Neler söyler boncuk gözler?

ÜMİT ŞİMŞEK

Cem, o akşam vardığı sonuçların, son birkaç gün içindeki gözlemlerine yeni bir boyut getirdiğini görüyordu. Artık “Bir Uzaylının Gözüyle Dünyanın Kanunları” başlıklı defterinde bu gözlemleri için yeni bir bölüm açmak gerekecekti. Oysa sözkonusu kanunlardan birkaç tanesini not etmiş, ama gerisini getirmeye henüz fırsat bulamamıştı. Daldan dala sıçradığının farkındaydı Cem. Bir av sürüsü karşısında aç bir avcı gibi, hangisini tutacağını bilemez bir halde hissetti kendisini. Belki de bu dünyanın yapısı böyleydi. Herşey, herşeyle beraber çıkıyordu insanın karşısına; onları birbirinden soyutlayarak mercek altına almak her zaman kolay olmuyordu. Şimdi Cem’in karşısında duran manzaranın da derin bir tahlile ihtiyacı vardı hiç kuşkusuz; ama Cem buna kendisini hazır hissedemedi. Birtakım sonuçlara varmıştı varmasına; lâkin bunları yerli yerine oturtacak bir manzarayı da henüz tamamlayamamıştı. En iyisi, olayların yorumlanmasını zihinde bir olgunlaşma sürecine bırakmak idi. Onun için, Cem, vardığı sonuçları deftere işlemeyi daha sonraki bir zamana bırakarak elindeki kitabı okumaya devam etti. Yine de pasif bir okuma değildi Cem’inki. Hiçbir şeyi atlamıyor, hiçbir iddiayı peşin peşin kabullenmiyor; gereken yerlerde düzeltmeler yapıyor, yorumlar ekliyor, soru işaretleri koyuyor, notlar düşüyordu. Böylece iki saatten fazla bir zaman geçti. Gözkapaklarının ağırlaşmaya başladığını hissettiğinde, kitaptan yirmi sayfa kadar ilerlemiş olduğunu hesapladı Cem. Kısa bir günün son saatlerinin kârı olarak fena bir yekûn sayılmazdı.

Ertesi sabah sakin ve açık bir hava karşıladı Cem’i. Vapuru beklerken salona geçmek yerine, iskele dışında, deniz kenarında oyalanmayı tercih etti. İçindeki Uzaylı, her zaman olduğu gibi, etrafta keşfedecek birşeyler arıyordu. Çok geçmeden, aradığı şeyi ayaklarının dibinde buldu.

Kurşunî ve parlak yeşil renkli tüylerle kaplı, boncuk gözlü, tombul yüzlü, sevimli mi sevimli yaratıklardı bunlar. Etrafla pek ilgileri yok gibiydi. İnsanlardan fazlaca kaçmıyor, ama belli bir mesafeyi korumaya da özen gösteriyorlardı. Âniden, birkaç tanesinin kanat seslerini kulağının dibinde duydu Cem. Haşarı bir çocuk üzerlerine yürüyüp de onlardan birini yakalamak isteyince havalanmışlar, doğruca bir ağaç dalına konmuşlardı.

“Bunlar bir tür melek olmasın?”

İçindeki Uzaylıya cevap vermedi Cem. Problemi hemencecik çözüvermek, hoş bir rüyadan uyanmak gibi olacaktı. Oysa Cem, karşısındaki büyüleyici tablonun buğulu dünyasında doyasıya dolaşmak istiyordu.

Ağır adımlarla bu sevimli yaratıkların arasından yürürken, esrarengiz bir sesle her taraftan kuşatıldığını hissetti. Önce bu seslerin gerçek olup olmadığını anlamak istedi. Olduğu yerde durdu, gözlerini kapattı, etraftan gelen diğer sesleri zihinsel bir filtreden eleyerek sadece o sese yoğunlaşmaya çalıştı.

Daha yarım dakika geçmeden, dünyası bu esrarengiz seslerden ibaret hale gelmişti. Hiç kuşku yok, gerçekti bu ses. Gözünün önündeki yaratıklar kadar gerçek. Fakat ne kadar çözümlemeye çalıştıysa başaramadı. Belli belirsiz bir “Hû” sesine benziyordu, o kadar. Yönünü ise hiç belirleyemedi. Stereofonik bir ses gibi, yahut başka âlemlerden bir yankılanma gibi, her taraftan birden yansıyan ve insanın bütün dünyasını kaplayan bir sesti bu. Onu dinleyen, kendisini gizemli bir sohbetin tam orta yerinde buluyordu.

“Yahut zikreden dervişler?”

Cem yine cevap vermedi. Kapıyı çalıyor, ama hemen açılsın istemiyordu. Soru soruyor, ama esrarın bütünüyle çözülmesini beklemiyordu. Hattâ, konuyu bütünüyle açıklığa kavuşturma istidadı taşıyan soruları sormaktan da korkuyordu.

Gözlerini açtığında, Cem, kendisini, işittiği seslerin kaynağıyla karşı karşıya buldu. Yüzlercesi, etrafındaki ağaçların dallarına sıralanmış, Cem’e bakıyordu. Seslerin onlardan çıktığına dair bir belirti, bir hareket yoktu; ama konuşanın onlar olduğu besbelliydi.

