"Masum" bir yalan olamaz mı?

*


Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğunu
inkâr edenlere karşı
Bediüzzaman Said Nursî’nin
telif ettiği
bir mantık şaheseri

2

Şeytanla münazaranın devamında, Bediüzzaman, peygamberlerin beşer olarak gönderilmelerindeki hikmete de dikkati çeker. Ve insanların kullandığı sözlerle indirilmiş olması  yüzünden Kur’ân’ı beşer sözüne benzeten Şeytanın iddiasını çürütür:


Şeytan döndü ve dedi: “Kur’ân beşer kelâmına benziyor; onların muhaveresi tarzındadır. Demek beşer kelâmıdır. Eğer Allah’ın kelâmı olsa, Ona yakışacak, her cihetçe harikulâde bir tarzı olacaktı. Onun sanatı nasıl beşer sanatına benzemiyor; kelâmı da benzememeli.”

Cevaben dedim: Nasıl ki Peygamberimiz (a.s.m.), mucizâtından ve hasâisinden [mucizelerinden ve peygamberliğe özgü hallerinden] başka, ef’al ve ahval ve etvârında [fiillerinde, hal ve tavırlarında] beşeriyette kalıp, beşer gibi âdet-i İlâhiyeye ve evâmir-i tekviniyesine münkad ve mutî olmuş [kâinatta geçerli olan İlâhî kanunlara uymuş]. O da soğuk çeker, elem çeker, ve hâkezâ… Herbir ahval ve etvârında harikulâde bir vaziyet verilmemiş—tâ ki ümmetine ef’âliyle imam olsun, etvârıyla rehber olsun, umum harekâtıyla ders versin. Eğer her etvârında harikulâde olsaydı, bizzat her cihetçe imam olamazdı, herkese mürşid-i mutlak olamazdı, bütün ahvâliyle rahmeten li’l-âlemîn [âlemlere rahmet] olamazdı.Aynen öyle de, Kur’ân-ı Hakîm, ehl-i şuura imamdır, cin ve inse mürşiddir, ehl-i kemâle rehberdir, ehl-i hakikate muallimdir. Öyleyse, beşerin muhaverâtı ve üslûbu tarzında olmak, zarurî ve kat’îdir. Çünkü, cin ve ins münâcâtını ondan alıyor, duasını ondan öğreniyor, mesâilini onun lisanıyla zikrediyor, edeb-i muaşereti ondan taallüm ediyor, ve hâkezâ, herkes onu merci yapıyor. Öyleyse, eğer Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâmın Tûr-i Sina’da işittiği kelâmullah tarzında olsaydı, beşer bunu dinlemekte ve işitmekte tahammül edemezdi ve merci edemezdi. Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâm gibi bir ulül’azm [peygamberlerin en büyüklerinden biri], ancak birkaç kelâmı işitmeye tahammül etmiştir.


Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğunu insanlara inkâr ettirmek için Şeytanın bu noktaya kadar başvurduğu yolları özetleyecek olursak:

  1. Evvelâ, insana daha işin başındayken Kur’ân’ı inkâr ettirerek ona beşer kelâmı gözüyle baktırmak ve muhakemeyi bu noktadan başlatmak ister.
  2. Bunu kabul ettirmek için, hilesini “tarafsızlık” şeklinde sunar.
  3. Bunu kabul ettiremediği takdirde, “Ne Allah kelâmı, ne de beşer kelâmı” şeklindeki telkiniyle ve yine tarafsızlık perdesi altında Kur’ân’ı inkâr ettirmeye çalışır.
  4. Ne olursa olsun, tartışmayı, peşin olarak Kur’ân’ı inkâr ettirmek suretiyle başlamak ister. Böylece, Kur’ân’ın hak kitap olduğuna dair bütün kanıtları bir çırpıda yok saymış olacak ve muhatabını, bütün bu delillerin kuvvetine sahip yeni bir delil araştırmak zorunda bırakacaktır.
  5. Bu hilelerinde başarılı olamayıp kendisi Kur’ân’ın beşer sözü olduğunu ispat etmek zorunda bırakıldığında ise delil bulamaz. Bu defa bir benzerliği “ayniyet” şeklinde göstermek suretiyle insanı yanıltmak ister. Daha doğrusu, psikolojide “paraloji” olarak bilinen sakat bir mantık yürütmeye başvurur. “Masa dört ayaklıdır; kedi de dört ayaklıdır; öyleyse ikisi birbirinin aynıdır” diyen hasta gibi, Şeytan da “İnsanlar kelime ve cümleler kurarak konuşur; Kur’ân da kelimeler ve cümlelerle yazılmıştır. Öyleyse Kur’ân beşer kelâmıdır” şeklindeki bir mantık yürütme ile insanı şaşırtmaya çalışır. Halbuki her dört ayaklı şey kedi olmadığı gibi, kelime ve cümleler aracılığıyla meram ifade etmek de sadece insana has bir özellik değildir. Şeytanın bizzat kendisi, insan sözüne benzeyen pek çok saçmalıklar uydurarak Allah kelâmı diye Müseylime’ye satmıştır! Âlemlerin Rabbi ise, bize öğrettiği kelime ve cümlelerle beyanların en güzelini indirmeye herkesten ziyade lâyık ve kadirdir.

