PROF. DR. İSMAİL LÜTFİ ÇAKAN
Allah Teâlâya binlerce hamd ve senâlar olsun ki, bizleri Müslüman bir memlekette Müslüman bir ailede dünyaya getirmiş. Doğduğumuzda kulağımıza ism-i celâl fısıldanmış. Bizler iki cihan saadetinin ilk şartı olan iman ve İslâm ortamında kendimizi bulmuş ve tanımışız. Genel çerçevesini kelime-i tevhid’in ve kelime-i şehâdetin oluşturup belirlediği bir dünyamız olmuş.
Bu durum yani doğuştan müslüman olmak, hiç kuşkusuz büyük bir şans ve bahtiyarlıktır. Fakat aynı zamanda zahmetsizce elde edilmiş bu nimet, çilesi çekilmeden kazanıldığı için kimilerimiz için ciddi bir gaflet sebebi de olabilmektedir.
Bilinen bir gerçektir ki taklîdî de olsa iman aslî bir değerdir. Değeri yüksek olan şeylerin düşmanı da çok olur. Bu sebepledir ki dünya-âhiret mutluluğunun temeli olan imanımızı son nefesimize kadar korumak büyük önem taşımaktadır. Bu noktada her Müslümanın büyük, sürekli ve derin bir titizlik içinde olması gerekmektedir.
Hayatın özellikle sevinç ve üzüntü anlarında dikkat ve titizliğin daha da üst düzeyde yaşanması ise, hem bireysel hem de toplumsal iman sağlığı bakımından zarûret derecesine ulaşır. İtiraf etmeliyiz ki şimdilerde bu “zarûret” durumu süreklilik kazanmış gözükmektedir. Zira teknolojinin evlerimize ocaklarımıza hatta ceplerimize kadar soktuğu yazılı ve görsel medya, internet, telefon ve tablet gibi araçlarla akılları ve zihinleri karıştırdığı, gönülleri ifsat ettiği, mümin sinelerde asılsız korkular, onulmaz yaralar ve de aldatıcı ümitler oluşturduğu, oluşturmaya da giderek artan ve azgınlaşan bir doyumsuzlukla devam ettiği bilinmektedir.
Özellikle miladi yılbaşı öncesinde geleceğe yönelik kafa karıştırmaktan başka bir işe yaramayan kehânetler, öteki çizgi dışılıkların, çirkinliklerin, haramların üzerine tuz-biber ekmektedir. Sanki hiç bir sakıncası yokmuş, mübahmış gibi gündeme getirilip hemen her düzeyde reklamı yapılan söz konusu aykırılıkların aslında ve öncelikle inanç değerlerimize ve dolayısıyla amel dünyamıza ciddi zararlar verdiği ve dolayısıyla ortamın ayak kaydırıcı (mezleka-i akdâm) niteliğini tehlikeli şekilde artırdığı inkarı mümkün olmayan sosyal ve acı bir gerçektir.
Sahip olunan değeri korumak ve ona sürekli sahip çıkmak, sahip olmaktan daha zordur. Henüz küçük yaşlarda iken kelime-i şehâdeti söylemek suretiyle iman cevherine sahip olmuşuz. Şimdi bize düşen, bu taklidî cevheri “tahkîkî” niteliğe kavuşturup ömrümüzün sonuna kadar düşmana kaptırmamak ve korumaktır. Nitekim Yüce Rabbimiz, Kur’an-ı Kerim’de
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللَّهَ حَقَّ تُقَاتِهِ وَلَا تَمُوتُنَّ إِلَّا وَأَنْتُمْ مُسْلِمُونَ
“Ey iman edenler! Allah’ın emir ve yasaklarına gereği gibi saygılı ve duyarlı olun ve yalnız Müslüman olarak ölün.“[1] buyurmaktadır. Resûl‑i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz de bir hadislerinde,
مَنْ أَحَبَّ أَنْ يُزَحْزَحَ عَنِ النَّارِ وَيُدْخَلَ الْجَنَّةَ فَلْتُدْرِكْهُ مَنِيَّتُهُ وَهُوَ يُؤْمِنُ بِاللهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ
“Kim Cehennem’den uzaklaştırılıp Cennet’e konulmayı severse, ölümü, Allah’a ve âhiret gününe inanmış olarak karşılasın.”[2] buyurmuştur.
Açıkça görüldüğü üzere âyet-i kerime ve hadis-i şerifin bizden istediği, ölümü iman ile karşılamaktır. Bunun doğal gereği ise, tevhidi şirke, imanı küfre kurban etmeden hayatı iman üzere yaşamaktır.
Allah korusun iman üzere yaşamakta başarısızlık, en büyük felâket ve bir mümin için her şeyini kaybetmek demektir. Zira Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmaktadır:
أَلَا إِنَّ بَنِي آدَمَ خُلِقُوا عَلَى طَبَقَاتٍ شَتَّى فَمِنْهُمْ مَنْ يُولَدُ مُؤْمِنًا، وَيَحْيَى مُؤْمِنًا، وَيَمُوتُ مُؤْمِنًا، وَمِنْهُمْ مَنْ يُولَدُ كَافِرًا وَيَحْيَى كَافِرًا وَيَمُوتُ كَافِرًا، وَمِنْهُمْ مَنْ يُولَدُ مُؤْمِنًا وَيَحْيَى مُؤْمِنًا وَيَمُوتُ كَافِرًا، وَمِنْهُمْ مَنْ يُولَدُ كَافِرًا وَيَحْيَى كَافِرًا وَيَمُوتُ مُؤْمِنًا
“Bilesiniz ki insanlar (iman bakımından) farklı gruplarda yaratılmışlardır:
Bir kısmı; mümin doğar; mümin yaşar; mümin ölür.
Bir kısmı, kâfir doğar, kâfir yaşar, kâfir ölür.
Bir kısmı, mümin doğar; mümin yaşar; kâfir ölür.
Bir kısmı, kâfir doğar, kâfir yaşar, mümin ölür.”[3]
Hadis-i şerifte, ömür nimetini yaşarken mutlak ve önlenemez olan ölümü hesaba katmanın, doğum ve hayatın nasıl öldüğümüz ile anlam kazanacağını düşünüp ona göre yaşamanın gereği ortaya konulmuş bulunmaktadır. Zira bir başka hadis-i şerifte ifade buyrulduğu gibi “إِنَّمَا الْأَعْمَالُ بِالْخَوَاتِيم İşler sonuçlarına göre değerlendirilir.”[4] Yani durumu hafife almanın, imana sahip çıkma konusunda yeterince sıkı ve bilinçli davranmamanın bedeli neticede çok büyük olabilir.
Durumun nezaketi açık ve ortada olmakla birlikte konuya ait ciddiyetin iyice anlaşılabilmesi için “sahipleri ve sonuçları bakımından iman çeşitleri” ile ilgili şu tespit ve değelendirmeyi paylaşmak yerinde ve faydalı olacaktır.
Sahiplerine (ve tabii sonuçlarına) göre imanlar beş çeşittir:
Matbu’ iman (İman-ı tabii): Meleklerin imanıdır. Melekler için imansızlık söz konusu değildir.
Ma’sum iman (İman-ı ma’sûm): Peygamberlerin imanıdır. Sonu garantilidir, imansızlık tehlikesi söz konusu değildir. Nitekim hiç bir peygamber imansız olarak vefat etmemiştir.
Makbul iman (İman-ı makbûl): Mü’minlerin imanıdır. Değerli, kıymetli bir imandır, ancak sonunun garantisi yoktur. “Hüsn-i hâtime” özlemi ve dileği bu sebeple çok önemli, pek yerinde ve vaz geçilmezdir. Tabii sadece temenni ile kalmayıp yaşarken o güzel sonucu temin edecek ibadet ve iyilikler yapmaya özel özen göstermek de gereklidir.
Mevkuf/Muallak iman (İman-ı mevkuf): Ehl-i bid’atın imanı olup sallantıdadır. Bid’atlarından vaz geçerlerse, mü’minlerin imanı derecesine çıkarlar. Vazgeçmezlerse bir sonraki merdud iman derekesine düşerler.
Merdud iman (İman-ı merdud): Münafıkların imanıdır. Reddedilmiş iman demektir. İman olarak herhangi bir değeri yoktur.
Bazı Şartlar
Bu gerçekler çerçevesinde en kıymetli sermayemiz olan imanımızı son nefesimize taşıyabilmek, ölümü imanla karşılayabilmek için düşünce/inanç, söylem ve eylem üçlüsü kapsamında, İmanı koruma yolları da diyebileceğimiz gerekli ve önemli bazı esaslara dikkat çekmeye ve bazı tespitlere yer vermeye çalışalım.
- Gayb’a inanmak. Yani gerçekte var olduğu halde bizim göremediğimiz mefhumlara inanmak. Bilindiği gibi Allah Teâlâ, melekler, âhiret alemi vs. hep gayb’tır. Allah Teâlâ; اَلَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُقِيمُونَ الصَّلٰوةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ “Kur’an-ı Kerim’in kendilerine hidâyet rehberi olduğu muttakiler öyle kimselerdir ki onlar gayb’a inanırlar, namazı dosdoğru kılar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden de (layık olanlara) verirler”[5]
Burada dikkat edilecek konu, gayb ile gâib’i birbirinden ayırmaktır. Gayb görülmeyen fakat var olan ve gören; Gâib ise, görülmeyen ve görmeyene denir. Bunun için Allah Teâlâ’ya gâib denilemez. Çünkü O, basîr (gören)dir. Ancak O’na gayb denilir. Kimilerinin çıkıp “duyu organlarımız ile kavrayamadığımız şeyler yoktur” demelerinin gayba inanma ilkesini inkâr etmekten öte hiçbir fikrî ve fizikî/kevnî gerçekliği yoktur. Oysa gayb âlemi, şehâdet âlemi gibi vardır ve onun kadar gerçektir.
- Gayb’ı ancak Allah’ın bildiğine inanmak. Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de “De ki: “Allah’tan başka, ne göklerde ne de yerde hiç kimse gaybı bilmez.”[6] Yine başka bir âyet-i kerimede “De ki: “Gaybın bilgisi sadece Allah’a âittir.”[7] buyurur. Bir başkasında ise, “Gaybı bilen O’dur; hiç kimseye gayb bilgisini açık bir şekilde bildirmez“[8] buyurur.
Bu ayet-i kerimeler ışığında medyada ve günlük hayatta değişik isim ve görüntülerle karşımıza çıkan ve gaybı bilip ondan haber verdikleri iddiasında bulunanların tümü, tek kelime ile söyleyecek olursak, yalancıdır. Ne gariptir ki, falcılık ve kehânet gibi yalan üzerine kurulu olgular, kimi gazetelerde “bugünki falınız” diye sütunlar doldurmakta, yeni yıla yönelik kehanetler sayfalar işgal etmektedir. Günler hatta haftalar boyu medyada reklam ve programlara malzeme yapılmaktadır. Oysa başta falcılık olmak üzere gaybden haber verme iddialarının her çeşidi reddedilmiştir. “İyi ama, dedikleri bazan çıkıyor” diyenler olabilir. Bu “bazan”lar tesadüftür, aldanmamak, inanmamak gerekir. Hele hele “Bu falcıların dedikleri çıkıyor, demek ki gaybı biliyorlar” diye bir sonuca varıp bunu savunmaya kalkmak ise insanı küfre götürür. Nitekim Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifte;
مَنْ أَتَى عَرَّافًا فَسَأَلَهُ عَنْ شَيْءٍ لَمْ تُقْبَلْ لَهُ صَلَاةٌ أَرْبَعِينَ لَيْلَةً
”Her kim ki, kahine gider bir şey sorarsa onun kırk gün namazı kabul olmaz, ibadetlerinin sevabını alamaz”[9] buyurmuş; bir başka hadis-i şerifte ise;
مَنْ أَتَى عَرَّافًا أَوْ كَاهِنًا فَصَدَّقَهُ بِمَا يَقُولُ فَقَدْ كَفَرَ بِمَا أُنْزِلَ عَلَى مُحَمَّدٍ “
“Her kim, bir arrâf’a ya da kahine gider, söylediklerine inanıp tasdik ederse, Muhammed’e indirileni inkar etmiş olur.”[10] diye tehlikenin büyüklüğüne, işin içinde iman-küfür, tevhid-şirk meselesi olduğuna dikkat çekmiştir.
Ohalde özellikle ve öncelikle günümüzde imanımıza sahip çıkmak açısından gaybı bildiğini ve ondan haber verdiğini söyleyen yalancılara kesinlikle kanmamak, inanmamak ve itibar etmemek gerekmektedir. Zira başlıkta vurguladığımız gibi imanımız mutluluğumuz korumak sorumluluğumuzdur.
Altınoluk Dergisi, Aralık 2018 sayısı s. 11-13
(Devam edecek inşallah)
[1] Al-i İmran (3), 102
[2] Müslim, İmâret 46; Nesâî, Bey’at 25; İbni Mâce, Fiten 9
[3] Tirmizi, Sünen IV, 483 (A.M.Şakir tahkiki); Hâkim, el-Müstedrek IV, 551
[4] Buhâri, Kader 5; Rikak 33; Tirmizİ, Kader 4; Ahmed b. Hanbel, Müsned V, 335
[5] el-Bakara (2), 3
[6] en-Neml (27), 65
[7] Yunus(10), 20
[8] el-Cinn (72), 26
[9] Müslim, Selam 125
[10] Beyhaki, es-Sünenü’l-kübra VIII, 233