Hadis hayatımızın neresinde?

Peygamberimiz zamanında hadisler yazıldı mı, yazılmadı mı? Hadis-i şerifler bize ulaşıncaya kadar hangi merhalelerden geçti, sahih olan olmayandan nasıl ayrıldı?


HZ. MUHAMMED (s.a.v.) en son peygamber olduğu göre, onun irşadı, kendisinden sonraki bütün çağlara sağlam bir şekilde ulaşacak demektir. Madem ki insanlar Âhirzaman Peygamberine inanmak ve itaat etmekle yükümlü tutulmuştur; o halde, Peygamberden kendilerine intikal eden şeyin ne olduğunu açık bir şekilde bilmeleri gerekir. Yoksa, kimsenin, kendisine açık bir şekilde bildirilmemiş olan şeye uymakla yükümlü tutulmayacağı aşikârdır.

Peygamberden bize intikal eden iki ana kaynak vardır. Bunlardan birincisi olan Kur’ân, hiçbir tahrife uğramadan, hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak bir sağlamlıkla bugün herkesin elinde ve dilindedir. Dinin ikinci ana kaynağı olan Hadis de bize güvenilir bir kaynak olarak ulaşmış bulunuyor. Ancak onun muhafaza edilme ve bize ulaşma yöntemlerinde farklılıklar vardır.

Hadis dendiğinde, bundan, (1) Peygamberimizin sözlerini, (2) onun davranışlarını, (3) başkasına ait olup da onun tasdikine mazhar olmuş davranışları anlıyoruz. Bunların her üçü de, Peygamberimizin bütün hayatı boyunca, onun Sahâbîleri tarafından son derece dikkatli bir şekilde takip edilmiş ve kaydedilmiştir.

HADİSLER NASIL KAYDEDİLDİ?

Bu takip ve kayıt işlemi, önceleri, büyük ölçüde ezberlemek yoluyla gerçekleşiyordu. Zaten İlâhî kader, Peygamberi göndermeden önce o günkü Arap  toplumunu böyle bir görev için hazırlamış, onları son derece güçlü hafızalarla seçkin kılmıştı. Öyle ki, uzun çöl yolculuklarında, onlar, deve üzerinde iken hafızalarından satranç oynayabilecek bir hale gelmişlerdi. Peygamberimiz ise, konuştuğu zaman, değil öyle güçlü hafıza sahiplerinin, en zayıf hafızalı insanların bile rahatlıkla belleyebileceği şekilde tane tane konuşurdu. Hz. Aişe, bu durumu, “İsteyen, onun harflerini bile sayabilirdi” sözüyle tasvir eder.[1]

Dinleyenin hafıza gücü ile konuşanın bu özelliğine, bir de, Peygamberin her sözünü ve her hareketini iyice belleyip insanlara aktarmak yönündeki Sahâbe duyarlılığı eklenince, onun ağzından çıkan her sözün ve attığı her adımın zihinlerde, gönüllerde, dillerde ve hayatlarda sapasağlam bir şekilde yerleşmesi için gerekli olan bütün şartlar tamamlanmış oluyordu. Üstelik bunu, bizzat Peygamberimiz, bir görev olarak Sahâbîlerine yüklemiş, “Benden birşey işitip ezberleyen ve onu başkalarına ulaştıran kimsenin Allah yüzünü ağartsın. Bakarsınız, kendisine bilgi ulaştırılan kişi, onu işitenden daha iyi anlar”[2] buyurmuştur.

HADİSLERİ YAZANLAR DA VARDI

Ayrıca, daha Peygamberimiz hayatta iken onun sözlerini yazan Sahâbîler de olmuştur ki, bunların başlıcası, Hadis ilminin en önemli isimlerinden Abdullah ibni Amr’dır. O, Peygamberimizden ne işitirse yazardı. Bazıları ona “Resulullah sakin halde iken de konuşur, öfkeli iken de. Sen ondan duyduğun herşeyi yazma” deyince o da yazmayı bıraktı. Fakat bu durumu Peygamberimize anlatınca, o, dilini işaret ederek, “Yaz,” buyurdu. “Nefsim elinde tutan Allah’a yemin olsun ki, buradan, haktan başka birşey çıkmaz.” Bunun üzerine Abdullah eskisi gibi hadisleri yazmaya devam etti.

Sahâbenin bir diğer özelliği de, doğrulukları idi. Resulullahın terbiyesi onları öyle bir kıvama getirmişti ki, yalanın her türlüsünden tabiatları itibarıyla nefret ederler ve en küçük bir yalanı akıllarından dahi geçirmezlerdi. Fakat Peygamberimizden sonraki dönemlerde, çok çeşitli kültürlerden insanların İslâma girmesi, arkadan da malûm fitne hareketlerinin vuku bulması ve çeşitli sapık mezheplerin ortaya çıkmasıyla birlikte bir kısım insanlar Peygamber adına yalan söylemekten çekinmez hale gelince, Sahâbe de hadis rivayeti işini sıkı tutmaya başladı. Artık “Resulullahtan işittim ki” diyen herkesin sözüne itibar edilmiyor, ondan şahit veya yemin isteniyor, yahut daha başka yöntemlerle sözlerinin doğruluğu kontrol ediliyordu.

