***
Bediüzzaman Said Nursî, eserlerinde bize Kur’ân okumayı öğretiyor, Kur’ân’ı yaşanan bir hayata dönüştüren yolları gösteriyor.
ÜMİT ŞİMŞEK
– 10 –
Risale-i Nur’un çok kısa bir tarifi yapılacak olsa, herhalde ona en fazla yakışacak olan tarif, “Kur’ân okuma rehberi” olacaktır. Gerçi Kur’ân âyetlerini okuyuşu gibi kâinat âyetlerini okuyuşu da onun bir alâmet-i farikasıdır; ancak onun bu okuyuşu dahi yine Kur’ân’dan alındığı için, ilk tarifimizin bunu da kapsayacağı aşikârdır.
Risale-i Nur başından sonuna kadar bir Kur’ân okuma rehberi olmakla birlikte, onun en fazla ihmal edilen yönü de ne yazık ki budur. Aşağıda vereceğimiz birkaç tane nümuneyi incelerken, Kur’ân okumalarımıza bu misallerden ne kadarını yansıtabildiğimizi de şöyle bir düşünecek olursak, bu tesbitimizin mübalâğa içermediği görülecektir.
Aslında her bir risale bir âyetin açtığı kapıdan hayata bir bakış, bir gözlem, bir tefsir, bir açılım içerir; bu bakımdan, hangi risaleyi açacak olsak orada bize Kur’ân okumayı öğreten bir muallim buluruz. Mucizat-ı Kur’âniye adlı Yirmi Beşinci Söz ise, münhasıran Kur’ân-ı Kerimin benzersiz üstünlüklerini açıklayan bir risale olduğu için, okuyucu onun açıklamalarında Kur’ân okumayı öğreten pek çok teknikle de karşılaşacaktır. Bu konu başlı başına bir kitabı fazlasıyla dolduracak bir bahis olduğundan, numune olarak bu açıklamalardan bir iki tanesine temas edip geçeceğiz.
Bu tekniklerden bir tanesi, “Ârif olan mektubu sonundan okur” şeklindeki atasözümüzü hatırlatan bir yaklaşımla âyetlerin sonlarına dikkatimizi çeker. Gerçekten de bu, Kur’ân’ın çok önemli olmakla birlikte fazla üzerinde durulmayan bir özelliğidir. Kur’ân-ı Kerim, bu şekilde, âyetin söz ettiği konu veya konuların özünü, ruhunu, asıl mânâsını, dayandığı büyük hakikati, ait olduğu büyük resmi gösterir. Böylece âyetin muhtevâsı Kur’ân’ın bütününe bağlanır; Kelâmullahın temel mesajları o âyetin muhtevâsına bir ruh halinde nüfuz eder. En cüz’î bir olaydan bahseden bir âyet, muhatabını o ayrıntıda bırakmaz; onu soyut düşüncenin en üst mertebelerine yükseltir ve birden bire, hayatın en ince teferruatında varlık âleminin en yüce hakikatlerini görebilecek bir bakış açısına kavuşturur. Böylelikle, en ayrıntılı ahkâm âyetleri bile hiçbir zaman cansız ve ruhsuz birer yasa maddesi halini almaz; hayatın bütün gözeneklerine nüfuz eden bir ruh olur ve okuyucuyu İslâmın ve insanlığın her türlü güzellikleriyle süsleye süsleye nihayet bir fazilet âbidesine dönüştürür. Bunun bir misaline Bakara sûresinin 237. âyetine atıfta bulunduğumuz 8. Bölümde temas etmiştik.
Burada ihmal edilmemesi gereken bir nokta da şudur: Kulların fiillerini düzenleyen âyetlere hayat veren şey, Ulûhiyete dair beyan ve tasvirlerdir ki, bunlar da yine en müessir bir şekilde âyet sonlarında yer alır ve ait olduğu âyetin, hattâ Kur’ân’ın ruhunu bal özü gibi okuyanın benliğine akıtır. Böylece, Kur’ân’ın hiçbir beşer tarafından tahrif edilemeyecek sağlamlıktaki itikad esasları, onu sürekli okuyan mü’minin aklında, kalbinde ve ruhunda günlük dozlar halinde tazelenir, takviye edilir ve hayatın bütün safhalarında tesirini gösterecek şekilde zinde tutulur. Beşerî münasebetlerle ilgili âyetlerin sonlarındaki yönlendirmeler de bunun üzerine eklenince, mü’minin âlemindeki Kur’ân yaşanan bir hayat halini alır ve onu, tıpkı bal yapmak için yaratılmış bir arı gibi, her türlü şart altında daima hayır ve fazilet üretmeye programlanmış üstün bir varlık haline getirir.
