Ali Ulvi Kurucu'nun üç duası

ÜMİT ŞİMŞEK

Büyük insanların her biri özel bir görevle gelir, yahut gönderilir bu dünyaya. Görevlerini tamamlar ve dönerler. Döndükleri zaman, arkalarında, geldikleri dünyadan daha farklı bir dünya bırakmışlardır. Onlardan herhangi birinin büyüklüğünü anlamak için, yokluklarını tasavvur etmek, yahut hayalen onlardan önceki zamana dönmek yeter:

Sinan’sız bir dünyada Süleymaniye, Mevlânâ’sız bir dünyada Mesnevî, Itrî’siz bir dünyada bayram tekbiri, Âkif’siz bir dünyada Safahat yoktu. Ve hiç şüphesiz, o eski dünyalardan herbiri, bugünkü dünyaya nisbetle daha yoksul bir dünya idi. O büyük insanların arkalarından baktığımız zaman, onların, bu dünyada eksik olan birşeyleri tamamlamak için yaratıldıklarını görebiliyoruz.

Onlar, bir yönüyle bu dünyaya aittirler ve ondan ayrı düşünülemeyecek bir parçadırlar; bir yönüyle de başka bir âlemin insanlarıdırlar.

Bu dünyaya aittirler; çünkü bu dünyanın yaratılışında var olan âhenk ve düzen, onların yaratılışıyla daha da mânâ kazanmıştır. Başka bir âlemin insanlarıdırlar; çünkü gelip geçici bir dünya, o kadar büyük varlıkların ağırlığını kaldıramaz; zaten küçük-büyük ayırt etmez bu dünya, kucağına düşeni çürütür, öğütür, bir avuç toprak halinde eşitleyiverir.

Kâinatın yüz milyar kadar kehkeşanından bir tanesinin yüz milyar güneşinden birisinin gezegenlerinden bir gezegenin üzerinde, Konya adlı bir beldenin mütevazi evlerinden birinde, dünyanın doğuşundan tahminen 4,5 milyar sene kadar sonra bir gün Ali Ulvi Kurucu adıyla anılacak bir insan hayata gözünü açtığı zaman, bu olay, anne ile babasından ve üç beş akrabâsından başka pek az kimse için bir anlam ifade ediyordu görünürde. Fakat mânâ âlemlerinin değer ölçüleri daha farklıdır. Orada kişilerin zaman ve mekânda işgal ettiği yer değil, kendisini gönderenin nazarında ifade ettiği anlam esas alınır. Ali Ulvi Kurucu için ise, bu anlamın pek az kula nasip olacak bir büyüklükte olduğu, ona verilmiş olan kabiliyetlerden ve gösterilmiş olan hedeften belliydi.

“İslâm çirkini güzel yapar, güzeli daha da güzelleştirir.”

Dilinden düşürmedi, halinden de eksik etmedi bu sözü. Bir münezzeh güzelliğin peşine düşürülmüştü, besbelli. İslâmı güzellikle anlayan ve güzellikle anlatan bir ortamda dünyaya geldi ve sonra da sanat denen güzelliğin birkaç dalıyla birden tanıştı; sözün, sesin, süsün ve yazının güzelliklerine daldı.

Bir başka zemin, başka zaman çerçevesinde
Eşsiz Güzelin vaslına ermek hevesinde.

***

Daldığı güzellikler içinde yalnız değildi Ali Ulvi Kurucu. Orada pek çok tanıdık sesler buldu. Ama bir tanesiyle, özellikle bir tanesiyle, arasında büyük bir âşinâlık vardı. Zamanın ve zeminin başka kesitlerinde, ayrı bedenlere bürünmüş tek bir ruh gibiydi o ve kendisi. Duyduklarını ve düşündüklerini onda buldu. Onu aşkına ve imanına tercüman gördü. Aynı güzelliğin peşine düşmüş iki insandılar. Sualler ve cevaplar gidip geldi ruhlar ve zamanlar arasında.

Âkif diye haykırsam ufuklarla beraber,
Âkif diye feryadıma ses vermede her yer.

Böylece, onu kendisine model seçti Ali Ulvi Kurucu. Âkif’in Rabbine yöneldi, Âkif’e verilen nasipten istedi. Bu onun birinci duasıydı.

Duası bir güzellikle kabul gördü Ali Ulvi Kurucu’nun. Bir zaman sonra, herkes onun, “Zamanın Âkif’i” olduğunda ittifak etti. Artık o Âkif’e tercümanlık yapıyor, ölümün susturduğu bir dile bedel o konuşuyordu. Fakat Âkif’in nasibinde çile de vardı; ondan da payını aldı. Bir yandan Âkif’in imanı ve Âkif’in beyanıyla yazarken, bir yandan da Âkif’in ıztırabını çekiyordu.

