PROF. DR. İSMAİL LÜTFİ ÇAKAN
Allah Teâlâ’ya hamd ü senâ, Resulü Hz. Muhammed Mustafa’ya salât u selâm, âl ve ashâbına ve onların yoluna güzelce tabi olanlara saygı ve ihtiram ile sözlerime başlarım.
Dostlar,
Gelin bu Mevlid Kandilinde sizinle birlikte biraz düşünüp, söyleşelim, dertleşelim.
Biz insan ve Müslümanız elhamdülillah. Allah’a ve son resûlü örnek kulu Hz. Muhammed’e, Allah’ın tüm peygamberleri aracılığı ile gönderdiği kitaplara ve peygamberlere -aralarında ayırım yapmaksızın- inanıyoruz. Meleklere, kadere ve bütün içeriğiyle âhiret’e inanıyoruz.
Bu İslâm imanının gereği ve sonucu olarak dünya hayatında “Allah’a kulluk sınavı”nda olduğumuzu biliyoruz. Bu sınavın, sadece bir bilgi sınavı değil, amel ve uygulama sınavı, hayat sınavı olduğunun da bilincindeyiz. Bireysel anlamda ergenlik-ölüm arası yaşanan bu sürekli kulluk sınavında sorumluluğun, Allah’a nasıl kulluk edeceğimizin öğretilmesine bağlı olduğunu da biliyoruz. Başarı için biz, rahmeti bol Rabbimin, işte böyle bir yetkiyle görevlendirdiği kılavuz ve rehberlere muhtacız.
İnsanlığın bu en köklü ihtiyacını son kez evrensel çapta karşılamak üzere görevlendirilen son elçi, Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem’dir. Bir âyette o bize şöyle tanıtılmıştır:
لَقَدْ مَنَّ اللَّهُ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ إِذْ بَعَثَ فِيهِمْ رَسُولًا مِنْ أَنْفُسِهِمْ يَتْلُوا عَلَيْهِمْ آيَاتِهِ وَيُزَكِّيهِمْ وَيُعَلِّمُهُمْ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَإِنْ كَانُوا مِنْ قَبْلُ لَفِي ضَلَالٍ مُبِينٍ
“Gerçek şu ki içlerinden, kendilerine Allah’ın âyetlerini okuyan, (kötülüklerden, yanlış inançlardan ve inançsızlıktan) onları arındıran, kendilerine kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermek suretiyle Allah, mü’minlere büyük bir lütufta bulunmuştur…”[1]
Kendisi de biz ümmeti karşısındaki konumunu “inne meselî = benim konumum” diye başlayan beyanlarında, değişik açılardan ortaya koymuştur. Neticede de “aleyküm bi sünnetî = Size benim yaşayışımı takip etmek düşer” buyurmuş, bizimle arasındaki ilişkinin ittiba ve uyum ilişkisi olduğunu duyurmuştur. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de de “..O elçiye uyarsanız, doğru yolu bulursunuz”[2] buyrulmuştur.
Öte yandan Allah Teâlâ, Hz. Peygamber ile aramızdaki ilişkinin temelini “النَّبِيُّ أَوْلَى بِالْمُؤْمِنِينَ مِنْ أَنْفُسِهِمْ = Peygamber, mü’minlere öz nefislerinden daha ileri/önceliklidir”[3] diye belirlemiştir. Bu âyet, kimi müfessirlerce -haklı olarak- “Peygamber’in sünnetine uymak, mü’minler için kendi görüşleriyle amel etmekten önde gelir”[4] diye anlaşılmış ve açıklanmıştır. Bu sebeple biz artık, “inneme’l-amelü’s-sahih hüve mâ vâfeka’s-sünne = Makbul kulluk, Sünnet’e uygun olan kulluktur” gerçeğiyle karşı karşıya bulunmaktayız.
Peygamber Efendimiz, yüce rabbimizin emir ve yasaklarının nasıl uygulanacağı görevini, Kur’an-ı Kerim’i hayatıyla örneklendirerek yerine getirmiştir. Yani Peygamberimizin hayatı canlı Kur’an demektir. Bu sebeple Allah Teâlâ onu bize “en güzel hayat örneği” olarak takdim etmiştir.
َ لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُو اللَّهَ وَالْيَوْمَ الْآخِرَ وَذَكَرَ اللَّهَ كَثِيرًا
Andolsun ki sizin için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok ananlar için Allah’ın resûlünde güzel bir örnek (hayat modeli) vardır”[5]
Hz. Âişe validemiz de onun ahlâkını/yaşayışını soranlara “Hz. Peygamberin ahlâkı/yaşayışı Kur’an’dan ibarettir”[6] cevabını vermiştir. Bu sözüyle Hz. Âişe, Kur’ân-ı Kerîm ile Peygamber Efendimizin hayatı arasındaki birlikteliği açık bir şekilde ifade etmiştir. Hz. Peygamberin sünnetini yaşamanın Kur’an’ı yaşamak demek olduğunu bildirmiştir.
Dostlar,
“Hukûku’l-Mustafa”[7] veya “Hukûku’n-Nebî” diye klasik ve modern kültür kaynaklarımızda araştırma konusu yapılmış olan Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in biz ümmeti üzerindeki haklarını şöylece sıralamak mümkündür:
- Hz. Peygambere İnanmak
- Hz. Peygamber’i Sevmek
- İtaat etmek
- Sünnetine uymak
- Getirdiği dini ciddiye almak
- Ümmetiyle ilgilenmek
- Din kardeşliğini öncelemek
- Saygılı davranmak
- Salât ü selâm getirmek
Dostlar,
Hz. Peygambere uymak, hiç şüphesiz, onun yaşayış biçimine, sünnetine hayatımızı uydurmakla mümkündür. Bir başka deyişle, onun hayatını taklit etmek, iman gereğidir. Bu, asla terim anlamında bir taklit değil, tam aksine İslâm kimlik ve kişiliğinin elde edilmesi için gerekli olan ittiba anlamında taklit demektir. Çünkü sadece Hz. Peygamberin hayatı dindir. Dini yaşamış olmak için onun nezih hayatının -imkânlar ölçüsünde- taklit edilmesi gerekmektedir. Nitekim o, bir hadis-i şerifte bu gerçeği şöyle dile getirmiştir:
وحدثني عن مالك انه بلغه ان رسول الله صلى الله عليه وسلم قال :تركت فيكم أمرين لن تضلوا ما تمسكتم بهما كتاب الله وسنة نبيه
“Size iki şey bırakıyorum, bunlara sıkı sarıldığınız sürece asla sapıtmazsınız; Allah’ın kitabı ve nebisinin sünneti!”[8]
Otomatik hale gelmemek şartıyla sünnete uymak, mümini sürekli bir uyanıklık ve dolayısıyla kendine güven duygusu içinde yaşamaya alıştırır. Çünkü Hz. Peygamberin sünnetine uymak, her işi onun yaptığı gibi yapma esasına dayanır. Bu da müminlerde, Hz. Peygamberin iş ve davranışlarını, işlerinde ve davranışlarında örnek alma düşünce ve dikkatini geliştirir. Böylece Hz. Peygamberin ruhaniyeti günlük hayat programına düzenleyici bir unsur olarak yerleşir. Hayata manevi bir huzur ve rahatlık gelir. Çünkü en kısa tanımıyla sünnete uymak, müslümanca yaşamaktır.
Dostlar,
Hz. Peygamberi izlemenin, onun sünnetine uymanın mutluluğu sadece bu dünyada kalmaz, âhirete de uzanır. Nitekim bir âyet-i kerime bu durumu şöyle anlatır:
وَمَنْ يُطِعْ اللَّهَ وَالرَّسُولَ فَأُوْلَئِكَ مَعَ الَّذِينَ أَنْعَمَ اللَّهُ عَلَيْهِمْ مِنْ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَاءِ وَالصَّالِحِينَ وَحَسُنَ أُوْلَئِكَ رَفِيقًا
“Allah’a ve peygamberine itaat edenler, Allah’ın nimetine eriştirdiği Peygamberler, dosdoğru olanlar, şehitler ve iyilerle beraberdirler. Bunlar ne güzel arkadaştırlar.”[9]
Öte yandan Hz. Peygamberi örnek almamanın, sünnetini yol bilmemenin acı sonucunu da bir âyet şöyle dile getirmektedir:
وَيَوْمَ يَعَضُّ الظَّالِمُ عَلَى يَدَيْهِ يَقُولُ يَالَيْتَنِي اتَّخَذْتُ مَعَ الرَّسُولِ سَبِيلًا يَاوَيْلَتِي لَيْتَنِي لَمْ أَتَّخِذْ فُلَانًا خَلِيلًا لَقَدْ أَضَلَّنِي عَنْ الذِّكْرِ بَعْدَ إِذْ جَاءَنِي وَكَانَ الشَّيْطَانُ لِلْإِنسَانِ خَذُولًا
“O gün, zalim kişi ellerini ısırıp, keşke peygamberle birlikte yol tutsaydım, vay başıma gelene! Keşke falancayı dost edinmeseydim. Ant olsun ki beni, bana gelen Kur’an’dan o saptırdı. Şeytan insanı yalnız ve yardımcısız bırakıyor”[10] der.
Hiç kuşkusuz bütün mesele, bizim ona hayatımızda ne kadar yer verebildiğimizde düğümlenmektedir. Öyle sanıyorum ki acı gerçek de işte tam bu noktada ortaya çıkmaktadır. Şimdi şöyle bir hayatımızın neresinde Hz. Peygamber bulunmaktadır? Bir düşünelim. Bir tespit yapalım.
Dostlar,
Size garip gelmiyor mu?
Yıllardır yazıp çizdiklerimiz ve konuştuklarımız ile kendi kendimizi, birbirimizi iman değerlerimiz ve dinimiz hakkında hep iknâ etmeye çalışıyoruz. Her düzeydeki etkinliklerin değişmeyen çizgisi, iknâ… Hisleri, duyguları ve aklı iknâ.. İlginç ve yeni yorumlarla dinleyenleri, izleyenleri ve okuyanları yani beni, seni, bizleri, sizleri iknâ.. Hep fayda-zarar hesabı. Bu hesâbîlik içinde hasbîlik nerededir dersiniz?
Bir türlü teslimiyet seviyesini yakalayamadık. “Duyduk ve uyduk”[11] çerçevesinde kalamadık. “Sevdim” kâr-zarar diyemedik. İnancımızı “aşk” haline getiremedik. Muhammed İkbal, “din aşktır” diyor.[12] Aşk halini almamış dindarlığın sadece sözde kalacağını söylüyor. “Gerçi ‘lâ ilahe’ sesi gelirse de, kalpten gitmiş, yalnız dudakta kalmış”[13] diye yakınıyor.
Binlerce kez salavât okuyoruz, Hz. Peygamber’e. Belki yaptığımız tek şey bu en cömertçe.. Fakat hangi derinlikte? “Peygamber, mü’minlere öz nefislerinden daha ileridir” derinliğine kaç salât ü selâmımız erişebildi? Gönlümüz dilimize ne ölçüde eşlik edebildi? Yoksa ağız alışkılığıyla mı yetindik, yetinmekteyiz.?
Dindarlığımızdan, ibadetlerimizden zevk alamadığımız şikâyetleri, ya da zevk almış gibi davranışlarımız ne anlama gelmektedir?
“Ballar balını buldum” diyen derviş, aşk olsun sana!
“Mallarım yağma olsun” derken, kaybedecek hiçbir şeyinin kalmadığını sen de biliyorsun.
Ya biz?
Biz, en küçük bir fedakarlığı göze alabilmek için kırk saat düşünüyoruz. Hem de “âmentü billah” diye diye…”Muhammed ümmetiyiz” diye diye…
“Bi ebî ente ve ümmi ya Resûlellah = Anam-babam sana fedâ olsun Ey Allah’ın Resûlü!” diyen asr-ı saadet ağızları nerede?
Oysa o,
عن أبيه عن أبي هريرة
أن رسول الله صلى الله عليه وسلم قال من أشد أمتي لي حبا ناس يكونون بعدي يود أحدهم لو رآني بأهله وماله
“Ümmetimden beni en çok sevenlerin bir kısmı; benden sonra gelip âilesini ve malını fedâ ederek beni görmüş olmayı isteyecek olanlardır”[14] diye sevgi dolu gönlü Hz. Peygambere yönelik özverili müminlerin asr-ı saadetle sınırlı olmadığını bildirmişti.
Dostlar,
Virân olası hanesi de, malı mülkü de, Allah’a olan sevgisi de ancak Hz. Peygambere bağlılığıyla bir anlam ifade ettiğine inananlardan olabildik mi? Böyle bir bilincin ve gayretin sahibi, böyle bir hedefin talibi miyiz?
Hayatımızın her aşamasında Hz. Peygamberi aramaya gerçekten kalkışabilir miyiz?
Ben bu soruyu kendime sormaya ve cevabını bu ölçüde hayatımda aramaya cesaret edemiyorum. Ya siz?
Bana böyle bir soru yönelten dostlara cevap olması niyetiyle sadece bir itirafta bulunuyor, bir ümidimi ve bir dileğimi dile getirebiliyorum:
Yâ Resûlellah,
biz sana;
Medyûn
Muhtaç
ve
Mahcup
hissediyoruz kendimizi.
Fakat senin müminlere;
Merhametli
Muhabbetli
ve
Müşfik
olduğunu biliyor, koruyoruz ümidimizi.
Kurbanın olayım,
Ne olur,
Çok görme bize şefaatini!
Buraya kadar okuyup benimle birlikte olduğunuz için sizlere teşekkür ve dua eder, dualarınızı beklerim. Ve’s-selâmü aleyküm.
***
Yazarın “Ashabının Dilinden Peygamberimiz” adlı eserinden
Kitaba şu adresten ulaşabilirsiniz:
[1]Âl–i İmrân (3), 164
[2] El-A’raf (7), 158
[3] el-Ahzab (33), 6
[4] Bk. Kadı İyaz, eş-Şifâ-ı Şerif (tercüme, s. 55)
[5] el-Ahzâb (33),21
[6] Müslim, müsâfirîn 139
[7] Bk. Kadı İyaz, Kitâbü’ş-şifâ bi ta’rifi hukuki’l-Mustafâ
[8] Muvatta, Kader, 3; et-Taç I, 47
[9] en-Nisâ (4), 69
[10] el-Furkân (25), 27-29
[11] Bk. el-Bakara (2), 285
[12] Bk. Câvidnâme, s. 198 (Ankara, 1968)
[13] Câvidnâme, s. 168
[14] Bk. Müslim, Cennet, 12