***
Şimdi, Risale-i Nur’un dikkatimizi âyet sonlarına yönlendiren bahislerinden, Ulûhiyet tasvirlerine dair bir iki misale göz atalım. Bu arada, metni okurken, Bediüzzaman’ın en derin soyut hakikatleri “Mahlûkat lâfız, Esmâ ise mânâdır” gibi tanımlarla nasıl somut hale getirerek zihnimizde canlandırdığını da görmeden geçmeyelim. Çünkü bu tanımlar Kur’ân’ın yüksek ve soyut mânâlarını kavramakta bize yol gösteren son derece önemli teknikler içermektedir.
DÖRDÜNCÜ NÜKTE-İ BELÂĞAT: Kur’ân kâh olur, mahlûkat-ı İlâhiyeyi bir tertiple zikreder; sonra o mahlûkat içinde bir nizam, bir mizan olduğunu ve onun semereleri olduğunu göstermekle, güya bir şeffafiyet, bir parlaklık veriyor ki, sonra o ayna-misal tertibinden cilvesi bulunan esmâ-i İlâhiyeyi gösteriyor. Güya o mahlûkat-ı mezkûre elfazdır; şu Esmâ onun mânâları, yahut o meyvelerin çekirdekleri, yahut hülâsalarıdırlar. Meselâ,
وَلَقَدْخَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ مِنْ سُلاَلَةٍ مِنْ طِينٍ ثُمَّ جَعَلْنَاهُ نُطْفَةً فِى قَرَارٍ مَكِينٍ ثُمَّ خَلَقْنَا النُّطْفَةَ عَلَقَةً فَخَلَقْنَا الْعَلَقَةَ مُضْغَةً فَخَلَقْنَا الْمُضْغَةَ عِظَامًا فَكَسَوْنَا الْعِظَامَ لَحْمًا ثُمَّ اَنْشَأْنَاهُ خَلْقًا اٰخَرَ فَتَبَارَكَ اللهُ اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ
[And olsun, Biz insanı çamurun özünden yarattık | Sonra ona sağlam bir karar yerinde bir nutfe yaptık |Sonra nutfeyi aleka halinde, alekayı mudga halinde yarattık. Mudgayı da kemik halinde yarattık; kemiklere ise et giydirdik. Sonra da onu bambaşka bir yaratışla inşa ettik. Yaratıcıların en güzeli olan Allah’ın şânı ne yücedir!] [1]
İşte, Kur’ân, hilkat-i insanın o acip, garip, bedî, muntazam, mevzun etvârını öyle ayna-misal bir tarzda zikredip tertip ediyor ki, فَتَبَارَكَ اللهُ اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ içinde kendi kendine görünüyor ve kendini dedirttiriyor. Hattâ, vahyin bir kâtibi, şu âyeti yazarken, daha şu kelime gelmezden evvel şu kelimeyi söylemiştir. “Acaba bana da mı vahiy gelmiş?” zannında bulunmuş. Halbuki, evvelki kelâmın kemâl-i nizam ve şeffafiyetidir ve insicamıdır ki, o kelâm gelmeden kendini göstermiştir.
