültüye boğan, insanı
oyalayarak düşünceleriyle veya gerçek hayatla baş başa kalmaktan alıkoyan ve
bağımlılık yapan yüksek volümlü sesler akla gelmektedir. Bu durumda, müziği
incelemek için, önce, onun ne olmadığı konusuna açıklık getirmek gerekiyor.
Eğlence ile müzik arasında bir ilişki vardır; ancak bu
ilişki ayniyet mertebesinde değildir. Yani, müziğin eğlence aracı olarak
kullanıldığı durumlar da vardır; sırf eğlence olsun diye yapılan müzik de
vardır; ancak bu durum, her türlü müziği ve müziğin her türlü icrâsını eğlence
kapsamına sokmaz. Itrî’nin Bayram Tekbiri veya Salât-ı Ümmiyesi bir yana,
meselâ çağdaş bestekârlardan Cevdet Çağla’nın hiçbir dinî motif içermeyen
herhangi bir eserinin dahi bir eğlence meclisinde icra edildiğini tasavvur
etmek mümkün değildir. Faraza birisi bunu zorla yapacak olsa, o eser, her
haliyle, kendisinin oraya ait olmadığını haykıracaktır. Tek başına şu vâkıa
bile, insanın manevî yapısı ile müzik arasında yüce ve gizemli bir ilişkinin
bulunduğunu göstermeye yeter.
Bu ilişkinin anlamını çözecek olan tek birşey varsa, o da,
insanın yaratılış amacıdır. Bunun dışındaki hiçbir şey insanın müzik yeteneğini
açıklayamaz. Hele evrim efsaneleriyle müzik hiç açıklanmaz; çünkü ne evrim, ne
de onun dayandığı mutasyon ve tesadüf gibi şeyler müzikten anlamaz. Ancak insanın
bütün varlığıyla bir kulluk görevini yerine getirmek, daha doğrusu, kâinattaki
bütün kulların tesbihat ve ibadetlerine tercüman olmak üzere yaratıldığını
dikkate aldığımız zaman, insan ile müzik arasındaki ilişkinin aydınlanmaya
başladığını görebiliriz. Çünkü tıpkı konuşma gibi, tıpkı insanın diğer sanat
yetenekleri gibi, müzik de bir ifade aracıdır, üstelik soyut ve en üst seviyede
bir ifade aracıdır. Hattâ denebilir ki, sözlerin yetmediği, dilin anlatmakta
âciz kaldığı şeyleri “dile getirmek” için insana böyle bir lisan ihsan
edilmiştir. Bütün dünyada müziğin mâbedlerde yeşermiş olması, bu hakikatin bir
şahididir.
Bediüzzaman, sanatı, “ruhtaki manevî güzelliğin, ilim
vasıtasıyla eserde tezahür etmesi” şeklinde tanımlar. Müziğin yeri ve anlamı
işte bu tanımda saklıdır. Bu, aynı zamanda, müzik olarak nitelenmeye lâyık olan
eserde aranacak şartları da ortaya koymaktadır:
Herşeyden önce, müzik, ruhtaki bir olgunluğun, soyut bir
manevî güzelliğin bir yansıması, bir tercümesi demektir. İnsanın, müzikten söz
edebilmesi yahut müzik ihtiyacını hissedebilmesi için, önce ruhanî bir
olgunluğu tatmış olması ve kabına sığmayıp taşmak isteyen bir güzellik
dalgasını içinde hissetmesi gerekir. (Zamanımızda “müzik” adı verilen
gürültülerin neyi yansıttığı şimdi daha iyi anlaşılmıyor mu? İçi boşaltılmış
ruhlar daha iyi müzik yapamıyor, ama daha fazla gürültü çıkarıyor!)
İkinci olarak, her sanat dalı gibi, müziğin de temelde bir
ilim meselesi olduğunu dikkate almalıyız. Müzik demek, sadece basit bir ses
bilgisi ile bir enstrüman çalma becerisi demek değildir. Eğlence için bu kadarı
yetebilir; ancak sanat olarak düşünüldüğünde ve yaratılış amacına
yönlendirilmek istendiğinde, müzik için bundan çok daha fazlasına ihtiyaç
vardır.
Ne yazık ki, zamanımızın tüketim anlayışı, bir rant aracı
olma istidadında gördüğü herşeyi pençesine alıyor ve içinden ruhunu çekip bir
tarafa attıktan sonra, kalan posayı allayıp pullayarak bize pazarlıyor. Her
çeşit müzik, hattâ dinî müzik de bundan payını almakta çok gecikmedi. Bize
kalırsa, müziğin en ziyade korkulması gereken türü işte budur. Din ile
ilişkisi, güftesinde birtakım dinî kavramların kullanılmış olmasından öteye
geçemeyen bu ucuz ve çirkin müzik türü etrafta rağbet buldukça, konuyla ilgili
ciddî bir birikimi olmayan insanlar, aradıkları şeyin bu olduğu yanılgısına
düşebiliyor ve ruhlarındaki kıpırdanışların bu tür müziklerle ifade
edilebildiğini sanıyorlar. Sanat kaygısından ve ciddiyetten uzak, slogancılığa
ve tüketime yakın bu tür müziğin, özellikle genç nesiller üzerindeki tahribatı asla
küçümsenmemelidir. Çünkü müzik ile ruh arasındaki ilişki iki yönlüdür: Eğer
ruhun olgunluğu ve manevî güzelliği müzikte yansıma imkânı bulamazsa, bu defa
müzik adı verilen şeyin yansımaları ruhta görülmeye başlar.
Bir sanat olarak müzikten söz edilecekse, önce onu vücuda
getirecek ve icra edecek ruhların inşa edilmesi ve tahripçi etkilerden özenle
korunması gerekir. Bize emanet edilmiş olan böylesine önemli bir yeteneğin
böyle bir fiyatı vardır.