Böylece, Şeytanın elinde, Kur’ân hakkında insana kuşku verecek bir “delil” kalmamış bulunuyor. Ancak Şeytan, daha başka yollardan saldırıya geçerek insanları inkâra sürüklemekten geri kalmayacaktır. Böylece, Bediüzzaman’ın Şeytan ile giriştiği münazarada yeni bir bölüm açılmış olmaktadır.

Şeytan ile münazarasının buraya kadar olan bölümünde, Bediüzzaman, Allah kelâmı olan Kur’ân’ın beşere yakıştırılmasını gerektiren hiçbir delilin bulunmadığını ortaya koymuş olmaktadır. Ancak Şeytan delil bulmaktan ümidini keserek bu defa sebep araştıracak, ihtimaller üzerinde duracaktır. İhtimal olarak ise akla gelebilecek birşey vardır:

Kur’ân madem insanları iyiliğe ve güzelliğe teşvik ediyor, kötülükten sakındırıyor. Öyleyse bunu dindar bir zat kendi eliyle yazıp sonra da insanlar üzerindeki etkisini arttırmak için “Bunu Allah gönderdi” demiş olamaz mı?

Burada Şeytanın artık “ödün” vermeye başladığı görülmektedir. Ancak bu “ödün,” daha büyük birşeyler koparmak için kullanılan bir yemden başka birşey değildir. Görünüşe bakılırsa, Kur’ân’ın ve Resulullahın insanları iyiliğe çağırdığını Şeytan da kabul etmiş olmaktadır. Ancak “iyi niyet” perdesine sarıp sarmalayarak Kâinat Efendisine ve Kur’ân’a yakıştırmak istediği şeyin içyüzü pek çirkindir.

Bediüzzaman, bu iddiaya dört aşamada cevap verir:


Şeytan yine döndü, dedi ki: “Kur’ân’ın mesâili gibi, çok zatlar o çeşit mesâili din namına söylüyorlar. Onun için, bir beşer, din namına böyle birşey yapmak mümkün değil mi?”

Cevaben, Kur’ân’ın nuruyla dedim ki:

Evvelâ: Dindar bir adam, din muhabbeti için, “Hak böyledir, hakikat budur, Allah’ın emri böyledir” der. Yoksa, Allah’ı kendi keyfine konuşturmaz. Hadsiz derece haddinden tecavüz edip, Allah’ın taklidini yapıp, Onun yerinde konuşmaz. [Allah adına yalan uydurandan daha zalim kim vardır?] düsturundan titrer.


Yalan yalandır—ister iyi niyetle, ister kötü niyetle söylenmiş olsun. Kendi yazdığı kitapla ortaya çıkıp “Bunu Allah gönderdi” demek de bir yalandır. Üstelik Allah adına söylenmiş bir yalandır. Allah’tan büyük kimse olmadığına göre, Allah adına söylenmiş bir yalandan daha büyük bir yalan da düşünülemez. Öyleyse, Allah adına kitap uydurmaya kalkmak, Şeytanın göstermeye çalıştığı gibi masum bir hareket ve dindar bir kimseden beklenecek birşey değil, kâinatta düşünülebilecek en büyük yalanı söylemek ve işlenebilecek en büyük zulmü işlemek anlamına gelir. Kalbinde zerre kadar Allah korkusu olan bir kimse böyle bir cinayete cür’et edemezken, insanlar arasında Allah’tan en ziyade korkan bir peygamber, nasıl olur da kendisini—hâşâ!—Allah’ın yerine koyar, Onu taklit ederek Onun adına kitap yazmaya teşebbüs eder?

İkinci olarak da, bir taklit, zaruri olarak, üç tarafın varlığını gerektirir: Bir taklit eden ve bir taklit edilen bulunmalı ve bu taklit birilerine karşı yapılmış olmalıdır. O halde, Şeytanın iddiasına karşı şu üç soruya cevap aranması gerekir:

  1. Taklit eden kimdir?
  2. Taklit edilen kimdir?
  3. Bu taklit kime karşı yapılmış ve ona kimler inanmıştır?

Şeytanın dâvâsında ise,

(1) taklit edenin bir beşer olduğu,

(2) taklit edilenin Âlemlerin Rabbi olduğu,

(3) bu taklide, başta Ebu Bekir (r.a.) ve Ömer (r.a.) gibi Sahabîler olmak üzere bütün Saadet Asrı Müslümanlarının, o günden bu yana gelip geçmiş bütün Müslümanların ve bugün dünyadaki bir milyardan fazla Müslümanın birden inandığı iddiası vardır.

Oysa Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm elinde Kur’ân ile ortaya çıktığı zaman onun davetine koşup gelenler bir taklide kandıkları için canlarını ve mallarını tehlikeye atmıyorlardı. Taklide meyilli olanlar ise “Atalarımızdan veya din büyüklerimizden gördüklerimiz bize yeter” diyerek putperestlikte ve diğer bâtıl dinlerde kalmışlardı. Onlara karşılık, Hazret-i Ali “Allah beni yaratırken babama sormadı ki ben dinimi seçerken ona sorayım” diyerek kendi kararını bütün bir kavmine karşı verirken, semâvî kitapları inceden inceye tetkik edip de Âhirzaman Peygamberinin özelliklerini orada bulan Yahudi âlimlerinden Abdullah ibni Selâm, Peygamberimizi görür görmez “Onu oğlumu tanır gibi tanıyorum, hattâ oğlumdan ziyade ondan eminim. Çünkü oğlum hakkında annesinin bana ihanet etmesi mümkündür; fakat şu simada yalan olamaz” diyerek ona iman ediyordu. Hazret-i Ömer ise, Peygamberi ortadan kaldırmaya azmettiği bir sırada Kur’ân’ı işiterek Müslüman olmuştu.

Onlar, kendisi âciz ve fâni bir beşer olduğu halde Âlemlerin Rabbini taklit etmeye teşebbüs eden bir beşerin sözüne mi kandılar?

Ve bütün hayatları boyunca, o Peygamber Kur’ân’dan inen âyetleri kendilerine bir bir okudukça, nasıl bir taklide aldanmış olduklarını hiç mi fark etmediler?

Sonraki asırlarda Kur’ân’ın her harfinde ayrı anlamlar keşfedip kütüphaneler dolusu tefsirler yazan, Allah Resulünün her sözünü ve her halini en küçük ayrıntısına kadar araştıran binlerce âlimden hiçbirisi, nasıl oldu da kendisini Allah’ın yerine koyup da konuşan bir beşerin hiçbir sözünden ve hiçbir fiilinden en küçük bir yapmacık kokusu almadılar?

Milyarlarca Müslüman, böyle bir taklidi on dört asır boyunca nasıl oldu da hakikat kabul etti ve onda hiçbir yapmacık izi bulmadı?

Bediüzzaman, Şeytanın taklit iddiasına karşı verdiği cevabın ikinci aşamasında bu hususları ele alır:


Ve saniyen: Bir beşer kendi başına böyle yapması ve muvaffak olması hiçbir cihetle mümkün değildir, belki yüz derece muhaldir. Çünkü birbirine yakın zatlar birbirini taklit edebilirler. Bir cinsten olanlar birbirinin suretine girebilirler. Mertebece birbirine yakın olanlar birbirinin makamlarını taklit edebilirler, muvakkaten insanları iğfal ederler; fakat daimi iğfal edemezler. Çünkü, ehl-i dikkat nazarında, alâ külli hal, etvar ve ahvâli içindeki tasannuatlar ve tekellüfatlar [hal ve tavırlarındaki yapmacıklar] sahtekârlığını gösterecek, hilesi devam etmeyecek.