Hem meselâ,
اِنَّ رَبَّكُمُ اللهُ الَّذِى خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ فِى سِتَّةِ اَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِ يُغْشِى الَّيْلَ النَّهَارَ يَطْلُبُهُ حَثِيثًا وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِاَمْرِهِ اَلاَ لَهُ الْخَلْقُ وَاْلاَمْرُ تَبَارَكَ اللهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ
[Sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra da Arş üzerine kurulan Allah’tır. O, gecenin örtüsünü, onu peşi sıra kovalamakta olan gündüzün üstüne atar. Güneşi, Ayı ve yıldızları da O emrine boyun eğmiş olarak yarattı. Bilin ki, herşeyin yaratılışı da, idaresi de Ona aittir. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın şanı ne yücedir!] [2]
İşte, Kur’ân şu âyette, azamet-i kudret-i İlâhiye ve saltanat-ı rububiyeti öyle bir tarzda gösteriyor ki, güneş, ay, yıldızlar emirber neferleri gibi emrine müheyyâ, gece ve gündüzü beyaz ve siyah iki hat gibi veya iki şerit gibi birbiri arkasında döndürüp âyât-ı rububiyetini kâinat sayfalarında yazan ve Arş-ı Rububiyetinde duran bir Kadîr-i Zülcelâli gösterdiğinden, her ruh işitse, “Bârekâllah, mâşaallah, fetebârekâllahü Rabbü’l-Âlemîn” demeye hâhişger olur. Demek, تَبَارَكَ اللهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ sâbıkın hülâsası, çekirdeği, meyvesi ve âb-ı hayatı hükmüne geçer.[3]
***
Biz kâinatta olup bitenlerin hep sebepler vasıtasıyla ve onlarla beraber ortaya çıktığını görürüz. Tohum toprağa düşer, orada çatlar ve bir filiz halinde yeryüzüne çıkar, yağmur yağar, güneş açar, filiz büyür, ağaç olur, meyve verir, ilh. Halbuki Kur’ân bütün bunları sebeplerin değil, Allah’ın yarattığını bize anlatmaktadır. Bediüzzaman ise Kur’ân’ın anlatışını öyle bir tasvir eder ki, bu tasviri okuduktan sonra, dönüp de evvelce okuduğumuz âyetleri tekrar tekrar okumak ve sebepler ile müsebbepler arasında Esmânın doğuşunu, en muhteşem fecir manzaralarının heyecanıyla tekrar tekrar seyretmek isteriz. Lütfen aşağıdaki satırları ağır ağır, sindire sindire, bir yağlıboya tablonun detaylarını inceliyormuşçasına, her çizgisini ve her rengini hafızanıza nakşetmeye çalışarak okuyunuz. Kelime anlamları ile ilgili problemleri ise, Risale-i Nur’dan naklettiğimiz metinleri http://erisale.com/ sitesinden takip ederek çözebilirsiniz:
YEDİNCİ SIRR-I BELÂĞAT: Kâh oluyor ki, âyet, zâhirî sebebi icadın kabiliyetinden azletmek ve uzak göstermek için, müsebbebin gayelerini, semerelerini gösteriyor — tâ anlaşılsın ki, sebep yalnız zâhirî bir perdedir. Çünkü gayet hakîmâne gayeleri ve mühim semereleri irade etmek, gayet alîm, hakîm birinin işi olmak lâzımdır. Sebebi ise şuursuz, câmiddir.
Hem semere ve gayetini zikretmekle âyet gösteriyor ki, sebepler çendan nazar-ı zâhirîde ve vücutta müsebbebatla muttasıl ve bitişik görünür. Fakat hakikatte mabeynlerinde uzak bir mesafe var. Sebepten müsebbebin icadına kadar o derece uzaklık var ki, en büyük bir sebebin eli, en ednâ bir müsebbebin icadına yetişemez. İşte, sebep ve müsebbep ortasındaki uzun mesafede, esmâ-i İlâhiye birer yıldız gibi tulû eder. Matlaları, o mesafe-i mâneviyedir. Nasıl ki zâhir nazarda dağların daire-i ufkunda semânın etekleri muttasıl ve mukarin görünür. Halbuki, daire-i ufk-u cibalîden semânın eteğine kadar, umum yıldızların matlaları ve başka şeylerin meskenleri olan bir mesafe-i azîme bulunduğu gibi, esbab ile müsebbebat mabeyninde öyle bir mesafe-i mâneviye var ki, imanın dürbünüyle, Kur’ân’ın nuruyla görünür. Meselâ,
فَلْيَنْظُرِ اْلاِنْسَانُ اِلٰى طَعَامِهِ اَنَّا صَبَبْنَا الْمَۤاءَ صَبًّا ثُمَّ شَقَقْنَا اْلاَرْضَ شَقًّا فَاَنْبَتْنَا فِيهَا حَبًّا وَعِنَبًا وَقَضْبًا وَزَيْتُونًا وَنَخْلاً وَحَدَۤائِقَ غُلْبًا وَفَاكِهَةً وَاَبًّا مَتَاعًا لَكُمْ وَ ِلاَنْعَامِكُمْ
[İnsan yediklerine baksın | Biz suyu bol bol yağdırdık | Sonra toprağı yardıkça yardık | Ondan taneler | Üzümler, sebzeler | Zeytinler, hurmalar | Bol ağaçlı bahçeler | Meyveler, otlaklar bitirdik: | Sizin ve hayvanlarınızın yararlanması için.] [4]
İşte şu âyet-i kerime, mu’cizât-ı kudret-i İlâhiyeyi bir tertib-i hikmetle zikrederek esbabı müsebbebâta raptedip, en âhirde مَتَاعًا لَكُمْ lâfzıyla bir gayeyi gösterir ki, o gaye, bütün o müteselsil esbab ve müsebbebat içinde o gayeyi gören ve takip eden gizli bir Mutasarrıf bulunduğunu ve o esbab Onun perdesi olduğunu ispat eder.
Evet, مَتَاعًا لَكُمْ وَلاَنْعَامِكُمْ tabiriyle, bütün esbabı icad kabiliyetinden azleder. Mânen der: Size ve hayvânâtınıza rızkı yetiştirmek için su semâdan geliyor. O suda, size ve hayvânâtınıza acıyıp, şefkat edip rızık yetiştirmek kabiliyeti olmadığından, su gelmiyor, gönderiliyor demektir. Hem toprak nebâtâtıyla açılıp, rızkınız oradan geliyor. Hissiz, şuursuz toprak sizin rızkınızı düşünüp şefkat etmek kabiliyetinden pek uzak olduğundan, toprak kendi kendine açılmıyor; Birisi o kapıyı açıyor, nimetleri ellerinize veriyor. Hem otlar, ağaçlar sizin rızkınızı düşünüp merhameten size meyveleri, hububatı yetiştirmekten pek çok uzak olduğundan, âyet gösteriyor ki, onlar bir Hakîm-i Rahîmin perde arkasından uzattığı ipler ve şeritlerdir ki, nimetlerini onlara takmış, zîhayatlara uzatıyor. İşte şu beyanattan Rahîm, Rezzâk, Mün’im, Kerîm gibi çok esmânın matlaları görünüyor.
Hem meselâ,
اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللهَ يُزْجِى سَحَابًا ثُمَّ يُؤَلِّفُ بَيْنَهُ ثُمَّ يَجْعَلُهُ رُكَامًا فَتَرَى الْوَدْقَ يَخْرُجُ مِنْ خِلاَلِهِ وَيُنَزِّلُ مِنَ السَّمَۤاءِ مِنْ جِبَالٍ فِيهَا مِنْ بَرَدٍ فَيُصِيبُ بِهِ مَنْ يَشَۤاءُ وَيَصْرِفُهُ عَنْ مَنْ يَشَۤاءُ يَكَادُ سَنَا بَرْقِهِ يَذْهَبُ بِاْلاَبْصَارِ يُقَلِّبُ اللهُ الَّيْلَ وَالنَّهَارَ اِنَّ فِى ذٰلِكَ لَعِبْرَةً ِلاُولِى اْلاَبْصَارِ وَاللهُ خَلَقَ كُلَّ دَۤابَّةٍ مِنْ مَۤاءٍ فَمِنْهُمْ مَنْ يَمْشِى عَلٰى بَطْنِهِ وَمِنْهُمْ مَنْ يَمْشِى عَلٰى رِجْلَيْنِ وَمِنْهُمْ مَنْ يَمْشِى عَلٰۤى اَرْبَعٍ يَخْلُقُ اللهُ مَا يَشَۤاءُ اِنَّ اللهَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ
[Görmedin mi: Allah bulutları azar azar sevk eder; sonra onları birleştirir ve üst üste yığar. Derken, onun arasından yağmurun çıktığını görürsün. Allah gökten öyle dağlar indirir ki, bazan onda dolu da bulunur; onu Allah dilediği kimsenin başına indirir, dilediğinden de uzak tutar. Onun şimşeğinin parıltısı ise gözü alacak gibidir. | Allah gece ile gündüzü birbirine çevirir. Görecek gözü olanlar için işte bunda bir ibret vardır. | Hareket eden her canlıyı Allah sudan yaratmıştır. Onlardan kimi vardır, karnı üstünde sürünür. Kimi vardır, iki ayak üstünde yürür. Kimi de vardır, dört ayak üstünde yürür. Allah ne dilerse onu yaratır. Çünkü Allah’ın gücü herşeye yeter.] [5]
İşte, şu âyet, mu’cizât-ı rububiyetin en mühimlerinden ve hazine-i rahmetin en acip perdesi olan bulutların teşkilâtında, yağmur yağdırmaktaki tasarrufât-ı acîbeyi beyan ederken, güya bulutun eczaları cevv-i havada dağılıp saklandığı vakit, istirahate giden neferat misillü, bir boru sesiyle toplandığı gibi, emr-i İlâhî ile toplanır, bulut teşkil eder. Sonra, küçük küçük taifeler bir ordu teşkil eder gibi, o parça parça bulutları telif edip, kıyamette seyyar dağlar cesamet ve şeklinde ve rutubet ve beyazlık cihetinde kar ve dolu keyfiyetinde olan o sehab parçalarından, âb-ı hayatı bütün zîhayata gönderiyor. Fakat o göndermekte bir irade, bir kast görünüyor. Hâcâta göre geliyor; demek gönderiliyor. Cevv berrak, sâfi, hiçbir şey yokken, bir mahşer-i acaip gibi, dağvâri parçalar kendi kendine toplanmıyor. Belki zîhayatı tanıyan Birisidir ki, gönderiyor. İşte, şu mesafe-i mâneviyede Kadîr, Alîm, Mutasarrıf, Müdebbir, Mürebbî, Mugîs, Muhyî gibi esmâların matla’ları görünüyor.[6]
***
Risale-i Nur, özellikle Yirmi Beşinci Söz, Kur’ân’ı anlayarak okumaya çalışanlar için, bu verdiğimiz örnekler gibi daha nice numuneleri bize sunar; ancak işi burada bırakmaz, daha doğrusu bizim işi burada bırakmamızı istemez. Verilen misallerin sonlarındaki şu ifadelere bakınız; hepsi de, tekrar tekrar, okuyucuyu burada kazandıkları bilgiyle Kur’ân’ı okumaya ve kıyas yapmaya çağırıyor:
Daha sair âyâtın mânâlarındaki kuvvet ve belâgati ve ulviyet-i ifadesini bunlara kıyas et.[7]
İşte, sair noktaları buna kıyas et, ne kadar güzel ve âli bir üslûbu var, gör.[8]
İşte, tufan gibi bir hadise-i umumiyeyi bütün netaiciyle, hakaikiyle, birkaç cümlede, îcazlı, i’cazlı, cemalli, icmalli bir tarzda beyan eder. Şu denizin sair katrelerini şu katreye kıyas et.[9]
İşte, Kur’ân’ın câmiiyet-i lâfziye cihetiyle, kelâmdan, kelimeden, huruftan ve sükûttan, her birisinin binler misallerinden yalnız nümune olarak birer misal getirdik. Âyeti ve kıssatı bunlara kıyas edersin.[10]
İşte, şu misallerden, kıssa-i Musa aleyhisselâm ve Benî İsrail’in sair cüzlerini ve sair kıssalarını bu kıssaya kıyas et. . . . Ârife işaret yeter.[11]
Başka noktaları buna kıyas eyle; kuvvetin varsa istinbat et.[12]
Şimdi, Kur’ân’ın i’câzıyla ilgili örneklerin sonunda yer alan bu emir cümlelerini önümüze koyup düşünelim:
Üstadın bu cümleleri bizi neye yönlendiriyor?
Ve, daha da önemlisi:
Biz bu yönlendirmeden nasıl bir nasip alıyoruz?
Bunlar da inşaallah bir sonraki bölümün konusu olacaktır.
[İlk yayın tarihi: 10 Temmuz 2020]
Yazarın Kalem Yazmak Zorunda: Kur’an ve Sünnet Işığında Risale-i Nur Cemaatlerinin Dünü, Bugünü, Yarını adlı eserinden alınmıştır. Kitabı bütün kitap sitelerinde bulabilirsiniz. İki örnek:
https://www.kitapoba.com/kalem-yazmak-zorunda
https://www.babil.com/kalem-yazmak-zorunda-kitabi-umit-simsek
[1] Mü’minûn sûresi, 23:12-14.
[2] A’râf sûresi, 7:54.
[3] Risale-i Nur Külliyatı, c. 1, s. 189-190.
[4] Abese sûresi, 80:24-32.
[5] Nur sûresi, 24:43-45.
[6] Risale-i Nur Külliyatı, c. 1, s. 191-192.
[7] A.g.e., s. 165.
[8] A.g.e., s. 166.
[9] A.g.e., s. 167.
[10] A.g.e., s. 176.
[11][11] A.g.e., s. 180.
[12][12] A.g.e., s. 193.