Tâ ezelden demek uşşâka mukadder bu çile,
Gece bülbül yine bin âh ile yalvardı güle.
Sevilen gonca açıldıkça seven yaş döküyor,
Söyle cânan, hani yol vardı gönülden gönüle.

***

Ali Ulvi Kurucu’nun ikinci duası da bir başka güzellikle kabul gördü Yer ve Gökler Rabbinin dergâhında. Habibi, onu yanına aldı. Ve altmış yıl boyunca dizinin dibinden ayırmadı. Bülbül, artık gülünün yanı başında şakıyordu.

Bû-yi vaslındır muattar eyleyen sünbülleri,
Nur cemalinden eserdir bağ-ı aşkın gülleri,
Gül cemalindir Habibim mest eden bülbülleri,
“Ben Resul-i Kibriyânın bülbül-i nâlânıyım,”
“Mücrimim gerçi, cemal-i Mustafâ hayranıyım.”

Peygamber komşuluğunda yazdıkları, Peygamberden haberler taşıyordu okuyanlara. Zaman geçtikçe o mekânıyla bütünleşti. İnsanlar onu artık “Peygamber komşusu” olarak tanıyorlardı. Onu okuyup dinledikçe Peygamberin kokusunu aldılar; onunla Peygamberlerine selâmlar gönderdiler.

“Peygamber-i Zîşânın komşuluğu bize çok dostlar kazandırdı” diyordu. Bu “dostlar” tanımı içinde, âlemde Peygambere dost olan kim ve ne varsa dahil olduğunda şüphe yok: O mübarek avuçta tesbih eden taşlar, onun hasretiyle ağlayan kütükler de dahil! Ancak, güller ve bülbüller kadar, muzır haşerat da bu dünyanın tabiatında olan birşey; nice büyük insanlarla beraber, onların eteklerine saldırarak irtifa kazanmaya çalışan küçücük yaratıklar da yine bu toprakların üzerinde geziniyor ve sonunda hepsi birlikte toprağın altına giriyor. Bir ömür boyu Peygamber dostlarıyla muhabbet alıp veren Ali Ulvi Kurucu, ömrünün sonlarına doğru, Resulünün Ashabına ve Âkif’ine dil uzatabilmek için debelenen bedbahtları da gördü ne yazık ki. Fakat uğradığı bu talihsizlik, yeni bir eserin doğuşuna yol açtı. Bir anlattı Peygamberini, bir anlattı Âkif’ini, dinleyen ağladı, soran ağladı, izleyen ağladı, sunan ağladı. Böylece, giderken, “Peygamberin İzinde” bir eser daha bıraktı bu dünyada.[1]

***

Ve son duası Ali Ulvi Kurucu’nun:

“Bir nesil… Böyle bir nesil… İşte böyle bir nesil!”

Ve son duasının sonucu:

“Siz benim kabul olunan dualarımsınız.”

Âhir ömründe sayısız gençler onun elini öpme şerefine kavuştu.  “Ben Allah’tan böyle bir nesil istemiştim,” diyordu elini öpenlere. “Bahçıvan yetiştirdiği fidanın meyvesini yerken nasıl bahtiyar olursa, şimdi ben de öyle bahtiyar oluyorum.”

Onun duaları, Allah katında kabul gören dualardı; bunda şüpheye hiç mi hiç yer yok.

Bu dünyadan bir Ali Ulvi Kurucu geçti.

Ve her büyük insan gibi, arkasında eserlerini bıraktı.

En büyük eseri, onun kabul olunmuş dualarıydı.

Eğer herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda, bir gencin kalbine Peygamber sevgisi düştüğünü görür, işitir, yahut hissederseniz, bilin ki, Ali Ulvi Kurucu’nun duası oraya kadar ulaşmıştır.

Bugünlerde bu dualar o kadar çok kabul olunuyor ki!

***

[1] 28 Şubat’ın karanlık ortamında şımaran sefil ruhlardan birisi, millî şairimiz Mehmet Akif’e ve Resulullah’ın (s.a.v.) Ashab-ı Güzin’ine dil uzatarak kendisini gündeme taşımış ve bütün bir milletin nefretine muhatap olmuştu. Ali Ulvi Kurucu merhum o günlerde Türkiye’de idi. Yönetmenliğini Ayşe Böhürler’in, sunuculuğunu Özlem Zengin’in yaptığı bir Kanal 7  programında gençlerle bir araya geldi. Söz Sahabe’den açılınca, söz Mehmet Akif’ten açılınca, bir de karşısında kendisini iştiyakla dinleyen gençleri bulunca coşmaz mıydı Ali Ulvi Kurucu? Program sırasında Ayşe Hanımı aradım; “Sunucumuz dahil hepimiz iki gözü iki çeşme ağlıyoruz” dedi. Elhasıl, o muhteşem program da öylece tarihe geçti. İstemeden böyle bir programa vesile olan sefil ruha gelince, onu kimse hatırlamıyor bile: “Gömdü tarih onu artık yeri gayyâ dibidir!”