Eğer sahtekârlıkla taklide çalışan, ötekinden gayet uzaksa, meselâ âdi bir adam İbn-i Sina gibi bir dâhiyi ilimde taklit etmek istese ve bir çoban bir padişahın vaziyetini takınsa, elbette hiç kimseyi aldatamayacak, belki kendi maskara olacak. Herbir hali bağıracak ki, “Bu sahtekârdır!”

İşte—hâşâ, yüz bin defa hâşâ—Kur’ân beşer kelâmı farz edildiği vakit, nasıl ki bir yıldız böceği bin sene tekellüfsüz, hakikî bir yıldız olarak rasat ehline görünsün? Hem bir sinek, bir sene tamamen tavus suretini tasannusuz temâşâ ehline göstersin? Hem sahtekâr, âmi bir nefer, namdar, âli bir müşirin tavrını takınsın, makamında otursun, çok zaman öyle kalsın, hilesini ihsas etmesin? Hem müfteri, yalancı, itikadsız [inançsız] bir adam, müddet-i ömründe daima en sadık, en emin, en mutekid [en ziyade inançlı] bir zâtın keyfiyetini ve vaziyetini en müdakkik [en ince araştırıcı] nazarlara karşı telâşsız göstersin, dâhilerin nazarında tasannuu saklansın? Bu ise yüz derece muhaldir; ona hiçbir zîakıl [akıl sahibi] mümkün diyemez. Ve öyle de farz etmek, bedihî bir muhali vaki farz etmek gibi bir hezeyandır.

Aynen öyle de, Kur’ân’ı kelâm-ı beşer farz etmek, lâzım gelir ki, âlem-i İslâmın semâsında bilmüşahede pek parlak ve daima envâr-ı hakaiki [hakikat nurlarını] neşreden bir yıldız-ı hakikat, belki bir şems-i kemâlât [bütün mükemmellikleri cihana yayan bir güneş] telâkki edilen Kitab-ı Mübinin mahiyeti—hâşâ, sümme hâşâ—bir yıldız böceği hükmünde tasannucu bir beşerin hurafatlı bir düzmesi olsun. Ve en yakınında olanlar ve dikkatle ona bakanlar farkında bulunmasın. Ve onu daima âli ve menba-ı hakaik [hakikatlerin kaynağı] bir yıldız bilsin. Bu ise yüz derece muhal olmakla beraber, sen ey Şeytan, yüz derece şeytanetinde ileri gitsen, buna imkân verdiremezsin, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın. Yalnız, pek uzaktan baktırmakla aldatıyorsun; yıldızı, yıldız böceği gibi küçük gösteriyorsun.


Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâma ister iman etsin ister etmesin, ister dost olsun ister düşman, herkesin onun hakkında ittifak ettiği tarihî gerçekler vardır.

Bir defa o yalnız başına meydana çıkmış, emlinde hiçbir maddî kuvvet, mevki ve nüfuz olmadan ve çevresinden de yardım yerine düşmanlık gördüğü halde dâvâsını ilân etmiştir.

İkinci olarak, hayatında o daima doğruluğun, dürüstlüğün, iyiliğin, güvenilirliğin ve güzel ahlâkın timsali olmuştur.

Üçüncü olarak da, etrafındakilere daima bu güzel ahlâk ilkelerini telkin etmiş, telkin etmekle de kalmayıp bu ilkeleri onların ruhlarına bütünüyle ve hiçbir kuvvetin sökemeyeceği şekilde yerleştirerek, vahşî bir kavimden, güzel ahlâkın en yüksek meziyetlerine sahip bir millet çıkarmıştır.

Dost ve düşmanın ittifakı altındaki bu tarihî gerçeklere, Bediüzzaman, On Dokuzuncu Sözde şöyle temas eder:


İşte, bak: Şu cezire-i vâsiada [şu geniş adada] vahşî ve âdetlerine mutaassıp ve inatçı muhtelif akvâmı, ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-i vahşiyânelerini def’aten kal’ ve ref’ ederek [kötü ve vahşî âdet ve ahlâklarını bir hamlede kaldırarak], bütün ahlâk-ı hasene ile teçhiz edip [güzel ahlâkla donatıp] bütün âleme muallim ve medenî ümeme [milletlere] üstad eyledi. Bak, değil zahirî bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalbleri, nefisleri fetih ve teshir ediyor. Mahbub-u kulûb [kalplere sevgili], muallim-i ukul [akıllara öğretmen], mürebi-i nüfus [nefislerin terbiyecisi], sultan-ı ervah [ruhların sultanı] oldu.

Bilirsin ki, sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimde, büyük bir hâkim, büyük bir himmetle, ancak daimî kaldırabilir. Halbuki, bak: Bu zat, büyük ve çok âdetleri, hem inatçı, mutaassıp, büyük kavimlerden, zahirî küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ref edip, yerlerine öyle secâyâ-yı âliyeyi—ki dem ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak—vaz ve tesbit eyliyor. Bunun gibi daha pek çok harika icraatı yapıyor.

İşte, şu Asr-ı Saadeti görmeyenlere, Ceziretü’l-Arabı gözlerine sokuyoruz. Haydi, yüzer filozofu alsınlar, oraya gitsinler, yüz sene çalışsınlar! O zâtın o zamana nisbeten bir senede yaptığının yüzden birisini acaba yapabilirler mi?

Hem bilirsin: Küçük bir adam, küçük bir haysiyetle, küçük bir cemaatte, küçük bir meselede, münazaralı bir dâvâda, hicapsız, pervâsız, küçük fakat hacâlet-âver [utandıracak] bir yalanı, düşmanları yanında hilesini hissettirmeyecek derecede teessür ve telâş göstermeden söyleyemez.

Şimdi bak bu zâta: Pek büyük bir vazifede, pek büyük bir vazifedar, pek büyük bir haysiyetle, pek büyük emniyete muhtaç bir halde, pek büyük bir cemaatte, pek büyük husumet karşısında, pek büyük meselelerde, pek büyük dâvâda, pek büyük bir serbestiyetle, bilâpervâ, bilâtereddüt, bilâhicap, telâşsız, samimî bir safvetle, büyük bir ciddiyetle, hasımlarının damarlarına dokunduracak şedit, ulvî bir surette söylediği sözlerde hiç hilâf bulunabilir mi?[1]


İşte, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmın insanlık âlemine vurduğu mühür orta yerdedir. Tarihte hiç kimseye nasip olmamış bir inkılâbı onun gerçekleştirmiş oldğuna da yine onun dostu ve düşmanı birlikte şahittir—öyle bir halde ki, dostları ondan dinlerini öğrenmek için her halini inceden inceye takip ediyor, düşmanları ise bir açığını yakalamak için her sözünü ve her hareketini kolluyordu. En küçük bir yalanı veya tutarsızlığı bulunsaydı hiç gizli kalır mıydı?

Böyle bir zâta “Allah kelâmı dediği kitabı kendi eliyle yazdı” şeklinde bir yakıştırmada bulunmak ise, bütün bu tarihî gerçekleri yok saymadıkça asla mümkün olmaz. Çünkü bu, onun—hâşâ—Allah adına bir yalanla ortaya çıkıp bütün insanlığı kandırmış olduğu anlamına gelir. Bu defa da, mahiyeti yalanların en büyüğüne ve en çirkinine dayalı bir dâvâ ile iyiliği ve doğruluğu nasıl yaşayıp yaşattığı ve insanlığın beşte birine benzeri görülmedik bir sür’at ve kuvvetle nasıl yerleştirdiği sorusuna cevap aramak gerekecektir.

Madem ki onun hayatı ve eseri orta yerdedir; o halde Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm hakkında bir kimsenin verebileceği iki hüküm vardır:

Ya onun Âlemlerin Rabbi tarafından hak kitap ile gönderilmiş peygamber olduğuna inanacak ve onu insanların en faziletlisi kabul edecek; ya da onun insanların en kötüsü ve en yalancısı olduğunu iddia etmek zorunda kalacaktır. Yoksa, “Peygamber olduğu halde Allah adına yalan söylemiştir” diyemeyeceği gibi, “Sahtekârlığın en büyüğüyle insanları iyiliğin en yüce mertebelerine sevk etmiştir” de diyemez.

Evet, gerçek olanla sahte olanın, doğru ile yalanın ortası olmaz—hele Allah adına ileri sürülen bir iddia meydanda ise. Tıpkı münazaranın başında Allah kelâmı ile beşer kelâmı arasında bir ortay yer bulunmadığını gösterdiği gibi, Şeytanın “Bir kimse din namına böyle birşey yapmış olamaz mı?” sorusuna verdiği cevabın üçüncü aşamasında, Bediüzzaman, Allah Resulü hakkında da bir orta yol düşünülemeyeceğini gösterir.

[Devamı var]

[1]  Risale-i Nur Külliyatı, s. 92-93.