SAHİH HADİSLER NASIL BELİRLENDİ?

Takip eden yüzyıllarda ise, Peygamberden rivayet edilen hadislerin derlenip toplanması, daha sonra da tasnif edilmesi çalışmaları başladı. Bu arada, “Hadis” şemsiyesi altında bir ilimler topluluğu vücuda geldi ve bu ilimlerin kendilerine has ilkeler ve yöntemler geliştirildi. Meselâ bunlardan cerh ve ta’dil ilmi, hadis rivayet eden kişilerin hayatını, davranışlarını, zayıf ve kuvvetli taraflarını bir istihbarat örgütünden aşağı kalmayacak bir profesyonellikle inceliyor ve bu konudaki güvenilirlik nisbetini belirli ölçütler içinde derecelendiriyordu. Üstelik, böyle bir tahkikattan bir kere geçer not almak da ömür boyu garanti teşkil etmiyordu. Meselâ, en güvenilir bir râvi, eğer ihtiyarlık döneminde hafıza kaybına uğrar da rivayet ettiği hadislerde bazı zaaflar görülecek olursa, bu zaaf, bir virüs gibi, ondan gelen bütün rivayetlere bulaşıyor ve kendisinin daha önce rivayet ettiği hadisleri de sakatlayabiliyordu.

BEŞER TARİHİNİN EN SEÇKİN ESERLERİ

Böylesine duyarlılıklar içinde ve binlerce ilim ehlinin yüzyıllarca süren gayretlerinin sonucunda, Peygamberimizden bize intikal eden hadisler toplandı, tasnif edildi, sıhhat açısından derecelendirildi ve ortaya, birbirinden değerli yüzlerce eser çıktı. Bunlardan her biri ayrı bir yönüyle diğerinden ayrılıyor, meselâ kimi fıkıh, kimi ahlâk, kimi ibadet konularına ağırlık veriyor, kimi hadisleri konularına göre, kimi de râvilerine göre sınıflandırıyordu.

Bu eserler arasında, başta Buharî ve Müslim’in Sahih’leri olmak üzere, Ebû Dâvud, Tirmizî, Nesâî ve İbni Mâce’nin Sünen’leri, “Kütüb-i Sitte” ünvanıyla, en önde gelen altı hadis külliyatı olarak genel bir kabul gördü. Bu, elbette ki, bütün sahih hadislerin sadece bu kitaplarda bulunduğu anlamına gelmiyordu; ancak hem sıhhat itibarıyla hadislerin son derece sıkı bir incelemeden geçirilerek tasnif edilmiş olması, hem de hadis külliyatlarındaki belli başlı özelliklerin bu altı kitapta bir araya toplanmış olması sebebiyle, Kütüb-ü Sitte, İslâm ümmetinin ortak güvenini kazanan eserler olarak, ilim dünyasında en seçkin bir yere kavuşmuş oldu.

HER İŞ UZMANINDAN SORULMALI

Bugün gelinen noktada, bize hadis olarak ulaşan haberlerin sıhhat derecesini ölçme imkânı en geniş anlamda mevcuttur. Ancak bunun bir uzmanlık işi olduğu unutulmamalıdır. Bütün bilimlerde olduğu gibi, din ilimleri de kendi içinde ayrı ayrı disiplinlere ayrılır ve bu disiplinlerden her biri ayrı bir uzmanlık ister. Hadis hakkında son sözü söylemek de, hiç şüphesiz, Hadis ilimlerinde uzmanlaşmış otoritelere düşen bir iştir. Bir tarafta her işittiğini gelişigüzel bir şekilde hadis diye nakletmek, diğer tarafta da Kur’ân’ı öne çıkarma görüntüsü altında Hadis’e olan güveni sarsmak gibi aşırılıklar arasında doğru yolu bulabilmek için, insanın her işi ehline sormak gibi bir sorumluluk karşısında bulunduğunu hiçbir zaman dikkatten uzak tutmamak gerekir. Çünkü bu işin bir tarafında Peygamber adına yalan söylemek, diğer tarafında da Peygamberin sözünü inkâr etmek gibi ciddî bir tehlike vardır:

BİLMİYORSANIZ İLİM EHLİNE SORUN.[3]

BİLMEDİĞİN ŞEYİN PEŞİNE TAKILMA. ÇÜNKÜ KULAK OLSUN, GÖZ OLSUN, KALP OLSUN, HEPSİ BUNDAN SORUMLU TUTULMUŞTUR.[4]

— Ümit Şimşek, İslâm İnanç İlmihali (Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınlarından)

 [1] Buharî, Menâkıb: 23; Müslim, Zühd: 71, Fedâilü’s-Sahâbe: 160; Ebû Dâvud, İlim: 7; Tirmizî, Menâkıb: 9.

[2] Ebû Dâvud, İlim: 10; Tirmizî, İlim: 7.

[3] Nahl Sûresi, 16:43; Enbiyâ Sûresi, 21:7.

[4] İsrâ Sûresi, 17:36.