Karşısına isabet eden dalda sıralananlardan biriyle göz göze geldi Cem. Gözünü parlak yeşil tüylerde dolaştırdı, sonra boncuk gözlere dikti. İki ruh arasında sualler ve cevaplar gidip geldi. İlk defa kendi cinsinden başka bir yaratıkla konuşabildiğini hissetti Cem. Konuştuğunu kelimelere dökecek hali yoktu; ne kadar sürdüğünü de kestiremedi. Sessiz, sözsüz, zamansız ve doyumsuz bir sohbetti bu. Ama birşeyi net bir şekilde anladığından Cem’in kuşkusu yoktu:

Boncuk gözlerin ardından dünyanın nasıl göründüğünü.

Gel gör ki, bunu da tarif edemiyordu Cem. Belki de nasıl görünmediğini anlatmaya çalışmak daha kolay olacaktı.

Herşeyden önce, o dünyada karışıklık yoktu, sadelik vardı; bulanıklık yoktu, netlik vardı. Endişe?

Asla. Yerdeki birkaç kırıntıyla karnını doyuran dallara doğru uçuyor, korodaki yerini alıyordu. Tekrar acıkacağı ne kadar kesin ise, tekrar doyacağı da o kadar kesindi—tıpkı güneşin ertesi gün tekrar doğması gibi.

Huzursuzluk?

O da yoktu boncuk gözlerin ardından seyredilen dünyada. Çünkü bunun için bir sebep yoktu.

Bunlar gibi düzinelerce kavramı bizim dünyamızdan o dünyaya taşımak istedi Cem. Bunların pek çoğu dışarıda kaldı. Bir süre sonra da bu çabalarının anlamsızlığını fark ederek kendi kendisine hayıflandı. Ama garip değil miydi? Bizim dünyamızın vazgeçilmez özellikleri arasında bulunan bu kavramlar boncuk gözlerin dünyasına ne kadar yabancı düşse de, o dünya Cem’e hiç yabancı gelmiyordu. Hemen alışmış, hemen ısınmış, hemen benimseyivermişti Cem o boncuk gözlerin dünyasını. Belli ki, o dünyanın, kendi âleminde bir karşılığı vardı. Belki de bir zamanlar böyle bir âleme girip çıkmıştı Cem, kimbilir? Acaba rüyasında mı? Okuduğu kitaplardan birinde mi? Seyrettiği bir filmde mi? Çocukluğunda dinlediği masallardan birinde mi?

Çocukluğunda—evet, çocukluğunda! Hafızasının altını üstüne getirdiğinde, Cem, boncuk gözlerin dünyasına en yakın dünya olarak çocukluğunun dünyasını buldu. Hattâ daha da geriye gidecek olursa, hatırlayamadığı bebekliği, aynen böyle bir dünya olmalıydı diye düşündü Cem. Gerçi bebek bu yaratıklara göre fazlaca meraklıydı; etrafı kurcalayıp birşeyler öğrenmeye çabalıyordu; bunların ise öyle bir derdi yoktu. Ama bebeğin dünyasında, şimdi ağaç dallarını doldurmuş bulunan bu sevimli yaratıkların âlemine benzeyen bir huzur, bir dinginlik, bir basitlik, bir sadelik, bir saflık olmalıydı.

Cem yine kendi dünyasına dönüp manzaraya bir daha oradan baktı.

Evet, bu yaratıkların biz insanlar üzerinde uyandırdığı duygular da bundan başkası değildi. Onlar böyle bir dünyada sadece kendileri yaşamakla kalmıyor, aynı zamanda o âlemden ve o duygulardan bize haberler de taşıyordu. Üstelik bu yaratıklar, biz Dünyalıların yaptıkları binalardan bir mesken tutmaları gerektiğinde, bunları başka bir âleme kapı açan yapılar arasından seçiyorlardı: cami avluları, türbeler, külliyeler gibi. Ve bu seçimleri o kadar bilinçliydi ki, ecdad binalarının kötü bir taklidi seviyesinde kalan yeni binalara onların gelmeyişi ünlü şair Ahmet Haşim’in dikkatini çekmiş, “Bundan böyle şehir meclisine bir de güvercin alalım ve yeni yapılacak binalar için onların fikrine başvuralım” şeklindeki bir teklifi ona ilham etmişti.

Bu saf ve sade dünyaya bir meraklı yolcu olarak hiç zorlanmadan girdi Cem. Ne sorduysa cevabını aldı. Ne sorduysa tek bir cevabı vardı.

Cem daha önce çiçeklere ve göklere sorduklarını da onlara bir bir sordu. Kimdi onları dünyalarıyla beraber yaratan? Kimdi o dünyayı, bu dünyayı ve başka dünyaları bir arada yaşatan? Doyuran kimdi, uçuran kimdi? Kurşunî ve parlak yeşil boyalarla bir kuşun tüyleri üzerine huzur ve mutluluğun resmini çizen kimdi?

Kimdi başka âlemlerden esenlik müjdeleri taşımak için güvercinleri haberci yapan?

Bütün bunların hiç kesilmeyen, dinmeyen, bitmeyen bir hecelik bir cevabı vardı ve bu cevap, Cem’i dört bir taraftan kuşatmış, onun dünyasının bütün derinliklerinde birden yankılanıyordu:

“Huuuuuuuuuuu…”

***

— Herşeyin Hikâyesini Merak Eden Adam: Tefekkür Gezileri’nden

[Herşeyin Hikâyesini Merak Eden Adam: Tefekkür Gezileri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları]